
“Adalet bazen insanın içinden geçerken kanatır.”
— Albert Camus
Eve geldiğimde burnum hâlâ sızlıyordu.
Aynada yüzüme bakamadım.
Gözümün altı morarmaya başlamış, dudak kenarım şişmişti.
Annem kapıyı açtığında yüzündeki ifade…
Sanki dünya bir anda durmuştu.
“Selma?” dedi, sesi kısılmıştı.
Elindeki bez torba yere düştü, içindeki elmalar yuvarlandı.
“Ne oldu sana kızım?!”
“Bir şey yok anne,” dedim, titreyen sesimle.
Yalanı bile doğru düzgün söyleyemedim.
Gözlerinden kaçmaya çalıştım ama o gözler, her şeyi görüyordu.
“Bana bak,” dedi.
Ellerini yüzüme koydu, nazikçe çevirdi.
“Bu ‘bir şey değil’ değil! Kim yaptı bunu? Kim?!”
Cevap vermedim.
Sadece ağlamaya başladım.
Bütün gün tutmuştum kendimi, ama annemin sesiyle duvarlarım çöktü.
O sarıldı bana.
Sert değil, yumuşak ama kararlı bir sarılıştı bu.
“Tamam,” dedi. “Tamam kızım. Artık susma vakti geçti.”
O gece konuşmadık.
Sadece sessizce yanımda oturdu.
Ama sabah olduğunda — gözlerinde kararlılığın yerini hiçbir şey alamazdı.
Annemin elinde çantası, yüzünde öfkeyle karışık bir soğukkanlılık vardı.
“Okula gidiyoruz,” dedi.
Ne tartıştım ne sordum.
Sadece başımı salladım.
Okula vardığımızda herkesin yüzünde o meraklı, suçlayıcı bakışlar…
Koridor bir anda sessizleşti.
Müdür odasının kapısına vardığımızda annem hiç tereddüt etmedi.
Kapıyı sertçe çaldı, sonra açıp içeri girdi.
“Ben Selma’nın annesiyim,” dedi, sesi tok, kararlıydı.
“Dün okulda yaşananları biliyorum. Kızım saldırıya uğradı. Ve ben bunun hesabını sormaya geldim.”
Müdür, şaşkın ve savunmada bir ifadeyle sandalyesinden kalktı.
“Hanımefendi, lütfen sakin olun, konuyu biz—”
“Ben gayet sakinim,” dedi annem, keskin bir tonla.
“Siz kızımı koruyamadınız. Okulda bir grup öğrenci tarafından dövüldü. Burnu kırıldı.
Peki siz ne yaptınız?
Kameralar? Disiplin? Gözlem? Hiçbir şey!”
Müdür susmuştu.
O an kapı çalındı, içeri rehber öğretmen ve birkaç öğrenci daha girdi.
Aynaz da oradaydı — başı öne eğik, ama gözlerinde o eski kibir hâlâ parlıyordu.
Annem ona baktı.
Uzun, sessiz bir bakış.
Aynaz göz temasından kaçtı.
“Bu kız,” dedi annem, “ve onunla birlikte olan diğerleri.
Kızımı kıskançlık, iftira ve yalan yüzünden dövdüler.
Bir anne olarak bunun üstünü örtemem.
İsterseniz polise gidelim, orada anlatayım.”
Odanın havası buz kesmişti.
Kimse nefes bile almıyordu.
Aynaz’ın yüzü soldu.
“Ben… ben öyle bir şey yapmadım,” diyebildi sadece.
Ama sesi titriyordu.
Annem bir adım attı ona doğru — tehditkâr değil, ama güçlü.
“Bir gün kendi çocuğun olduğunda, birinin ona yaptıklarını hatırlarsın.
Umarım o zaman anlarsın, bazı yaralar sadece deride kalmaz.”
Müdür araya girdi, “Hanımefendi, gerekli işlemleri başlatacağız. Bu davranış kabul edilemez.”
Ama annem dönüp bana baktı.
“Artık susma kızım,” dedi. “Senin sesin, onların yalanından daha güçlü.”
İlk kez orada ağzımı açtım.
Titreyerek ama kararlılıkla konuştum.
“Evet,” dedim. “Beni o ve arkadaşları dövdü. Sadece dedikodu yüzünden.
Ve ben hiçbir şey yapmadım.”
Bir sessizlik çöktü.
O sessizlikte herkesin yüzü kızardı.
Aynaz ağlamaya başladı.
Ama içimde hiçbir şey kıpırdamadı.
Çünkü o an fark ettim —
Bazen adalet, bağırarak değil, sessizce dimdik durarak gelir.
Annem elimi tuttu.
O anda ilk kez gerçekten güvende hissettim.
Ve içimden şu cümle geçti:
“Beni kimse koruyamadı, ama annem geldiğinde, dünya yeniden dengelendi.”
Okulun koridorları o sabah olağandışı bir sessizlikle doluydu. Herkesin gözleri üzerimdeydi. Fısıldaşmalar kulağıma çarpıyordu ama artık ne utanma ne korku kalmıştı içimde… Sadece bir yorgunluk. Bir de annemin okul müdürünün karşısında dik duruşu.
“Benim kızım kimseye saldırmadı,”
dedi, sesi titremiyordu.
“Kendini savundu sadece. Eğer bir ceza verilecekse, önce o kıza verin. Beş kişiyle birine saldırmanın adı ne oluyor, siz söyleyin.”
Müdür sessizdi, sadece kalemiyle masaya vuruyordu. Aynaz ve o “ordu”sundan üçü müdürün odasında, başları önde oturuyordu. Aynaz’ın alnında küçük bir yara vardı, ama benim burnum sargılıydı. Yine de içimden “oh olsun” gibi bir düşünce geçmedi. Sadece... artık bir şeylerin dönüşü olmadığını biliyordum.
Aynaz, sonunda dayanamayıp konuştu:
“O başlattı! Her şeyi o yaydı!”
dedi, parmağını bana doğrultarak.
Annem öne doğru eğildi.
“Yeter artık. Kızımın birine iftira atması mümkün değil. Eğer biriniz inanmıyorsanız, gidin o konuşmaların, mesajların izine bakın. Her şey ortaya çıkar.”
Müdür sonunda derin bir nefes aldı.
“Olayla ilgili görüntüler incelendi. Görüntülerde Aynaz senin başlattığın açıkça görülüyor. Okul yönetimi olarak seni bir ay uzaklaştırma cezasına sevk ediyoruz.”
O anda odadaki hava buz kesti. Aynaz’ın gözleri doldu ama tek kelime etmedi. Çantasını sinirle aldı, kapıyı sertçe kapatıp çıktı. Diğer kızlar da peşinden gitti.
Benim içimde bir sızı vardı — zafer değil, sadece bir tür sessiz boşluk. Çünkü her şey yaşanmıştı artık. O eski Selma… korkak, sessiz, içine atan Selma… sanki koridorda kalmıştı.
Olaydan birkaç gün sonra Yusuf beni bahçede buldu.
“Burnun… daha iyi mi?”
dedi, sesi yumuşak.
“İyileşiyor,” dedim kısa bir şekilde.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra gözlerime baktı.
“Bilmiyorum… seni yanlış tanımışım gibi geliyor. Herkes bir şey söylüyor ama ben inanmadım hiçbirine.”
“Doğru yapmışsın,” dedim, gözlerimi kaçırarak. “Çünkü söylenenlerin çoğu zaten yalandı.”
Yusuf başını salladı.
“Bir ara seninle ciddi konuşmak istiyorum ama… şimdi değil. Zamanı gelince.”
O uzaklaştığında rüzgâr saçlarımı savurdu, yanaklarımda hâlâ morluklar vardı.
Ama içimde garip bir kararlılık doğmuştu.
Artık sadece kendimi korumuyordum… sessizliğimi bile bir silah gibi kullanabiliyordum.
Ve biliyordum — bu olay, sadece bir başlangıçtı.
Karanlık bir şey içimde uyanmıştı artık.
O gün kütüphanede güneşle birlikte ölümcül bir dinginlik vardı. Rafların arasından süzülen toz tanecikleri gibi zihnimde de bir şeyler yavaşça tozlanıp yerleşiyordu. Lina hesabıyla Yusuf’u meşgul etmiş, onun kelimelerinin içine sızmıştım; gece boyunca sürdürdüğüm o küçük oyunun geriye açtığı açıklığı şimdi bir adım ileri taşımaya karar verdim. Cevaplarını, içten içe ne söylediğini, kimin onun aklını çeldiğini görmeliydim.
Aynaz’ın çantası masada duruyordu — herkes gibi o da birkaç dakika için kalkmış, fotoğraf çekmiş, sonra geri dönmüştü. Benim kalbim göğsümde hızla atıyordu; içimde hem suçlu bir merak hem de bir tür soğuk kararlılık vardı. Gözlerimi ona sabitledim; oturduğu masaya doğru yavaşça yürüdüm; herkesin dikkatini çekmeden, sanki hava okşuyormuş gibi çantanın kenarına elimi koydum.
Telefonu vardı, ekran açık değildi; gerçek bir çanta unutulmuşluğu gibi duruyordu. Bir bahane uydurdum kendi kendime — “şarj kablosu arıyorum” filan; etrafıma bakıp kimseyi çekmeden çantayı araladım, telefonun yanındaki küçük not defterine elimi uzattım. O an kalbim bir kuş gibi tırmaladı; yapmamalıydım belki ama birdenbire elim telefona değdi ve ekrana düşen bildirimler yüzüme çarptı.
Mesaj bildirimi: Yusuf K. — “Seni ara.”
Bir diğeri: Yusuf K. — “Konuşamıyorum şimdi.”
Ve alt satırda küçük bir önizleme: “…bilmiyorum, o gece…”
Parmaklarım titredi. Telefon kilitliyse yapamazdım diyerek kendimi kandırdım ama şanslıydım — Aynaz o kadar rahat davranmıştı ki telefonu kilitsiz bırakmıştı. Ekranı açtım. Ana ekranındaki sohbet ikonuna bastım; isimler, tarih damgaları, bir sohbet başlığı: “A. — Y.” Kısa bir duraksama; sonra konuştular mı diye baktım. İlk mesajlar banal, sonra tarihçe. Bir an için gözlerim bulanıklaştı, sonra okudum.
Mesajlar, bir kasvet gibi yavaşça üzerime çöktü.
Aynaz: “Ben dediğimde ne olduysa artık o bitmişti. Sen de gitmesine izin verdin.”
Yusuf: “Ben… bırakamadım. Bırakamıyorum.”
Aynaz: “O yüzden ona dokunmam gerekiyordu. Sen de izin verdin, istemeden. İnan bana, herkes için daha iyi oldu.”
Yusuf: “Aynaz, bunu yapmamalıydın. İnsanlar kırıldı.”
Aynaz: “Kırılmayı hak edenler de var. Sen biliyorsun hangileri.”
Parçalar üst üste düşüyordu; satırlar birleşiyor, önceden hissettiğim tedirginlik somutlaşıyordu. İlerledim, daha eski mesajlara daldım:
Yusuf: “O gece ben yanındaydım. Sadece izledim. Konuşsaydım işler farklı olur muydu?”
Aynaz: “Konuşsan da fark etmezdi. O, hep kendi masalını yaşar. Biz de sahnede birbirimize bakardık.”
Yusuf: “Sana söyledim, bu yanlış yola sapıyor bizi.”
Aynaz: “Yanlış mı? Belki de haklıyım. Belki ona acı çektirmek, onu gerçek yapar.”
Elimi ağzıma götürdüm, nefesimi tuttum. “Onu gerçek yapmak”… Kimin gerçekliği? Benim miydim? Yusuf’un kendi kelimesini duyup da hiçbir şey yapmaması mıydı suçlu olan? Yoksa Aynaz’ın, kıskançlığın ya da başka bir duygunun ördüğü plan mıydı gerçek suçlu?
Daha eski bir dizin çıktı karşıma, bir dosya adı — “o_gece.jpg” ve birkaç kısa not.
Bir fotoğrafı açtım; bulanıktı ama tanıyorum: benim arkama bakmaksızın yürüdüğüm o akşamdan bir kare.
Fotoğrafın altındaki zaman damgası, benim anımsadığım anda çekilmişti. Birine ait olup olmadığı belli olmasa da, Aynaz’ın hangi geceyi kastettiğini çözdüm: bir gece ben kütüphanedeyken, o akşam… bir izlenim, bir gölge.
Sonra mesaj:
Aynaz: “Söylemeye başladım. İnsanlar şahidim oldu. Sen sadece gülüp geçtiğin için… onlar daha çabuk inandı.”
Yusuf: “Bunu bilerek mi yaptın?”
Aynaz: “Evet. Çünkü o sana bakarken ben gördüm ki senin bakışın onu değiştiriyor. O, bizim dünyamızın dışındaydı. Bize zarar verir. Elinden geleni yapıyorum.”
İçimde öfke kıvılcımı çaktı ama beraberinde bir soğuk, derin bir boşluk da belirdi. Şimdi her şey daha net: Aynaz, planlıydı. İftirayı o çıkarmıştı belki ama Yusuf’un da buna sessiz kalması, onun pasif onayı mıydı? Mesajların bir kısmı da bunun ipucunu veriyordu:
Yusuf: “Ben seni seviyorum ama… o olaylar yüzünden suçluluk hissediyorum.”
Aynaz: “Suçluluk mı? Ben de. Ama bu suçluluk bizi farklı yerlere taşıyacak.”
Yusuf: “Sana güveniyorum.”
Aynaz: “Güvenmek bazen görevdir.”
Görev. Kurumuş bir kelime gibi üstüme indi. Görev için iftira, görev için acı mıydı onlar için? Birinin “görev” diye adlandırdığı şey yüzünden benim burnum kırılmıştı.
Ekrandaki bir sonraki mesaj, gece yarısı gönderilmişti; Yusuf’un yalnız bir itirafı:
Yusuf: “Bazen onunla kavga etmek, susmak kadar yorar beni. Ben o gece… bir şey yaptım. Sonra pişman oldum.”
Aynaz: “Senin pişmanlığın kimseyi geri getirmez.”
Yusuf: “Peki o zaman, ne yapacağız?”
Aynaz: “Susturacağız. Kimsenin bilmemesi için.”
Susturacağız.
Telefonu neredeyse düşürüyordum. Parmağım kaydı; yanlışlıkla “geri” tuşuna bastım ve mesaj dizininden çıktım.
Kalbim deli gibi atıyordu. Etrafımda insanlar geçip gidiyordu; kimse benim izlediğim bu küçük ekranın içinde dönen fırtınayı bilmiyordu. Bir süre öylece oturdum; elim hâlâ telefonun üzerinde, düşüncelerim darmadağın.
Bu bilginin ağırlığı iki ucundan da çekiyordu beni. Bir yanda doğruluk isteği vardı: bütün bunları açığa çıkarmalıydım; Aynaz’ın oyununu, Yusuf’un sessiz suç ortaklığını herkes duymalıydı. Öte yanda ise bir şey daha karanlık, daha tehlikeli: bu bilgiyi kullanmak, kendi lehime çevirmek…
O an gulluklu bir soğukluk hissi ile yüzleştim — buna hakkım var mıydı? Onların oyununa benzer bir oyun oynayarak intikam mı almalıydım, yoksa susmalı mıydım?
Lina hesabı açık duruyordu; Yusuf hâlâ çevrimiçiydi. Parmağım kendi kendine hareket etti, mesaj kutusuna dokundum. Bir an düşündüm; sonra Lina’nın adıyla bir cümle yazdım, sakin bir cümle, hiç ipucu vermeyen bir cümle:
— İnsanlar bazen bildiklerini bilmiyormuş gibi yapar, değil mi?
Gelen yanıt uzun süre gelmedi. Ekrandaki üç nokta belirdi, sanki o da düşünüyor gibiydi. Kalbim sıkıştı. Ama bu sefer, ben kontrolü elinde tutan kişi değildim; kontrol, telefonda yanan küçük bir noktada, Yusuf’un kararında saklıydı.
Sonra baktım; Aynaz’ın telefonuna baktığım o an, onun da bir tarafta duruyor oluşu… haksızlık ve suçluluk arasında bir yerdeydim. Ve nihayet verdim kendime bir karar: bu bilgiyi ifşa etmek, herkesi yaralayacak kadar güçlüydü; kullanmak ise beni benlikten uzaklaştıracaktı. Ama susmak? Susmak, onlara ikinci bir zafer verirdi — hem yaptıklarının örtülmesi hem de benim yutkunmam.
Defteri çıkarıp bir satır yazdım: “Gerçeği söylemek, bazen susmaktan daha ataletli bir cesarettir.” Sonra hiç kimseyi arayıp danışmadım. Telefonu yerine koydum, çantayı eski haline getirdim.
Aynaz döndüğünde, her şey yerindeymiş gibi bakacaktım. Gülümseyecektim belki. Ama içimde bir şeyi saklayacaktım artık: gerçeklerin biriktiği o küçük, zehirli yük.
Kütüphaneden çıktım. Hava serindi; nefesim buharla karıştı. Her adımda daha da soğuyordum ama bir şey netti: artık hiçbir şey başlamadan önceki gibi olmayacaktı. Onların sessiz oyununa vereceğim cevap, henüz tam olarak ne olacağı belli olmayan bir taarruztu — ama şimdi elime geçmiş bir silah vardı: kelimelerin ve kanıtın ağırlığı.
Ellerim hâlâ titriyordu ama artık hareket edebiliyordum—düşüncelerimi, titremeyi, öfkeyi bir işe dönüştürecektim. Kütüphaneden çıkarken arkamda bıraktığım o küçük ekran şimdi içimde bir yük değil, bir araçtı. Halbuki birkaç saat önce o satırlara bakarken neredeyse kusacaktım; şimdi ise soğukkanlıca planlıyordum.
İlk işim ekran görüntülerini almaktı. Parmaklarım titrediği için birkaç deneme sonra kıstırdım, her mesajın tarihini, saatini, gönderici adını, hatta fotoğrafın altındaki zaman damgasını tek tek kaydettim. Bilgisayarımdan kendi e-posta adresime gönderdim; iki ayrı yedeğini de telefonumun notlarına attım. Bir kanıtı kaybedemeyecek kadar dikkatli olmalıydım. Eğer bir gün buna başvuracaksam, ortada kırık bir bellek değil, tartışılmaz deliller olmalıydı.
Sonra düşündüm: Bu bilgiyi ne yapacaktım? Hemen bağırarak bağırmaktı hedefim mi? Yoksa sessiz bir intikam mı? Öfke iki uçta sallanıyordu: bir ucunda kamuoyu, öğrencilerin önünde aşağılayıp utandırmak; diğer ucunda ise daha soğukkanlı, daha hesaplı bir adım—yetkililere gidip gerçeği açığa çıkarmak. İlk seçenek beni kısa süreli bir rahatlamaya götürebilirdi ama sonuçları acı olurdu: hem benim, hem başkalarının hayatına zarar. İkinci seçenek daha yavaş, daha usulcü, ama adalet ihtimalini koruyordu.
Annemin yüzü aklıma geldi. Onun o kararlı bakışı... Müdürün odasındaki konuşma. O an anladım: ilk hamleyi ona gösterecektim. Çünkü annem tek başına bir öfke değildi—o, yasal ve maddi gücü çağıracak kişiydi. Hem bana sarılışı hem de okul yönetimiyle kavgası bunu gösteriyordu: beraber daha güçlüydük.
Eve gidince önce banyoya çekildim. Soğuk suyla yüzümü yıkadım; kan kurumaya başlamıştı hâlâ bulaşık gibi yanaklarımda. Solduğum her nefeste sakinleşiyordum. Not defterimi açtım ve en üstüne yazdım: “Delil topla. Strateji uygula. Duygusallık tuzağı kurmaz.” Kendi kendime emir veriyordum; sanki bir operasyona hazırlanıyor, duygularımı komuta edecektim.
Annemin yanına gidip oturdum. Ona her şeyi anlatmadım—kime, ne konuştuğumu değil, ama elimde bir şeyler olduğunu hissettirdim. O da zaten biliyordu: bir annenin içgüdüsü başka türlü çalışıyordu. Telefonda onunla konuştum; anlatacağımdan değil, desteğini almak için konuşuyordum. “Bir şeyler var,” dedim kısaca. “Gördüm. Kayıtlar var. Müdüre götürebiliriz ama dikkatli olmak lazım.” O an annemin gözlerinde o aynı kararlılığı gördüm. “Hazır olduğunda gidelim,” dedi. “Ben yanındayım.”
Gecenin ilerleyen saatlerinde tekrar Lina hesabına girdim. Yusuf hâlâ çevrimiçiydi—ya da öyle görünüyordu. Onun satırlarından bir kısmını cevapladım ama bu sefer oyunu sürdürmüyor, test ediyordum. “Bazen insanlar bildiklerini bilmiyormuş gibi yapar, değil mi?” diye yazdım, daha önce attığım mesaja benzer şekilde. Gelen yanıt kısa oldu, hatta sıradan: “Evet.” Ama içindeki belirsizlik yeni bir düğme daha çekmiş gibiydi.
Yine de asıl hamleyi o gece yapmadım. Çünkü şimdi işin içine başka bir oyuncu girecekti: okulun rehber öğretmeni. Onunla bir konuşma ayarlamaya karar verdim. Delilleri doğrudan ve resmi yolla sunmak, hem beni hem de diğer mağdurları korurdu. Ayrıca hissediyordum ki, eğer bunu yalnızca anneme gösterirsem müdürün bile hafif bir savunma refleksiyle karşılaşma ihtimali vardı. Rehber öğretmen—o, öğrencilerin dinleneceği, doğruları kayıt altına alacak ve gereken yerlere iletecek kişiydi.
Ertesi sabah okula giderken elimde iki baskı çıktı vardı: ekran görüntülerinin birer kopyası. Cebimde bir tane de e-posta çıktısı. İçimde garip bir çakıl taşı vardı—acı ama dengeli. Koridordan geçerken Gülşah bana baktı; gözleriyle “yorgun” dedi. Sadece başımı salladım. Sıradan oyunculuğumu bırakmıyordum.
Rehber öğretmenle buluşup sessiz bir odada, kapı kapalı bir halde çıktıları gösterdim. İlk başta inanmadı, sonra baktı, sonra sordu: “Bunu nasıl elde ettin?” Ben dürüst oldum—kısmen. Sahte hesap meselesini söylemedim; sadece “gizli bir kaynak” demekle yetindim. O yeterliydi. Çünkü işi resmi kanallara taşıyacak olan yine oydu.
Onun yüzünde değişen ciddiyet beni biraz rahatlattı: “Bunlar ciddi iddialar. Hemen müdürlüğe bildireceğim. Senin güvenliğin için gereken adımları atacağız.” Rehber öğretmen birkaç telefon görüşmesi yaptı; konuştuğu ses tonundan anladım ki, bu sefer işler farklı ilerleyecekti.
Ama bütün bunları yaparken içimde bir başka şey daha büyüyordu: tesadüfî bir memnuniyet. Delil elime geçmişti, plan devrededir. Ancak, yanı başımda bir karanlık da büyüyordu — bu karanlık, beni konuşlandığım tarafta daha da güçlendiriyordu. Kendime fısıldadım: “Adalet istiyorsun.” Ama gerçek şu ki, bazen adaletin şekli, senin içindeki karanlığı nasıl açığa çıkardığını da gösterir.
Gün boyunca okulda yankılar farklı idi. Rehber öğretmenin müdüre verdiği bilgiler, müdürün yüzündeki ifadeyi değiştirmişti. Aynaz tekrar çağrıldı. Bu sefer görüntüler, mesaj dökümleri ve benim verdiğim e-posta çıktıları da masadaydı. Müdürün sesi daha ciddi, daha soğuktu. “Bu çok ciddi iddialar,” dedi, “gereken disiplin işlemlerini genişleteceğiz.”
Gecenin sonunda, defterimi açtım; uzun bir süre düşünmeden yazdım:
“İnsanlara zarar veren sessizlik kadar tehlikeli bir şey yoktur. Ama sessizlik bozulduğunda, doğru olanla yanlış olanın sınırı bulanıklaşır. Ben neyi savunuyorum? Doğruyu mu, yoksa kendimi mi?”
Cevabım net değildi. Ama artık bir adım atmıştım; istemesem de o adım beni farklı biri yapıyordu. Ve bu yeni ben—kendinden şüphe eden, elinde delil olan, ama hâlâ insan—yavaşça şekilleniyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
