
“Yandığın yer, yeniden doğduğun yerdir.”
— Friedrich Nietzsche
Zaman geçmişti.
O kavga, o çığlıklar, o kan kokan gün artık geride kalmış gibiydi —
ama bazı şeyler iz bırakmadan geçmezdi.
Okulun bahçesinde herkesin konuştuğu tek konu, Aynaz’dı.
Disiplin kurulu onu çağırmış, öğretmenler sinir krizi eşiğine gelmişti.
Ben ise sessizdim.
Ne öfkeliydim, ne de seviniyordum.
Sadece yorgundum.
Bütün bu oyunların arasında büyümüş gibiydim.
Gülşah yanımda yürüyordu, kollarını sımsıkı göğsünde kavuşturmuştu.
“Duydun mu?” dedi.
“Aynaz yine bir şey çevirmeye çalışmış. Bu kez öğretmenleri kandırmaya kalkmış, suçunu inkâr etmiş. Ama telefon kayıtları varmış.”
Başımı kaldırdım, okulun koridorunda yürüyen öğrencilerin arasında bir hareketlilik vardı.
Aynaz, müdür yardımcısının kolundan tutulmuş, odanın önünde duruyordu.
Yüzü bembeyazdı.
O kendinden emin, her şeyi kontrol eden kız gitmiş; yerine panik içinde nefes alan biri gelmişti.
Bir an göz göze geldik.
Gözlerinde bir öfke, bir korku vardı.
Sanki “Beni sen bitirdin” diyordu.
Ama ben sadece baktım.
Tepkisiz. Sessiz.
Çünkü artık savaşacak bir şey kalmamıştı.
Bir saat sonra haberi duydum.
Disiplin kurulu kararı:
Aynaz okuldan atıldı.
O an hiçbir şey hissetmedim.
Ne sevinç, ne de rahatlama.
Sadece, “Sonunda bitti,” dedim içimden.
Ama bitmeyen biri vardı: Yusuf.
Ertesi gün Yusuf beni okul bahçesinde buldu.
Elinde bir defter vardı.
Sanki içinde bir özür yazılıydı ama söylemeye cesareti yoktu.
Yanıma yaklaştığında gözlerindeki o karmaşık ifadeyi fark ettim.
Kırgın, pişman ama hâlâ bir şeylere inanmak isteyen bir yüz.
“Selma…” dedi kısık sesle.
“Aynaz’ı duydun mu?”
“Evet,” dedim sakinlikle.
“Zaten olacağı buydu.”
“Ama... bilmiyorum, ona yazık oldu gibi geliyor. Herkes hata yapabilir.”
Bu cümleyle birlikte içimde bir şey koptu.
Sanki biri kalbime ince bir bıçak sapladı.
“Hata mı?” dedim.
“Yusuf, o kız beni dövdü. İnsanları bana saldırtan oydu.
Ben neredeyse hastanelik oldum.
Ve sen... sen hâlâ onun için endişeleniyorsun.”
O an suskunlaştı.
Yüzü kızardı, elleri titredi.
“Ben... sadece kimsenin bu hale gelmesini istemezdim.”
“Ama benim geldiğim hâli hiç umursamadın.”
Sesim soğuktu.
Kelimelerim artık onu kesiyordu.
“Sana inandım, Yusuf.
Bir ara seni anlamaya çalıştım, seni savundum bile.
Ama sen karanlığı sadece içinde değil, yanında da taşıyorsun.”
Yusuf bir adım attı, sonra durdu.
Ne diyeceğini bilmiyordu.
Gözleri boşluğa bakıyordu, sanki o an ilk kez gerçekleri görüyordu.
Ama artık çok geçti.
“Belki de senin için üzülmemeliydim,” dedim son kez.
“Belki de sen, anlayamadığım bir karanlığın parçasıydın.
Ben sadece yanlış kişiyi anlamaya çalıştım.”
Ve o an içimden bir huzur geçti.
Acı değil, öfke değil — sadece huzur.
Çünkü artık hiçbir şey beni etkilemiyordu.
Yusuf arkamdan bir şeyler söyledi belki, ama duymadım.
Sesler birbirine karıştı; rüzgâr, kalabalık, uzaklaşan ayak sesleri…
Ben sadece yürüdüm.
Sessiz, ama özgür.
Gülşah beni bahçenin köşesinde karşıladı.
“Ne oldu?” diye sordu.
“Hiç,” dedim.
“Sadece bir masal bitti.”
O gün eve döndüğümde penceremi açtım.
Dışarıda güneş batıyordu, gökyüzü turuncu ve morun arasında soluk bir geçişe bürünmüştü.
Bir an Yusuf’u, Aynaz’ı, bütün o kavgaları düşündüm.
Ve sonra sessizce fısıldadım:
“Bazı savaşlar kazanılmaz.
Sadece bitirilir.”
Bazı şeyler biterken ses çıkarmaz.
Sadece sessizlik kalır ardında.
İnsan o sessizliğin ortasında ne kadar yara aldığını, ne kadar büyüdüğünü anlar.
O sabah uyandığımda odamın duvarları bana ilk kez tanıdık gelmiyordu.
Sanki her şey değişmişti — ama asıl değişen bendim.
Kafamda yankılanan tek cümle şuydu:
“Bazı savaşlar kazanılmaz. Sadece bitirilir.”
O savaş bitmişti.
Aynaz gitmişti.
Yusuf susmuştu.
Ben ise kalmıştım — yorgun, ama diri.
Gülşah bana sık sık “İyi misin?” diye soruyordu.
Cevap veremiyordum.
Çünkü iyi olmak artık bana yabancı bir kelime gibiydi.
Ben artık sadece “var”dım.
Bir şey hissetmeden, bir şey istemeden…
Ama belki de iyileşmek tam da böyle bir şeydi — hissetmemeyi kabullenmek.
Okulun bahçesinde yürürken, rüzgâr saçlarımı savuruyordu.
Artık kimse bana bakmıyordu.
Dedikodular sönmüştü, fısıltılar yerini boşluğa bırakmıştı.
Ama ben biliyordum; insanlar unutmaz, sadece yeni bir hedef bulur.
Ve ben artık kimsenin hedefi olmak istemiyordum.
Artık susmak istiyordum.
Ama bu kez korkudan değil — huzurdan.
Bir defter aldım kendime.
Sayfaları bembeyaz, tertemizdi.
Kalemi elime aldım.
İlk kez, başkasını değil, kendimi yazacaktım.
Ne Yusuf’u, ne Aynaz’ı, ne de onların bıraktığı yaraları…
Sadece kendimi.
“Selma,” diye yazdım.
“Artık kendini kurtarma sırası sende.”
Ve o an anladım —
Ben kimseye kızgın değildim aslında.
Ne Yusuf’a, ne Aynaz’a, ne de susanlara.
Ben en çok kendime kırgındım.
Çünkü uzun zaman boyunca, kendi sessizliğimi onların sesine karıştırmıştım.
Akşam olduğunda, pencereden dışarı baktım.
Gökyüzü griydi, ama o grilik bana huzurlu geldi.
Artık karanlıktan korkmuyordum.
Çünkü fark etmiştim:
Karanlık kötü bir şey değil, sadece ışığın yokluğuydu.
Ve ben artık kendi ışığımı yakabilirdim.
Telefonum sessizdi.
Ne Yusuf’tan mesaj, ne Gülşah’tan arama…
Bir süre sonra o sessizlik beni ürkütmemeye başladı.
Tam tersine, içimde bir şey filizleniyordu.
Bir bağımsızlık duygusu.
Bir güç.
“Bazen bir insanın gidişi, diğerinin kendine dönüşüdür,” diye fısıldadım kendi kendime.
O gece uzun süre uyuyamadım.
Ama bu kez düşünceler beni boğmuyordu.
Sadece içimden geçenleri izliyordum, bir nehir gibi.
Geçmiş akıyordu, ben izliyordum.
Ve ilk kez, kendimle barışmıştım.
Ertesi gün defterime bir cümle daha yazdım:
“Ben artık birinin hikâyesi değilim.
Kendi romanımı yazıyorum.”
Ve o an içimde bir şey kıpırdadı —
Sanki küllerin arasından yeniden doğan bir kıvılcım gibi.
Artık Selma, aynı Selma değildi.
Artık ne Yusuf’un gözlerindeki karanlık, ne Aynaz’ın zehri, ne de geçmişin ağırlığı onu tanımlayabilirdi.
Belki yaralarım hâlâ kapanmamıştı.
Ama ilk kez, onları gizlemiyordum.
Çünkü bazı yaralar, insanı çirkinleştirmez.
Sadece olgunlaştırır.
Ben artık, küllerimle yaşamayı öğreniyordum.
Ve bu bana yetiyordu.
Her şeyin ardından gelen o sessizlik, bazen bir patlamadan daha gürültülü olur.
Okulun koridorlarında yankılanan kahkahalar, fısıltılar, ayak sesleri… Hepsi sanki bana değil de, benden kaçıyordu. Günlerdir sessizdim — sadece konuşmak istemediğim için değil, kelimelerin artık içimde bir yere dokunmaması yüzünden.
Aynaz okuldan atılmıştı. Gidişi sessiz, ama ardında bıraktıkları fırtına gibiydi. Olaydan sonra herkes konuştu, herkes bir şey söyledi ama ben hiçbirine kulak asmadım. Çünkü artık bir şeyleri savunmanın ya da anlatmanın anlamı yoktu. İnsanlar duymak istediklerini seçiyor, gerisini yok sayıyordu.
Yusuf… Onun gözlerindeki karışıklığı hâlâ unutmamıştım. Aynaz için endişelenmişti — bana değil, ona.
İlk başta kırıldım, sonra sadece içim boşaldı. O an anladım: bazı insanlar seni sevdiklerini söylerler ama kalplerinin yönü başkadır.
Gülşah yanımdaydı. Her zamanki gibi sakin, ölçülü ama koruyucu bir sessizlikle.
“İyisin, değil mi?” diye sordu bir sabah.
“İyiyim,” dedim.
Ama içimden geçen “iyileşiyorumdu”.
Çünkü ilk defa acının altına gömülmek yerine ondan doğrulmaya çalışıyordum.
Artık her sabah pencereden dışarı baktığımda, kendimi başkalarının gözlerinden değil, kendi gözlerimden görmeye çabalıyordum.
Okula gittiğimde başlar çevrilse bile artık utanç hissetmiyordum. Çünkü o olayların hiçbirinde suçlu ben değildim. Ve bunu ilk kez içimde kabullenebilmek, bir tür özgürlüktü.
Yusuf’un bakışlarını bazen uzaktan hissediyordum. Konuşmak ister gibiydi ama yaklaşamıyordu.
Bense artık o konuşmanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini biliyordum.
Kalbimin içinde bir yer, onu çoktan bırakmıştı.
Ona kızgın değilim artık — sadece yorgunum.
Bazı insanlar insanı yaralamak için değil, farkında olmadan eksiltmek için gelir. Yusuf da öyleydi.
Benim içimde bir şeyleri eksiltti ama aynı zamanda bana “nasıl tamamlanacağımı” da öğretti.
Artık defterlerime uzun yazılar yazmıyorum.
Sadece kısa cümleler…
Bir tanesinin sayfasında şu yazıyor:
“Küllerin arasından yeniden doğmak, önce yanmayı kabullenmekle başlar.”
Belki de ben artık küllerimin içinden sessizce yeniden doğuyorumdur.
Belki de bu sessizlik, bir son değil; yeniden başlamak için gereken nefesin kendisidir.
Gülşah bir gün yanımda otururken bana baktı:
“Selma, farkında mısın? Eskisi gibi değilsin.”
“Evet,” dedim, gülümseyerek. “Artık sessizliğim bile başka.”
O anda anladım — ne Yusuf’un bakışı, ne Aynaz’ın öfkesi, ne de insanların dedikoduları…
Hiçbiri artık içimde yer bulamıyordu.
Ben, kendi küllerimin arasından doğmuş, kendi sessizliğini kucaklayan biri olmuştum.
Ve bu defa kimse beni yakamayacaktı.
Gecenin geç bir saatiydi. Herkes uyumuş, evin içi o tanıdık sessizliğe bürünmüştü.
Masamın üzerinde, o defter duruyordu. Sayfaları arasında kurumuş yapraklar, buruşturulmuş notlar, gözyaşı izleri…
Hepsi birer anıydı — ama artık bana ait olmayan bir hayatın kalıntılarıydı.
Bir an durdum, elim sayfaların arasında gezinirken parmaklarım titredi.
O kadar çok şey yazmışım ki…
Yusuf’un adı, Aynaz’ın sözleri, kırgınlıklar, korkular…
Sanki her satırda bir parçam eksilmişti.
Sonra kalbimden geçen o sessiz kararı duydum:
“Artık taşımak istemiyorum.”
Defteri kapattım.
Pencereyi açtım; gece rüzgârı içeri doldu, soğuk ama temiz bir hava.
Bir kibrit çaktım.
Alevin küçük dansını izledim, önce zayıf, sonra kararlı.
Defteri pencerenin kenarına bıraktım, kibriti dokundurdum.
Kağıtlar çıtırtıyla yanmaya başladığında içimden bir yük kalktı sanki.
Alevler büyürken gözlerim doldu ama bu kez ağlamadım.
Bu gözyaşları hüzünden değil, bir veda rahatlığındandı.
“Hoşça kal,” dedim fısıltıyla.
“Artık seninle yaşamayacağım.”
Duman odanın içinde yükselirken, kalbimde bir şey değişti.
Yanık kâğıt kokusu tuhaf biçimde güzeldi — çünkü o koku, geçmişin küllere dönüşmesiydi.
Pencereyi kapattım.
Masama oturdum, yeni bir defter açtım.
Boş, bembeyaz, tertemiz sayfalar…
Kalemi elime aldım ve ilk cümleyi yazdım:
“Bu kez kimseye değil, kendime yazıyorum.”
Sayfanın köşesine küçük bir tarih düştüm.
23 Ocak 2024.
Küller dışarıda savrulurken, içimde ilk defa gerçek bir huzur vardı.
Belki de yeniden doğuş böyle bir şeydi:
Sessizlikte yanmak, sonra küllerin arasından kendi sesini bulmak.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
