"İnsan, kendine yalan söyleyebilen tek hayvandır."
Bazı insanlar gözlerini açtığında yeni bir güne başlar, bazıları ise bir gün öncesinin izleriyle uyanır. Ben ikinci gruptayım...
Zaman, insana en büyük oyununu oynardı; unutturur gibi yapar ama asla silmezdi. Ne kadar uzağa kaçarsan kaç, bazı anılar gölgen gibi peşinden gelirdi. Ve bazı sözler, kulağında fısıldayan bir yankı gibi asla susmazdı.
Pencerenin önünde durmuş, sokakta yürüyen insanlara bakıyordu. Kaldırım taşları ıslaktı. Demek ki yağmur yeni dinmişti. Hava soğuktu ama içindeki boşluk kadar değil. Soğuğun üşüttüğünü hissedebilirdi insan, ama içindeki boşluğun nasıl bir his olduğunu tarif edemezdi. Belki bir eksiklik, belki bir hüsran... Ya da belki de en çok, bir kandırılmışlık hissi.
Ona anlatılan her şeyin yalan olduğunu anladığında bir şok yaşamamıştı. Kalbi tek bir seferde kırılmamıştı. Çünkü insanlar, genellikle bir anda yıkılmazdı. Önce küçük küçük parçalar kopardı içlerinden. Önce bir kelimeyi sorgularlardı, sonra bir bakışı. Bir süre sonra, gözlerine bakarken dahi gördüklerinin sahte olup olmadığını anlamaya çalışırlardı. İşte en acısı da buydu; şüphe etmeye başladıysan, zaten çoktan kandırılmışsın demekti.
Derin bir nefes aldı. Pencereden uzaklaşırken, yere düşen gölgesi duvarda titredi. Artık bazı gerçekleri kabullenmeliydi, ama nasıl? İnsan, inandığı şeyin yalan olduğunu bile bile nasıl yaşamaya devam ederdi? Gerçekler değişmiyordu. Ama hisler… İşte onlar zamanla dönüşüyordu. Sevgi nefrete, umut hüsrana, güven korkuya dönüşüyordu. Ve en sonunda, insan ne hissettiğini bile unutuyordu.
İşte, o da unutmak istiyordu. Ama insan, en çok unutmak istediklerini asla unutamazdı.
Yatağın köşesine oturdu. Ellerini dizlerinin arasına sıkıştırdı. Odanın loş ışığı, duvarlarda silik gölgeler oluşturuyordu. Her şey fazlasıyla sessizdi. Sessizlik, bazen en yüksek çığlıktan bile daha rahatsız ediciydi. Çünkü sessizlikte insan, kendi düşüncelerinden başka bir şey duyamazdı. Ve düşünceler bazen en büyük cehennem olurdu.
Gözlerini kapattı. Nefes alıp verirken bile boğulduğunu hissediyordu. Kendine sorular soruyordu ama cevaplarından korkuyordu. "Nasıl bu kadar saf oldum? Nasıl bu kadar inandım?" Cevapların can acıttığını bildiği için, kendini kandırmanın yollarını arıyordu. Ama o kadar yorulmuştu ki, ne düşünmeye ne de kaçmaya gücü kalmıştı.
Saat gece yarısını geçiyordu. Uyuması lazımdı ama uyku, bazen en uzak şeydi. Zihni sustuğu an, kalbi başlıyordu konuşmaya. "Bitti" demek istiyordu. Ama bitmiyordu. Gerçekler bitmezdi. Hisler de kolay kolay ölmezdi. En çok da umut, insanın peşini bırakmazdı.
Ve işte en acısı buydu. Hâlâ içinde bir yerde, bütün bunların bir rüya olduğuna inanmak isteyen bir parçası vardı. Birisi gelip, "Yanıldın. Her şey bir yanılgıdan ibaretti." dese, inanacak gibiydi. Ama kimse gelmeyecekti.
Gerçekler, ne yaparsan yap değişmeyecekti. Ve insan, en çok kendi gerçeğine mahkum olurdu.
Saatin tiktakları, oda içinde yankı yaparak geçmişin bir parçası gibi hissediliyordu. Her saniye, içinde birikmiş duyguları biraz daha zorlayarak, bir anlamda onu sıkıştırıyordu. Gerçekler, düşündüğünden daha acıydı, ama yine de onları kabul etmek zorundaydı. İçinde hapsolmuş bir boşluk vardı ve o boşluk, her geçen gün biraz daha büyüyordu. Ne zaman ona baksa, sanki bir delik gibi, her şeyin içine çekilmesine neden olacak kadar büyük bir boşluk.
Bir zamanlar, hayatta her şeyin bir anlamı olduğuna inanmıştı. Ama şimdi, anlamlar sadece kelimelerden ibaretti. Her şey anlamsızdı, hatta zamanın bile. Anıların kesik kesik geldiği o anlarda, geriye sadece bir hüsran kalıyordu. Ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Bir şeyleri değiştirebilseydi, belki her şey başka olurdu. Ama artık yapacak hiçbir şey yoktu. O kadar yorulmuştu ki, ne geçmişi ne de geleceği düşünmek istiyordu.
Bir anda, bir düşünce belirdi zihninde. Bir anlığına, tüm bu sessizliği ve karanlığı kırmak için bir şey yapma arzusuyla doldu. Kendini yavaşça yatağından kaldırdı, ayakları zemini soğuk hissettirdiğinde içindeki donmuşluk biraz daha derinleşti. Etrafındaki her şey ona tanıdık geliyordu ama hiçbiri gerçek değildi. O an fark etti ki, her şey sadece bir parça gerçekti, gerisi hayaletlerdi.
Gözleri pencereye kaydı, dışarıda hala karanlık vardı. Ama bu karanlık, gece değil, içindeki boşluğun bir yansıması gibiydi. Dışarıda yağmur yağmıyor, ama içinde bir fırtına kopuyordu. Kendini, bir zamanlar sevinçle bakıp güvendiği dünyadan uzaklaşmış hissediyordu. Ne kadar kaçsa da, geriye dönüp bakmak zorundaydı. Ve en kötüsü, ne kadar çabalarla uzaklaşmaya çalışsa da, o geçmiş asla onun peşini bırakmayacaktı.
"Bu kadar acı niye?" diye sordu kendine.
Bir cevap bulamadı. Sessizliğin derinliklerine daldı. O an, hayatın bazen sadece bir anlık bir duygudan ibaret olduğunu fark etti. O duygular, bir zamanlar ona güç verirken, şimdi onu yıkıyordu.
Zihninde dönen düşünceler, arkasında kırık dökük izler bırakıyordu. Ne de olsa, kırık bir kalp her zaman içindeki boşluğu hissettirirdi. Ve belki de, içindeki boşluğun ne kadar büyük olduğunu hissedebilen tek şey, bir zamanlar inanıp güvenmiş olduğu o yalanlardı.
Gerçekten insan bu kadar mı saftı? Gerçekten insan kanabilen, kandırılabilen bir varlık mıydıı?
Belki de insanın saflığı, en derin duygularının bir sonucudur. Her şeyin berrak ve net olduğu bir dünyada yaşamak, çoğu zaman insana umut ve güven verir. İnsanın bu güveni, bazen başkalarına dair duyduğu iyimserlik, bazen de kendi içindeki iyi niyetle şekillenir. Ama bu saflık, aslında bir savunma mekanizmasıdır. İnsanın, dünyayı olduğu gibi görmek yerine, daha iyi ve anlamlı bir hale getirmeye çalışmasıdır. Ve bu çaba, ona zarar verebilir.
Kandırılmak, sadece yalanlar ve aldatmacalarla ilgili değildir. Bazen, insanın kendisine bile inandığı yalanlar vardır. Kendi doğrularını, sevgisini, umutlarını öylesine güçlü savunur ki, bunların yanlış olduğunu görmesi bile oldukça zor olur. Bu, insanın kendine ve başkalarına olan güvenini kaybetmeden dünyaya karşı açılmaya devam etmesinin bir şeklidir.
Gerçekten de, insanlar kandırılabilen varlıklardır. Çünkü hepimiz, duygularımızla ve içsel arayışlarımızla yönlendiriliriz. Kandırılmak, aslında bir çeşit aldanma değil, bir çeşit inançtır; insan, bir şeyin doğru olduğuna inandığında, gerçeği göz ardı etme eğiliminde olabilir. Bu, bir şekilde insanın doğasında vardır—zayıf olduğu anlarda, bazen başkalarına kendini açık eder ve inandığı şeylere tutunur.
Ve belki de, bu kadar saf olmak, insanın en insani tarafıdır: umut, sevgi ve güven içinde yaşama isteği. Bazen, bu saflık bizi hayal kırıklığına uğratabilir, ama aynı zamanda insan olmanın da temelidir.
Ya da bir zaman sonra kandıran taraf olursun. Başlangıçta o saflığı, o güveni, o iyimserliği taşırken birden bire, fark etmeden, kendini bir başkasını yanıltırken bulabilirsin. İnsan bazen, kendini savunmak için, güvende hissetmek için, başkalarını manipüle etme yoluna gidebilir. İlk başta, belki de niyetin sadece hayatta kalmak, kendi varlığını sürdürebilmek, bir şekilde kontrolü elinde tutmak olur. Ama bir noktadan sonra, manipülasyon bir alışkanlık halini alır ve insan, başkalarının inançlarını sarsarken kendi doğrularını yaratmaya başlar.
Ve işte bu noktada, insan hem kandırılabilen hem de kandıran biri olabilir. Kendi içinde bir denge kurarak, başkalarının hislerini ve düşüncelerini şekillendirirken, bir yandan da kendi zayıflıklarını örtmeye çalışır. Kandıran kişi, genellikle kendi boşluklarını, korkularını, eksikliklerini doldurmak için başkalarını manipüle eder. Ve belki de, sonunda o kadar kaybolur ki, ne kendisini ne de başkalarını tanıyacak durumda olur.
Bazen, kandıran taraf olmak, kendini güçlü hissetme arzusunun bir yansımasıdır. İnsan, başkalarına hükmetmek ve onların güvenini manipüle etmek için, daha derin bir yalnızlık ya da kaybolmuşluk duygusuyla savaşır. Kandıran kişi, bir tür kontrol arayışına girer, çünkü belki de kendi dünyasında kontrolü kaybetmiştir. Fakat en büyük yanılgı, bu kontrolün aslında tamamen illüzyon olduğudur. Bir kişiyi kandırmak, yalnızca geçici bir güç sağlar, ama kalıcı bir iç huzur veya gerçek güven yaratmaz.
Sonunda, her iki taraf da birbirini kandırmış olur. Ve belki de, asıl büyük soru şu olur: İnsan kendini kandırırken, gerçekten kendisini tanıyabilir mi? Ve ya da, gerçekten ne zaman başkalarını kandırıyorsan, aslında kendini kandırmış oluyorsun? Bu ikilik, insanın varoluşunun karmaşıklığının bir parçasıdır—hem saf hem de kurnaz, hem inanan hem de inandıran...
Benim hikayem de böyle bir durumdan başladı...
Okur Yorumları | Yorum Ekle |