17. Bölüm

Satırların Altında

Lily
soniamarryrose

“Karanlıktan çıkmak bazen imkânsız değildir, ama ışığa döndüğünde artık aynı insan olamazsın.”
Sylvia Plath

 

O geceden sonra uyuyamadım. Yusuf’un cümleleri, zihnimin kıvrımlarına kazınmış gibiydi.
“Ben korkmuyorum. Çünkü ben zaten her şeyimi kaybettim.”

Bu ne demekti? Birini mi kaybetmişti?
Yoksa... bir şey mi?

Bunu düşünmek istemedim ama düşüncelerim durmadı. Sabaha kadar dönüp durdum yatakta. Her cümlesini yeniden okudum zihnimde. Her birinde bir şey gizliydi sanki. Bir sır, bir gölge, bir suç...

Ertesi gün okulda onu gördüğümde içim titredi. Yusuf, her zamanki gibi sessizdi. Ama artık o sessizlik bana başka bir anlam taşıyordu. Sanki herkesin göremediği bir duvarın arkasında yaşıyordu. O duvarın arkasında ne olduğunu biliyordum artık — ya da öyle sanıyordum.

Koridorda yürürken kulağıma yine bir dedikodu çalındı:
“Selma’yla Yusuf sevgiliymiş.”
“Yok artık kızım, görmemişler mi teneffüste yan yanaydılar?”
“Ben demedim mi zaten, o sessiz çocuk birine tutulmuş diye?”

Her seferinde içimde bir şey çatlıyordu. Artık sadece söylentiden ibaret değildi bu.
Kasıtlıydı. Ve kimin yaptığını biliyordum.
Aynaz.

Onun o yapmacık gülüşünü, insanları birbirine düşürmekten aldığı garip keyfi tanıyordum. Ama bir şeyi anlayamıyordum — neden Yusuf?
Aralarında ne vardı?

Öğle arasında Yusuf kantindeydi. Yanında kimse yoktu.
Ama Aynaz uzaktan onu izliyordu. Birini inceler gibi değil…
Bir şeyi kontrol eder gibi.

Ben de izledim.
Yusuf’un ifadesiz yüzü, Aynaz’ın gizli bakışları.
Aralarında görünmeyen bir bağ vardı sanki.
Sessiz ama tehlikeli bir bağ.

O an içimde bir ses yankılandı:
“Yusuf’un karanlığı sadece yazılarında değil.”

Akşam olduğunda Lina yine çevrimiçi göründü.
Ben.
Fake hesap.
Bir nevi maskem artık.

— Yazdıklarını düşündüm.
— Hangi kısmını?
— İnsanların kaçtığı karanlık taraflardan bahsettin ya… Sen hiç kaçtın mı?
— Ben? Hayır. Ama birilerinin kaçtığını gördüm.
— Kim mesela?
— Kaçan biri, sonunda hep yakalanır. İsim vermeye gerek yok.

İçim ürperdi. Bu sadece bir cümle değildi. Sanki bana söylüyordu. Sanki biliyordu.

Ellerim klavyede duraksadı.
“Yoksa... kim olduğumu fark etti mi?”

Ama yazmadım. Sadece ekrana baktım.
Yusuf çevrimdışı oldu.

O an anladım. Artık sadece bir dedikodu değil bu.
Bir oyunun içindeydim.
Kimin başlattığını biliyordum, ama kimin bitireceğini — bilmiyordum.

Geceleri uykum kaçıyor artık. Her defasında Yusuf’un cümleleri geliyor aklıma.
“Sadece kaçınan insanlar vardır.”
Ben de kaçıyor muyum? Kendimden mesela?

Telefon elimde, ekran simsiyah. Yansımada yüzüm solgun, gözlerimin altı mor. Ama bana yabancı gelen şey bu değil. Yabancı olan… yüzümdeki ifade.
Soğuk. Donuk.
Sanki ben değilim.

Son zamanlarda tuhaf düşüncelerim var. Bazen birini görünce, onun içindeki karanlık yanını hayal ediyorum.
Gülümseyen birini görünce, diyorum ki:
“Acaba bu gülümsemenin arkasında ne saklı?”
Yusuf’un yazdıkları gibiyim artık. Gözlerim, insanların içini kazıyor.

Korkuyorum bundan. Ama bir yanım... bundan hoşlanıyor.

Bugün derste hocamız “kendinizi üç kelimeyle tanımlayın” dedi. Kalemimi tuttum ama yazamadım.
Çünkü hangi ben’i anlatmam gerekiyordu?
Sessiz olanı mı?
Kızgın olanı mı?
Yoksa... içimde kıpırdanan o karanlık tarafı mı?

Yanımdaki Gülşah “merhametli, sabırlı, duygusal” yazmış.
Ben kağıda baktım ve elim kendiliğinden üç kelime karaladı:
Kırılmış. Soğuk. Gözlemci.

Ne zaman böyle oldum bilmiyorum.
Belki de Yusuf’la o lanet yazışmalar başladığında.
Belki de hep böyleydim, sadece fark etmemiştim.

Akşam eve geldiğimde, defterimi açtım. Yusuf gibi yazmak istedim. Ama kelimeler benden korktu. Bir süre boş sayfaya baktım.
Sonra kalemim kendi kendine yazmaya başladı:

“Karanlık bazen bulaşıcıdır.
Okudukların seni değiştirmez sanırsın, ama satırlar seni içten içe kemirir.
Yusuf, senin karanlığın bana da bulaştı.”

Yazdığım an titredim.
Çünkü ilk defa birini suçlamıyor, bir şeyi kabul ediyordum.
İçimdeki boşluğu.
Sanki uzun süredir orada bekliyormuş da ben yeni fark ediyormuşum gibi.

Fake hesapla ona tekrar yazdım, sırf bu hissi ölçmek için:
— Sence herkesin içinde karanlık bir taraf var mı?
Bir süre cevap gelmedi.
Sonra yazdı:
— Herkesin var. Ama kimileri onu seviyor, kimileri inkâr ediyor.
— Peki sen?
— Ben onu sevdim. O da beni.

Cümle içime oturdu. Derin bir nefes aldım.
“Ben de mi seviyorum artık?”
Korkunç bir düşünceydi ama gerçekti. Karanlıkla bir bağ kuruyordum.
Yusuf’unki kadar derin değil belki… Ama başlangıcı benzerdi.

Ve o an fark ettim:
Belki de insanlar karanlığa düşmez. Sadece onunla göz göze gelir. Ve bazıları, gözlerini kaçırmaz.

Dedikodu, kelimelerden çok daha hızlı yayılırdı.
Selma bunu anlamıştı.
Ve bu kez, o sessizliğiyle değil; sessizliğin arkasında planladığı bir cümleyle cevap verecekti.

Okulun bahçesinde yürürken Gülşah’a dönüp hafifçe fısıldadı:

“Bir şey duydum. Diyorlar ki Aynaz, Yusuf’a gizli gizli mesaj atıyormuş.”

Gülşah’ın gözleri büyüdü.

“Ciddi misin?”
Selma omuz silkti.
“Ben bir şey demedim. Sadece duydum. Hem doğru olsa bile kimseye söyleme.”

Söz, sabah serinliğinde uçtu gitti — ama yankısı koridorlarda çoğalmaya başladı.
Bir günde değil, birkaç saatte.
Kahkahalar, fısıltılar, “duydun mu?”larla karıştı.
Selma hiçbir şey olmamış gibi davrandı.
Ama içten içe biliyordu:
Bir taş atmıştı suya.
Ve halkalar büyüyordu.

O gün derste Yusuf, birkaç sıra önde oturuyordu.
Selma, onun başını masaya yaslayışını, bazen kalemini dişlerinin arasında çevirdiğini izledi.
Sanki bir şeylerden habersizdi.
Ama o yüz…
Artık onda o eski huzuru göremiyordu.
Yusuf’un gözlerinde bir yorgunluk, belki de bir şüphe vardı.
Sınıfın içinde yankılanan sessiz bir “farkındalık” gibi.

Selma fark ettirmeden nefesini tuttu.
Bir an içinden şu düşünce geçti:

“Acaba o da benim gibi mi? Kimin, neyi yaydığını anlamaya mı çalışıyor?”

Ama sonra kendini durdurdu.
Bu düşünce artık onu rahatlatmıyordu.
Tam tersine, zehir gibi yavaşça yayılıyordu.

Teneffüste koridordan geçerken Aynaz’ı gördü.
Gülüp eğleniyordu, sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Selma’nın içinde hem öfke hem de garip bir tatmin duygusu kabardı.
Aynaz’ın gülüşü, sanki sahte bir maskeydi — ama bu maskenin altında ne olduğunu sadece o biliyordu artık.

“Henüz bilmiyor,” diye düşündü.
“Ama bir gün duyacak. O gün geldiğinde ben sessizce izleyeceğim.”

O gece yatağına uzandığında pencereden dışarı baktı.
Gökyüzü, griyle lacivert arasında sıkışmıştı.
Tam da kendisi gibi.
Bir yanıyla suçlu, diğer yanıyla haklı hissediyordu.
Kendine sordu:

“Ben sadece intikam mı alıyorum? Yoksa adaleti mi sağlıyorum?”

Cevap gelmedi.
Ama bir ses vardı içinden gelen — Yusuf’un sözlerine benzeyen bir ses:

“Gerçekle yalan arasında çizgi yoktur. Sadece nedenini bilmeyen insanlar vardır.”

Selma ürperdi.
Telefonunu eline aldı.
Fake hesabına girdi.
Yusuf hâlâ çevrimiçiydi.
Kısa bir mesaj attı:

— Bu gece yazacak mısın yine?
— Belki. Kafam karışık biraz.
— Neden?
— İnsanlar hakkında düşündüklerimle, onların bana yaptıkları arasında fark yok artık.
— Yani?
— Belki de herkes hak ettiği karanlığa sahip.

Selma’nın kalbi hızlandı.
Bir anlığına yazacak gibi oldu: “Karanlık bulaşıcıdır, Yusuf.”
Ama yazmadı.
Sadece ekrana baktı, uzun bir süre.

Sonra telefonu kapattı, yorganı üzerine çekti.
Karanlık, artık odanın dışında değil, içindeydi.
Ve bu kez korkutmuyordu.
Sadece sessizce büyüyordu.

Artık her şey yerli yerine oturmuş gibiydi. Dedikodunun kaynağını bulmuştum: Aynaz.
Ama bu bilgiyle ne yapacağımı henüz bilmiyordum. Onu hemen yüzleşmeye mi çağırmalıydım, yoksa sessiz kalıp kendi oyunumu mu oynamalıydım?

O, yayılan yeni söylentilerden habersizdi.
Şimdi okulun her köşesinde bir fısıltı vardı — “Aynaz Yusuf’a aşıktı da Selma’yı kıskandı.”
Ben sadece dinliyordum.
Kafamı çevirip sıradan bir öğrenciymiş gibi davranıyordum ama içimdeki soğukkanlılık, sanki yeni bir ben yaratmıştı.

Yusuf’un yüzüne baktığımda onun da bu dedikodulardan haberi olduğunu hissediyordum.
Biraz huzursuzdu.
Ama konuşmuyordu.
Sanki kelimeleri yutsa da gözleri her şeyi anlatıyordu.
O bakışlarda hem suçluluk hem de korku vardı — ama neden?

Aynaz ise hâlâ çevresine gülümsüyor, hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.
Oysa arkasından esen rüzgar değişmişti.
Kızlar fısıldaşıyor, erkekler imalı imalı gülüyordu.
Ben yalnızca izliyordum.
Her şeyi başlatan kız, şimdi kendi kurduğu oyunun içinde kayboluyordu.

Ve ben, ilk kez sessizliğin bu kadar güçlü bir silah olduğunu anlıyordum.
Konuşmuyordum, ama herkes beni konuşuyordu.

Okul koridorları artık sessiz görünüyordu ama ben biliyordum; o sessizlik, sadece fırtınadan önceki sessizlikti.
Dedikodular hâlâ canlıydı. Kimi sessizce fısıldıyor, kimi imalı bakışlar atıyordu.
Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyordu. Sadece izliyordum — soğukkanlı, mesafeli, ama içten içe hesap yapan biri gibi.

Aynaz, o son birkaç gündür değişmişti.
Gülüşlerinde bir huzursuzluk vardı artık.
Her zamanki gibi yüksek sesle konuşmaya devam ediyor, kalabalıkta kahkahalar atıyordu, ama gözleri birini arıyordu.
Beni.

Ders aralarında koridorda yürürken bakışlarını üzerimde hissediyordum.
Yüzüme değil de sanki içime, düşüncelerimin arasına bakıyordu.
Sanki “sen yaptın” demek istiyordu ama emin olamıyordu.
Bu belirsizlik onu delirtmeye başlamıştı.
İşte o an, içimde bir huzur belirdi.
Sessizlik bir silahtı ve ben onu ustaca kullanıyordum.

Bir gün teneffüste yanıma geldi.
Elinde telefon, sahte bir rahatlıkla konuşmaya başladı.
“Şu dedikodular iyice saçma bir hal aldı, değil mi Selma?” dedi.
Ben gülümsedim.
“Evet, insanlar boş konuşmayı seviyor,” dedim, gözlerimi onunkilere dikmeden.
O an yüzündeki ifadeyi unutamam.
Bir anlık duraksama, sonra zorlama bir kahkaha.
Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı ama neyin ters olduğunu hâlâ çözemiyordu.

Bir sonraki günlerde davranışları daha da garipleşti.
Sınıfta defalarca bana dönüp baktığını yakaladım.
Konuşurken sesindeki o sahte rahatlık kaybolmuştu; cümlelerinin arasında ince bir tedirginlik saklıydı.
Hatta bir keresinde Yusuf’a bile yaklaştı — ama onunla ne konuştuğunu bilmiyorum.
Sadece uzaktan izledim.
Yusuf’un kaşlarını çatışını, sonra uzaklaşışını.
Bir şeyler olmuştu, ama ne?

Kafamın içinde yankılanan tek bir ses vardı:
“Devam et Selma, biraz daha sessiz kal.”

Çünkü sessiz kaldıkça o daha çok konuşuyor, daha çok hata yapıyordu.
Kendi ağını kendi elleriyle sıkılaştırıyordu.
Ben ise sadece gülümsüyordum.
Artık onun paniğini, küçük hareketlerinden okuyabiliyordum:
Saçını sık sık düzeltmesi, tırnaklarını kemirmesi, arkadaşlarının arasındayken bile göz ucuyla beni takip etmesi.

Bir gün tuvalette aynaya bakarken onu arkamda gördüm.
Sanki tesadüfmiş gibi yaptı.
“Selma, şey… insanlar saçma şeyler söylüyor, değil mi?” dedi.
Sesinde çatlak bir korku vardı.
Ben rujumu sürdüm, aynadan göz göze geldik.
“İnsanlar hep konuşur, Aynaz. Ama bazıları kendini korumayı bilmez.”
Söyleyip çıktım.
Arkamdan seslenmedi.
Sadece sessizlik.

O gün eve dönerken pencereden dışarıya baktım.
Yağmur yağıyordu.
Her damla camı döverken, sanki içimdeki karanlığı yıkayıp yerine daha derin bir dinginlik bırakıyordu.
Artık korkmuyordum.
Artık utanmıyordum.
Sadece izliyordum.
Ve içimden sessizce fısıldadım:

“Bazen sustukların, sözcüklerden daha çok şey anlatır.”

Sabah olunca okula gittim her zamanki gibi.

Fakat garip bir hava vardı.

Artık Aynaz’ın yüzündeki o huzursuzluk saklanamaz hale gelmişti.
Koridorda yürürken bile gözleri sürekli birilerini arıyor, sonra bana takılıyordu.
Fısıltılar çoğalmıştı — ama bu kez konunun merkezinde o vardı.
Kendi oyununa kendi adı bulaşmıştı.
Ne ironik, değil mi?
Kendini temize çıkarma çabasıyla daha çok batıyordu.

O gün dersten çıkarken duydum.
Arkamdaki iki kız kısık sesle konuşuyordu:
“Galiba Selma yapmış… Ama neden?”
“Kim bilir, belki intikam alıyordur.”
Sözler havada asılı kaldı, ama ben yürümeye devam ettim.
Hiçbir şey olmamış gibi.
Sanki içimde hiçbir şey kıpırdamamış gibi.

Ama Aynaz artık dayanamaz hale gelmişti.
O öğle arasında yanıma geldi — herkesin ortasında.
Yüzü kıpkırmızıydı, sesi titriyordu ama hâlâ saldırgan bir kibirle konuşuyordu.

“Sen yaptın, değil mi?!” dedi.
“Bütün bu saçma dedikoduları sen çıkardın! Yusuf’la aramı bozmak istiyorsun, değil mi?”

Bir an gözlerimi kaldırdım, bakışlarımız çarpıştı.
Etrafımızda bir halka oluştu; herkes izliyordu.
İçimdeki öfke kıpırdandı ama bastırdım.
“Ben kimsenin arkasından konuşmam, Aynaz. Herkes kendi yalanının altında ezilir,” dedim.

Ama o dinlemedi.
Sözleri daha keskinleşti, dili daha zehirli hale geldi.

“Sen kendini ne sanıyorsun ha?! Yusuf sana dönüp bile bakmazken sen hâlâ bir şey mi umuyorsun?!
Herkes biliyor Selma, senin içten içe onu istediğini!”

İçimden bir şey koptu o an.
Sakin kalmaya çalışıyordum ama ellerim istemsizce sıkıldı.
Bir an sessizlik oldu.
Sonra dudaklarım, düşünmeden hareket etti:
“Belki de senin korkun, onun gerçekten bana dönüp bakmasıdır.”

Söz ağzımdan çıkar çıkmaz etraf dondu.
Aynaz’ın yüzündeki ifade, bir anlık şaşkınlıktan sonra öfkeye dönüştü.
Göz bebekleri büyüdü.
Elini kaldırdı.
Bir anda üzerime yürüdü.

Bağırışlar, itişmeler, birkaç kişi araya girmeye çalıştı ama o beni yakalamıştı bile.
Parmakları kolumdaydı, tırnaklarını hissettim.
O anda Yusuf’un sesi duyuldu:
“Yeter artık! Aynaz, dur!”

Yusuf araya girdi, bizi ayırmaya çalıştı.
Kalabalık büyüyordu, nefesim sıklaşmıştı.
Aynaz hâlâ bağırıyordu, sesinde öfke değil panik vardı artık.
“Her şeyi o yaptı, ben biliyorum!” diye çığlık attı.

Yusuf elini koluma koydu, beni geri çekti.
“Selma, git buradan,” dedi.
Ama gitmedim.
Sadece baktım.
Aynaz’ın gözlerinin içine, korkunun en saf haline baktım.

Ve o an, içimden bir ses fısıldadı:

“Korku bazen adaletten daha keskindir.”

Sonra döndüm.
Koridorun sonuna kadar yürüdüm, kimseye bakmadan.
Arkamdan yankılanan sesleri duymuyordum artık.
Sadece kendi kalp atışlarımı — düzenli, sakin, ama derinden gelen bir ritimle.

Artık bitmişti.
Ve ben suskunluğumla onu çoktan yenmiştim.

Kavgadan sonraki günler, okulun duvarları daha sessizdi.
Ama bu sessizlik, rahatlatan cinsten değildi.
Sanki herkes nefesini tutmuş, yeni bir fırtınayı bekliyordu.
Ben ise sadece görünmez olmaya çalışıyordum.

Ta ki Yusuf yanıma gelene kadar.

O gün son dersin çıkışında beni bahçede yakaladı.
Ses tonu alışıldık o dingin hâlindeydi ama içinde bir kararsızlık gizliydi.

“Selma, bir dakikan var mı?”
Gözlerimi kaçırdım. “Yorgunum Yusuf, sonra konuşalım.”
“Hayır, şimdi konuşmamız lazım,” dedi.
Sesinde alışık olmadığım bir kararlılık vardı.

Beni okulun arka bahçesindeki banklardan birine götürdü.
Etraf sessizdi, rüzgar ağaç yapraklarını hışırdatıyordu.
Bir süre ikimiz de konuşmadık.
Sonra o başladı:

“Selma… O gün olanlar. Neden bu kadar büyüdü bilmiyorum ama ben senden bir şey duymak istiyorum. Gerçekten sen mi başlattın o dedikoduları?”

Kalbim sıkıştı.
Bu sorunun geleceğini biliyordum ama yine de hazırlıksızdım.
Yüzüne baktım — hâlâ o sakin, anlayışlı ifadeyi taşıyordu.
Beni suçlamıyor gibiydi.
Sadece anlamaya çalışıyordu.

Derin bir nefes aldım.
“Hayır, Yusuf. Ben kimse hakkında konuşmadım,” dedim.
“Ben sadece… olayların içine çekildim.”

Yusuf başını hafifçe salladı, yüzünde bir inanmışlık belirdi.
“Ben de öyle düşünmüştüm,” dedi sessizce. “Sen öyle biri değilsin.”

O an boğazımda bir düğüm oluştu.
Keşke gerçekten öyle olsaydım.
Ama bazen kendini korumak için sessizlik bile bir yalan olurdu.

Yusuf bir süre daha oturdu.
“Biliyorsun, insanlar kolay inanır. Ama ben kimseyi bir söylentiyle yargılamak istemem.”
“Biliyorum,” dedim. “Ama bazen sessiz kalmak da yetmiyor.”
O an bana baktı. Gözlerinde tanıdık bir şey vardı — anlayışla karışık bir hüzün.
“Sen güçlü birisin, Selma,” dedi. “Ama her şeyi içine atma. Kendi duvarlarında kaybolma.”

Bu cümle içimde yankılandı.
Kendi duvarlarım.
Evet…
Ben o duvarların arasına gizlenmiş bir sır gibiydim artık.

Sonra aramızda uzun bir sessizlik oldu.
Yusuf kalktı, ellerini cebine soktu, gitti.
Arkasından baktım.
Adımlarının sesi, bahçedeki sessizliği yırtarken, içimde tuhaf bir boşluk bıraktı.

Zaman geçti.
Günler haftalara karıştı.
Dedikodular azaldı, koridorlardaki bakışlar sıradanlaştı.
Ama Yusuf’la aramızda bir şey eksilmişti.
Eskisi kadar konuşmuyorduk.
O bazen uzaktan bakıyor, bazen tamamen kayboluyordu.

Ben ise artık onu anlamaya çalışmıyordum.
Sadece izliyordum.
Tıpkı o gece, Lina olduğum zamanlarda yaptığı gibi.
Belki de kader, bana aynı rolü geri veriyordu:
Birini anlamaya çalışırken yavaşça kendimi kaybetmek.

Ve bir gece, defterimin sayfasına şu cümleyi yazdım:

“Bazı insanlar gerçeği değil, inandıkları yalanı sevmeyi tercih eder.
Çünkü o yalan, onları incitmez.”

Yusuf bana inanmıştı.
Ama ben artık kendi yalanıma inanmayı öğreniyordum.

Okulun arka bahçesi o gün normalden sessizdi.
Hava ağırdı, gökyüzü kurşuni.
İçimde garip bir huzursuzluk vardı ama nedenini bilmiyordum.
Sanki bir şey olacakmış gibi.

Tenefüs zili çaldı.
Çantamı alıp koridora çıktım.
İşte o an onları gördüm — Aynaz ve yanındaki kalabalık grup.
Beş, belki altı kişi.
Kızlar.
Ama yüzlerindeki o ifadede hiçbir masumluk yoktu.

Göz göze geldik.
Aynaz’ın gülümsemesi inceydi, zehir gibi.
“Kaçıyor musun Selma?” dedi yüksek sesle, herkesin duyacağı şekilde.
“Yoksa bu sefer de fake hesabınla mı yazacaksın?”

Bir an herkesin bakışı bana döndü.
Boğazım kurudu.
“Ne diyorsun sen?” dedim.
Sesim titriyordu ama belli etmemeye çalıştım.

“Ne mi diyorum?”
Adımlarını bana doğru attı.
“Yusuf’la ilgili her şeyi karıştırdın. Dedikodu çıkardın, sonra da sanki masummuşsun gibi davrandın. Herkes biliyor artık.”
Arkadan biri güldü.
Bir diğeri, “Kendini ne sanıyorsun ki?” diye fısıldadı.

Geri çekildim.
Kalbim deli gibi atıyordu.
“Ben hiçbir şey yapmadım,” dedim.
Ama onlar çoktan kararlarını vermişlerdi.

Aynaz eliyle bir işaret yaptı.
Hepsi birden üzerime yürüdü.
Gözlerim karardı, ellerim titredi.
Çantamı önüme siper etmeye çalıştım ama bir tanesi itekledi.
Sendeledim.

“Beni rahat bırakın!” dedim.
Ama sesim gürültü arasında kayboldu.

Biri saçımı çekti, diğeri kolumdan tuttu.
O anda içimdeki korku yerini bir savunma içgüdüsüne bıraktı.
Kendimi kurtarmaya çalıştım.
Birini ittim, birinin kolunu tuttum, ama Aynaz’ın gözü dönmüştü.

Bir anlık bir refleksle kolunu kaldırdı — yumruğu burnuma indi.
Bir sıcaklık hissettim, sonra yanaklarımdan aşağıya doğru akan sıcak bir sıvı.
Kan.
Burnumdan kan geliyordu.

“Yeter!” diye bağırdım ama kimse durmadı.
Bir tanesi beni yere itti, tozun ve ayak seslerinin arasında nefes alamadım.
Çevredeki kalabalık artıyordu — bazıları izliyor, bazıları telefonuna bakıyordu.

Sonra bir ses.
Bir yetişkin sesi.
“Ne oluyor burada!”
Bir öğretmen — koşa koşa geldi, ardından müdür yardımcısı.
Bir anda kalabalık dağıldı, Aynaz geri çekildi, yüzünde pişmanlıktan çok öfke vardı.

Elimi burnuma bastırdım.
Titriyordum.
Hoca kolumdan tuttu, beni ayağa kaldırdı.
“Selma! İyi misin kızım?”
Cevap veremedim.

Sonra kalabalığın arasından bir figür belirdi.
Yusuf.

Gözleri dehşetle açılmıştı.
Yavaşça yanıma geldi.
Elini uzatmak istedi ama ben refleksle geri çekildim.
O an yüzündeki ifade… sanki bütün dünyası altüst olmuş gibiydi.

“Aynaz! Ne yaptın sen?” diye bağırdı.
Ama Aynaz sessizdi.
Sadece yere bakıyordu, dudaklarını ısırmıştı.

Beni hemşire odasına götürdüler.
Pamuk, serum kokusu, kan ve sessizlik.
Yusuf kapının önünde bekliyordu.
Ben içeride oturuyordum — bir sandalye, bir pamuk, bir sessizlik.

Burnumun yanması geçmişti ama içimde bir şey kırılmıştı.
Gururum, inancım, sabrım… hepsi birbirine karışmıştı.
Kendimi aynada gördüm: solgun, kanlı, yorgun bir yüz.

Ve o an içimden şu cümle geçti:

“Bazen bir yumruk, yalnızca kemiği değil, insanın sessizliğini de kırar.”

Yusuf içeri girdiğinde, aramızda sadece bir bakış geçti.
Hiçbir şey söylemedim.
O da sormadı.
Ama o bakışta her şey vardı — öfke, suçluluk, utanç ve korku.

Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Ne Yusuf’la, ne Aynaz’la, ne de benimle.

 

Bölüm : 11.10.2025 19:53 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...