15. Bölüm

Sessizliğin Ardından

Lily
soniamarryrose

“Ve gün geldiğinde, gitmekten daha cesurca olan tek şey; kalmaktı.”
Albert Camus

 

Sabah, perdelerden sızan solgun ışıkla uyandım. Odanın içi, dün geceki düşüncelerimin yankısıyla hâlâ ağırdı. Defterim masanın kenarında, kalemimse yerdeydi. Sanki ben değil de, benden başka biri yazmış gibiydi o satırları. Her kelime, uykumla gerçeklik arasındaki çizgiyi biraz daha bulanıklaştırmıştı.

Yatağın içinde doğrulurken pencereden dışarı baktım. Gökyüzü ne tam griydi ne de mavi; arada bir yerde, tıpkı benim gibi kararsızdı. Düşüncelerim dün geceden kalma bir sessizlikle birbirine dolanmıştı. “Ben kimim?” diye sordum kendime. İpek Derin gibi mi hissediyorum, yoksa Selma Çiçek olarak mı yaşıyorum hâlâ?

Bir süre öylece oturdum. Zihnimde filozofların cümleleri dolandı:

“Kendini bil,” diyordu Sokrates.
“Ama ya ben, kendimi bilmek istemiyorsam?”

Kendi kendime gülümsedim.
Bilmek bazen iyileştirmezdi, sadece daha çok kanatırdı insanı.

Okula gitmek için hazırlanırken, aynada yüzüme baktım. Gözlerimin altındaki morluklar birer uykusuzluk izi değil, düşüncenin gölgesi gibiydi. Dişlerimi fırçalarken bile aklımdan o defterin sayfaları geçiyordu — “Dünyadan Uzak.”
Ne tuhaf bir isim.
Ama belki de herkes, biraz dünyadan uzak yaşamak istiyordur.

Çantamı alırken kendi kendime fısıldadım:
“Bugün sessizliği değil, kelimeleri dinleyeceğim.”

Ve kapıdan çıktım.
Sokakta sabahın serinliği yüzüme vurdu; adımlarım, içimde hâlâ yankılanan soruların ritmiyle ilerliyordu.

Arka planda Çek git bebeğim şarkısı çalıyor. “Döndün gittin bir hoşça kal demeden…”
O an, müzik yalnızca bir şarkı değil; bir hatıranın yankısı gibi odamın duvarlarına çarpıyor. Kalbim, ritimle birlikte atıyor. Her söz, içimde bir yerleri acıtıyor.

Saçlarım omuzlarıma düşmüş, gözlerimde dün geceden kalan bir yorgunluk. Kendime bakıyorum ama gördüğüm ben değilim.
Belki de gerçekten giden bendim, habersizce.
Bazen insan, kendi içinden bile çekip gidiyor; bavul toplamadan, vedalaşmadan.

“Çek git bebeğim uzaklara, çek git…”
Şarkının o kısmında elim istemsizce titriyor. Kalbim bir saniyeliğine hızlanıyor. Yusuf’un yüzü gözlerimin önünde beliriyor. Onunla hiç konuşmadık doğru düzgün, ama varlığı bile zihnimde bir yer açtı.
Ve şimdi… o yer sessiz.

Sokakta insanlar geçiyor; kimisi gülüyor, kimisi telefona dalmış. Dünya hep devam ediyor. Ben hariç.
Ben, bir satırda takılı kalmış bir karakter gibiyim. Ne silinebiliyor, ne de tamamlanabiliyorum.

Şarkı devam ediyor, ben içimden mırıldanıyorum:

“Bavulunu topla bebeğim, çek git…”

Ama kimi gönderiyorum bilmiyorum.
Yusuf’u mu? Kendimi mi?
Yoksa benden geriye kalan o kırık parçayı mı?

Gözlerim kapanıyor. Müzik beynimin içinde yankılanırken, düşüncelerim karanlığın içinde eriyor.
Belki de bazen gitmek gerek.
Belki de kalmak, en büyük cezadır.

Ve şarkı son bulurken, sessizlik bir kez daha başlıyor.
Ama bu kez sessizlik bile yorgun.

Rüzgâr yüzüme çarptığında, içimdeki o yorgun sessizliği bir anlığına dağıtır gibi oluyor. Şarkının son notaları zihnimde süzülürken, kaldırımdaki her adım, sanki içimde yankılanan bir kalp atışı gibi.
Bir yanda şehir; gürültülü, telaşlı, benden habersiz. Diğer yanda ben; düşüncelerin ağırlığında yavaşlayan bir gölge.

Kafamın içinde o satır dönüp duruyor:

“Belki de kalmak, en büyük cezadır.”

Evet… kalmak.
Bir yerde, bir insanın içinde, bir duygunun ortasında kalmak.
Gitmek kolay, ama kalmak — o bir tür intihar.
Kendini aynı acıya mahkûm etmek gibi.

Okul yolunda, önümden geçen çocukların kahkahalarını duyuyorum. Gözlerim bir anlığına onlara kayıyor. Hayatın, onların etrafında ne kadar kolay aktığını fark ediyorum. Onlar için her gün, yeni bir başlangıç. Benim içinse her sabah, dünün yankısı.

“İnsan,” diyorum içimden, “bir gülümsemeye sığmayan varlıktır.”
Nietzsche haklıydı belki: “Kim bir gün uçmayı öğrenmek isterse, önce yürümeyi, koşmayı, tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmelidir.”
Ama ben ne yürüyebildim, ne dans edebildim.
Sadece bekledim.
Uçmayı değil, düşmeyi öğrendim.

Okula vardığımda kalabalığın arasında yüzler tanıdık ama anlamsız geliyor. Selmalar, Elifler, Ayşeler… Her biri kendi hikâyesinin başrolü, ama ben sanki figüranım.
Sınıfa girdiğimde herkes konuşuyor; biri sınavdan, diğeri sevgilisinden bahsediyor. Ben defterimi açıyorum. Kalemim elimde ama yazmak istemiyorum.
Zihnimde yalnızca o kitap var — Dünyadan Uzak.

Belki de o defteri bulan ben değilimdir; o beni buldu.
Çünkü ben, o sayfalardaki her cümlenin yankısıyım artık.
İpek Derin’in karanlığı benim içimde yeniden doğuyor.
Ben onun aynasıyım, o da benim yankım.

Bir an gözlerimi kapatıyorum. Kafamda yine o şarkı çalıyor, Musa’nın sesi uzaklardan geliyor:

“Döndün gittin bir hoşça kal demeden…”

Ve ben, kendi içimde soruyorum:
Ben kimden hoşça kal diyemedim?
Yusuf’a mı?
Kendime mi?
Yoksa çocukluğuma mı?

Defterin sayfasına başımı yaslıyorum. Kâğıdın kokusu, eski bir yağmurun kokusuna benziyor. Kalemim elimden düşüyor.
Bir anlık sessizlik.
Sonra içimden geçen cümleyi yazıyorum:

“Bir gün gideceğim. Ama bu kez arkamdan müzik çalmasın.”

Kalemim titriyor.
Sanki kâğıt bile bu cümleyi duymak istemiyor.
Ama yazmak zorundayım, çünkü konuşamadıklarım hep orada yankılanıyor.

Pencereye dönüp dışarı bakıyorum.
Gökyüzü hâlâ kararsız; griyle mavi arasında.
Tıpkı ben.

Müzik sustuğunda, geriye sadece kendi nefesimin sesi kaldı. O an fark ettim — bazen sessizlik bile bağırabiliyormuş.
Kafamın içinde yankılanan tek cümle şuydu:

“Bir insan, gitmeden önce kaç kez gider?”

Okul yolunda yürürken, kaldırım taşlarının arasına sıkışmış kuru yaprakları ezdim. Her adımım bir tını çıkarıyor, sanki içimdeki karmaşayı dışarıya duyuruyordu. İnsanlar aceleyle yanımdan geçiyor, kimisi gülüyor, kimisi dalgın. Onların dünyasında zaman akıyor, benimkinde ise donmuş gibi.
Her şey yerli yerindeydi, sadece ben eksiktim.

Okulun kapısından içeri girerken, içimde bir yabancılık hissi kabardı. Sanki benden başka herkes aynı filmi ezbere oynuyor, ben ise senaryoyu kaybetmiş gibiydim.
Gülşah uzaktan el salladı, gülümsedim — yarım bir gülümsemeyle. O fark etmedi ama benim içim çoktan ikiye ayrılmıştı.
Bir tarafım yaşamak istiyor, diğeri anlamak.

Koridorda yürürken, Yusuf’u gördüm.
Kalemini sıraların üstünde gezdiriyor, defterine bir şeyler yazıyordu.
Bilmiyorum, belki de sadece bir not, belki de bir parça şiir.
Ama yazarken yüzündeki o odaklanmış ifade...
İçimde bir yerin yandığını hissettim.

Yine de yaklaşıp bir şey söyleyemedim.
Çünkü bazen bir kelime, bütün sessizlikleri paramparça eder.
Ve ben, o sessizliği korumak istedim.

Ders boyunca gözüm tahtada değil, zihnimdeydi. Öğretmenin sesi arka planda bir uğultu gibiydi.
Aklımda Sokrates, Nietzsche ve Yusuf aynı masada oturmuş gibiydi.
Biri diyor ki: “Kendini bil.”
Diğeri ekliyor: “Tanrının öldüğü yerde insan kendini yaratmak zorundadır.”
Yusuf ise hiçbir şey demiyor; sadece yazıyor.

O an anladım, herkesin kendi defteri var.
Kimi açıkça yazar, kimi gizlice.
Benimkiyse kelimelerle dolu ama anlamı eksik.

Zil çaldı, kalabalık sınıf bir anda dağıldı.
Yusuf çantasını toplarken, defteri yere düştü.
Sayfalar rüzgârla açıldı, birinde tek bir cümle gördüm:

“Bazı vedalar, yaşanmadığı için bitmez.”

Bir an donup kaldım.
O cümle sanki doğrudan bana yazılmış gibiydi.
Ama eğilip defteri uzatırken sadece,
“Sanırım bu senin,” diyebildim.

Yusuf başını kaldırdı. Göz göze geldik.
Kısa bir an sürdü — ama içimde bir ömür kadar yankılandı.
Teşekkür etti, gülümsedi.
Sonra yürüyüp gitti.

Ben ise orada kaldım.
Belki de gitmesi gerekendi.
Belki de benim kalmam.

Ama içimde bir his var —
Bu hikâye daha yeni başlıyor.

Bölüm : 08.10.2025 17:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...