19. Bölüm

Sessizliğin Bedeli

Lily
soniamarryrose

“Küllerinden doğanlar, artık rüzgârdan korkmaz.”
Simone de Beauvoir

 

O sabah uyandığımda göz kapaklarım ağır, midemse düğüm düğümdü. Geceden kalma yorgunluk, düşüncelerin ağırlığına karışmıştı.

Perdelerden süzülen solgun ışık, odanın köşelerini zor aydınlatıyordu. Aynaya baktığımda, tanımakta zorlandığım bir yüz gördüm — hem yorgun hem kararlı, hem suskun hem fırtınalı. Artık hiçbir şeyin aynı olmayacağını biliyordum.

Elimdeki deliller… Yusuf’la Aynaz arasındaki o gizli konuşmalar.
Her cümlede bir yalan, her kelimede bir oyun saklıydı.
Ve ben artık o oyunun dışına çıkmamıştım — tam merkezindeydim.

Telefonu elime aldım, o konuşmaları bir kez daha okudum. Her satır, içimde yeniden bir kesik gibi açılıyordu.

Yusuf’un sesini zihnimde duyar gibi oldum; o sakin, ölçülü tonuyla “Ben her şeyi kontrol edebilirim” diyen bir tavır. Ama aslında, kontrol ettiğini sandığı şeyin ben olduğumu bilmiyordu.
Artık ben kontrol ediyordum. Sessizliğimle. Sabırla.

Okul yolunda adımlarım sertti. Kafamda yankılanan tek cümle: “Bu sessizliğin bir bedeli olacak.”

Koridorun duvarları arasında fısıltılar geziniyordu yine. Aynaz’ın sesi, Yusuf’un adı, benim adım… Her biri ayrı bir yankıydı.
Ama bu kez sustum. Çünkü sessizlik bazen en güçlü silahtır.

Rehber öğretmenle dün yaptığımız konuşma aklımdaydı. Ona verdiğim çıktılar, Yusuf ve Aynaz’ın mesajları... O belgeler artık benim sırlarım değil, gerçeğin anahtarıydı. Müdürlükte dosyaya kaldırılmış, incelenmeye başlanmıştı. Bugün her şeyin yankısını duyacaktım, biliyordum.

Teneffüs arasında Aynaz’ı gördüm.
Yüzü asıktı, gözlerinde bir telaş vardı.
Yanındaki kızlarla fısıldaşıyor, arada etrafa bakıyordu.
Beni görünce bir an duraksadı.
O an, göz göze geldik.

Benden şüphelendiğini hissettim.
Ama ben hiçbir şey olmamış gibi devam ettim.
Sanki dünyada tek derdim, İngilizce sınavının tarihiymiş gibi.
Bir yandan konuşmalarını izledim, bir yandan kendi kendime fısıldadım:
“Susmak, bazen bağırmaktan daha çok korkutur.”

Öğleden sonra, müdürün odasına bir çağrı yapıldı.
Aynaz’ın adı anons edildi.
Bir süre sonra Yusuf’un da adı geçti.

Sınıfta sessizlik çöktü.
Gözler üzerime çevrildi.
Ama ben sadece defterimi kapattım.
Kalemimi çantama koyarken içimden bir cümle geçti:
“Bazı savaşlar, kazananını değil, hayatta kalanı seçer.”

Koridorun ucundan çıkarken Aynaz’ın yüzünü bir an gördüm.
Bembeyazdı.
Bir öğretmen eşliğinde yürüyordu.
Yusuf da arkasından geliyordu ama bakmadı bana.
Belki suçluluk, belki utanç, belki de hâlâ anlamadığı bir şeyin boşluğu vardı gözlerinde.

Akşam eve döndüğümde annem masada oturuyordu.
Gazete, çay, sessizlik.
Beni görünce sadece, “Oldu mu?” dedi.
“Oldu,” dedim.
Sadece bu kadar.

Sonra odama geçtim. Kapıyı kapattım.
Defterimi açtım. Bugün için bir not yazdım:

“İnsan bazen adaletin kahramanı değil, gölgesi olur.
Sessizliğimin içinde büyüyen karanlık artık korkutmuyor beni.
Çünkü ben artık o karanlığı tanıyorum.
Onu yenmek değil, onu taşımayı öğrendim.”

Lambayı kapattım.
Oda karanlığa gömülürken içimden şu cümle geçti:
“Her sessizlik bir bedel ister. Ben ödedim.”

O gün okulun bahçesinde hava neredeyse boğucu bir sessizlikle doluydu. Herkes bana acıyarak, kimi de merakla bakıyordu. Gülşah yanımdaydı, elimden tutuyordu — sanki o an düşsem beni yakalayacak tek kişi oydu. Burnum hâlâ sızlıyordu, yüzümün sol tarafı morarmıştı. Ama içimdeki acı fiziksel olandan çok daha derindi.

Aynaz disiplin kuruluna gönderilmişti, ceza alacağı belliydi. Ama yine de içim rahat değildi. Çünkü bu okulda her şey ceza ile bitmiyordu; insanlar kinle, dedikoduyla, sessiz bakışlarla yakıyorlardı insanı.

Gülşah bana döndü, “Selma, iyi misin gerçekten?” diye sordu.
Gülümsemeye çalıştım ama beceremedim. “İyiyim,” dedim, “yalnız değilim artık, yeter.”
O an sesim kendi kulağıma bile yabancı geldi.

Birden kalabalığın arkasında Yusuf’u gördüm. Oradaydı. Gözlerini bana dikmişti, ama yaklaşmıyordu. Cesaret edemiyordu.
Sanki aramızda görünmez bir cam vardı; o dokunmaya kalksa kırılacaktı.

Bir an göz göze geldik. O, bir şey söylemek ister gibi durdu. Ama sonra geri çekildi.
Ben ise sadece içimden geçirdim:

“Sustuğun her saniye, beni biraz daha uzaklaştırıyor, Yusuf.”

Gülşah bunu fark etti sanırım. Koluma dokundu, “Bırak gitsin, değmez.” dedi.
Ben sustum.
Çünkü biliyordum — bazı insanlar sessizlikleriyle bile suçluydu.

O gün okuldan çıktığımızda gökyüzü griydi. Ne yağmur yağıyor, ne de güneş açıyordu.
Tam ortada bir boşluk gibi...
Tıpkı içimdeki gibi.

O akşam eve girdiğimde annem hâlâ sinirliydi. Haksız da sayılmazdı.
Burnumdaki bandajı görünce her seferinde gözleri doluyordu.
Ben ise hiçbir şey hissetmemeye çalışıyordum. Çünkü hissettikçe daha çok canım yanıyordu.

Gülşah mesaj attı:

“Bugün çok iyiydin. Sakinliğini koruman büyük şeydi, Selma. Sen kazandın.”

Ona cevap yazmadım. Çünkü kazanmak mıydı bu gerçekten?
İçimde bir boşluk vardı… ama o boşluk yavaş yavaş başka bir şeye dönüşüyordu.
Bir kararlılığa.
Bir intikama belki.

Bilgisayarımı açtım. Ekranın ışığı yüzüme vurdu.
Fake hesabım hâlâ aktifti — profil resmindeki yabancı kız hâlâ oradaydı.
Sanki ben değil de o yaşamıştı tüm bu olayları.
Ben sadece izliyordum.

Yusuf çevrimiçiydi.
Uzun süre ekrana baktım. Yazmakla yazmamak arasında kaldım.
Sonra parmaklarım kendiliğinden hareket etti:

“Bugün okulda çok gergindin, birine bakıyordun sürekli. Neden?”

Bir süre cevap gelmedi. Tam vazgeçecekken ekranda üç nokta belirdi.
Yusuf yazıyordu.

“Her şey karıştı. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Ama bazı şeyler… göründüğü gibi değil.”

O an kalbim bir anlığına sıkıştı.
“Bazı şeyler…” derken kimi kastediyordu? Aynaz’ı mı, beni mi, yoksa o dedikoduları mı?

Bir süre sonra başka bir mesaj daha geldi:

“Sen bazen bana onu hatırlatıyorsun. O da sessizdi, her şeyi içinde yaşardı.”

O an elim titredi.
“Onu” dediği bendim. Ama bilmiyordu.
O bilmeden ben onu kandırıyordum, o da beni unuttuğunu sanarak bana açılıyordu.

Cevap yazdım, yavaşça:

“Belki de sessiz olanlar en çok şeyi saklıyordur, Yusuf.”

Sonra telefonu kapattım.
Ekran karardı.
Kendi yansımamla baş başa kaldım.

“Bu sadece başlangıç.” dedim, sessizce.
“Artık ben de oyundayım.”

Sabah aynaya baktığımda hâlâ burnumdaki sargılar vardı, ama asıl acı orada değildi.
Yüzüm iyileşmeye başlıyordu belki, ama içimdeki yara daha yeniydi — daha taze, daha derin.
Okulun kapısından içeri girdiğimde herkes fısıldaşıyordu.
“Selma gelmiş.”
“Burnu kırılmış diyorlar.”
“Yazık kız… ama o da biraz karıştı o işlere.”

İnsanlar… ne kadar kolay yargılıyorlardı.
Birinin canı yanmış mı, haksızlığa uğramış mı; umurlarında değildi.
Sadece konuşmak istiyorlardı.
Sadece bir ağızdan çıkan sözlerle başkalarının hayatını yönlendirmek.

Yanımda Gülşah vardı, sessizce yürüyordu.
O, diğerlerinden farklıydı.
Konuşmadan da anlayan türdendi.
Bahçedeki banklara oturduğumuzda bana yan gözle baktı.

“Planın var gibi. Söylemeyecek misin?”

Derin bir nefes aldım.
Sanki içimdeki sis biraz dağıldı.

“Bazen susmak en güçlü savunmadır, Gülşah. Ama artık susmak istemiyorum. Bu sefer sessizliği onların aleyhine çevireceğim.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Aynaz’ın paniklediğini gördün. Şimdi onun güvenini sarsacak, Yusuf’un aklını karıştıracak şeyler olacak. Ama ben ortada olmayacağım.”

Gülşah endişeyle baktı.

“Korkuyorum Selma. Daha yeni toparlanmaya başladın. Yine bir şey olursa…”

Gözlerimi onun gözlerine diktim.

“Zaten olan oldu, Gülşah. Şimdi sıra onların hissetmesinde.”

Zil çaldı.
Koridorlar kalabalıktı, herkes birbirine çarpıyordu.
Ben sessizce yürürken, birkaç kişi bana bakıp fısıldaştı.
Ama artık bu bakışlar canımı yakmıyordu.
Aksine, bana güç veriyordu.

Yusuf sınıf kapısında duruyordu.
Göz göze geldik bir an.
Bakışlarını kaçırdı.
O kaçış, bir suçluluk gibiydi.
Ben geçip giderken Gülşah kulağıma eğildi:

“Sana baktı. Hem de uzun.”

“Bırak baksın,” dedim alaycı bir sesle.
“Belki biraz suçluluk yüzü görmek iyi gelir.”

O gün öğle arasında Gülşah’la kantinde oturuyorduk.
Çaylarımız soğumuştu.
Ben telefonumu çıkardım, fake hesaptan Yusuf’un mesajlarını açtım.
Son görülen on dakika öncesindeydi.
Bir an yazmayı düşündüm ama yazmadım.
Yusuf, kendi sessizliğiyle boğulsun istedim.

“Ona yazmayacak mısın?” diye sordu Gülşah.

“Hayır. Bu kez sessizlikle konuşacağım. Eğer gerçekten bir şey hissediyorsa, kendi gelir.”

Tam o sırada kapıdan Aynaz ve arkadaşları girdi.
Kıkırdaşıyorlardı, ama Aynaz’ın yüzünde belli belirsiz bir huzursuzluk vardı.
Elinde telefonu, sürekli birilerine mesaj atıyordu.
Belli ki artık kimin ne yaptığını anlamaya çalışıyordu.

Gülşah, Aynaz’a doğru eğildi.

“Bak şu hale. Eskisi kadar emin görünmüyor.”

Ben sadece gülümsedim.

“Çünkü eminliği yalanla kurulmuştu. Yalanlar uzun sürmez, Gülşah.”

Ders bitiminde okul çıkışında Yusuf’la karşılaştık.
Bir an durdu.
Sanki bir şey söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu.
Sonra kısık sesle, neredeyse fısıldayarak:

“Selma… konuşabilir miyiz?”

Gülşah bana baktı, ben başımı iki yana salladım.

“Şimdi değil.” dedim soğukça.
“Beni savunman gereken yerde sustun Yusuf.
Şimdi konuşmanın ne anlamı var?”

O an yüzünde bir pişmanlık belirdi.
Ama hiçbir şey söylemedi.
Sadece başını eğdi.
Ve ben geçip gittim.

Gece olduğunda odamın ışığını kapattım.
Yatağımda uzanırken telefonumu elime aldım.
Fake hesaptan gelen yeni bir mesaj vardı:
Yusuf yazmıştı.

“Bugün seni düşündüm… Yani seni değil de… bilmem…
Sadece biri aklıma geldi.”

Ben gülümsedim.

“Kimi?” diye yazdım.

Bir süre sonra cevap geldi.

“Sınıftaki bir kız.
Adını söylemem gerekmez sanırım.”

O anda içimden bir kahkaha kopmak istedi ama bastım.

“Sadece merak ettim,” yazdım.
“O kız seni kırdı mı?”

“Belki de ben onu kırdım.”

Telefonu elimde tuttum.
Cümle, zihnimde yankılandı:
Belki de ben onu kırdım.

“O zaman telafi et,” yazdım son bir mesajla.
“Ama bazen geç kalmak, en büyük cezadır.”

Mesajı gönderip ekranı kapattım.
Yüzümde hem acı hem tatmin dolu bir ifade vardı.
Çünkü o an fark ettim —
ben artık aynı Selma değildim.

Yusuf’un karanlığını anlamıştım,
Aynaz’ın oyunlarını çözmüştüm,
ve kendi sessizliğimin içinde,
bambaşka bir güce dönüşmüştüm.

Bölüm : 14.10.2025 19:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...