
Bazen herkesin içinde yürürsün ama kimseyle aynı yöne gitmezsin, adımların aynı taşlara basar ama izlerin hep farklı kalır, adını biri söylediğinde dönmezsin çünkü o sesin sana ait olmadığını bilirsin, kimse seni çağırmaz çünkü zaten hiç orada sayılmazsındır, görünmezliğe doğmuşsan göz göze gelmek bile bir lükstür ve ben o lüksün neye benzediğini hiç bilmedim, hiçbir zaman biriyle göz göze gelmedim çünkü hep başımı eğdim, hep kendimi sakladım, hep yokmuşum gibi yaşadım çünkü varlığım kimsenin ilgisini çekmedi, adım Veyran, çağrılmayan bir ismin hikâyesiyim ben, duyulmayan, görülmeyen, bilinmeyen, sevilemeyen bir çocuğun hayatta kalma biçimiyim, annem adımı sever miydi bilmiyorum, babam ağzına alır mıydı hiç duymadım, okulda yoklama alınırken sesim geçmeden işaretlenirdim çünkü öğretmenler bile fark etmezdi beni, bu yüzden zamanla varlığıma ben de yabancılaştım, aynaya her baktığımda karşımdaki çocuğu tanımaz oldum, gözleri karanlık ama yüzü çok sessizdi, bir insan nasıl bu kadar sessizleşir, içi nasıl bu kadar susar, bilmiyorum ama ben sustum, içimde her şey tek tek konuşmamaya başladı, duygularım bile kelimesiz kaldı, gülmek bir eylem değilmiş gibi, sevilmek ihtimal bile değilmiş gibi yaşadım ve her geçen gün daha da görünmezleştim, bir gün kendime bile görünmez olduğumda anlamıştım, bu dünyada var olmak demek başkalarının sana bakması demekmiş, kimse bakmıyorsa yoksun, o yüzden ben artık yoktum, ama hâlâ nefes alıyordum ve bu en ağır çelişkiydi, yaşayan bir ölüydüm ve belki de bu yüzden o gece oraya indim, okulun en alt katına, yıllardır kimsenin inmediği o arşiv odasına, merdivenleri inerken bile kalbim bir şeyleri hissediyordu, orada beni bekleyen bir şey vardı, yıllar önce yazılmış ama hiç gönderilmemiş bir mektup gibi, geçmişin içinden gelen bir haykırış, bir iz, bir hikâye… ve ben onun parçasıydım, paslı kapıyı açtım, içeride zaman durmuştu, küf kokusu ciğerime oturdu ama geri dönmedim, ayaklarım beni rafların arasına taşıdı, elim bir deftere uzandı, kapağı eskiydi, yıpranmıştı ama üzerindeki yazı sanki o an parlıyordu, “Görülmeyenler Listesi” yazıyordu, içimi bir ürperti sardı çünkü belki de ilk kez bir yerde adım geçiyordu, belki de ilk kez biri beni hatırlamıştı, defteri açtım ve sayfada beş isim yazıyordu, beşi de tanıdık, beşi de suskun, beşi de benim gibi… görünmeyen.
İsimleri tek tek okurken ellerim titriyordu çünkü içimde bir yer onların hikâyelerini zaten tanıyordu, bir şey vardı o isimlerde, bir yankı, bir kırık hatıra, yıllardır saklandığı yerden çıkmak isteyen bir çığlık gibi, ilk isim Şeyda’ydı, o ismi zihnimde her çağırışımda gözümün önüne bir otobüs durağı gelirdi, yağmurda saçlarını örten ama gözlerini saklamayan kız, sessiz ama öfkeli, kırık ama dimdik duran, herkesin hakkında konuştuğu ama kimsenin gerçekten tanımadığı kız, onun adı hep fısıltılarla anılırdı ama ne yazık ki hiçbiri gerçek değildi, çünkü kimse onun odasında saatlerce duvara bakarak geçirdiği geceleri bilmiyordu, ikinci isim Mert’ti, kalabalıklar içinde susmayı öğrenmiş bir çocuğun adıydı bu, her şeyin normal göründüğü ama hiçbir şeyin yolunda olmadığı bir evin çocuğu, dışarıda gülümseyen ama içi paramparça olan biri, bazen bir çocuğun gözlerindeki o boşluk her şeyi anlatır ama insanlar hiçbir şey sormaz çünkü cevap duymaktan korkarlar, üçüncü isim Lidya’ydı, onun adını okurken kalbim yavaşladı çünkü o başka bir dilden yazılmış gibiydi, çok uzaktan gelmiş gibi, sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi, gözleri sanki geçmiş bir hayatı hatırlıyor gibiydi, onun yanında her zaman bir soğukluk olurdu, duvar gibi bir sessizlik, kimse o duvarı aşamazdı çünkü o duvar onun tek gücüydü, dördüncü isim Berk’ti, onun adı diğerlerinden farklı yankılandı içimde çünkü o gülüyordu, evet, gerçekten gülüyordu, ama işte bazen en çok gülenler en karanlık kuyularda saklanır, çünkü gülmek, insanların seninle daha az ilgilenmesini sağlar, ne kadar normal görünürsen, o kadar çabuk unutulursun, beşinci ve son isim... Veyran’dı, kendi adımı okuduğumda sanki biri beni ilk kez seslenmiş gibi hissettim, yıllardır susturulmuş sesim kendi kulağımda yankılandı, içimde bir şey kırıldı, gözlerim sayfaya değil, içime aktı, ben bu listedeydim, ben görünmeyenlerdendim, biri bunu yazmıştı ve ben artık yok sayılmıyordum, defteri kapatamadım çünkü bu sadece bir liste değildi, bu bir çağrıydı, geçmişin karanlığından gelen bir fısıltı, “unutma” diyen bir yankı, defterin arka kapağına iliştirilmiş küçük bir kağıt parçası vardı, sadece üç kelime yazıyordu: “Onları bul. Anlat.” içim buz kesmişti ama aynı zamanda yanıyordum, çünkü yıllardır susturduğum tarafım ilk kez konuşmak istiyordu, bu benim hikâyemdi ama sadece benim değil, bu liste hepimizin kaybolmuş parçalarının toplamıydı, ve ben artık susamazdım, çünkü susmak artık bizi kurtarmıyordu.
O üç kelime zihime kazındı, “Onları bul. Anlat.” yazıyordu ama o cümle benim içimde çok daha fazlasına dönüştü çünkü ben artık sadece defteri okuyan biri değildim, ben o defterin devamıydım, görmezden gelinenlerin sesi, silinenlerin gölgesiydim ve içimde öyle bir yankı oluştu ki, artık susmak suç gibi hissettirdi, o gece okuldan çıkarken ayaklarım titriyordu ama kalbim ilk kez bir yere doğru yürüyordu, neye adım attığımı bilmiyordum ama artık geriye dönemeyeceğimi biliyordum çünkü bazı şeyleri bir kez gördüğünde gözünü tekrar kapatamazsın, bazı gerçekler var ki seni bir kez uyandırır ve o uykusuzluk ömür boyu sürer, ertesi gün Şeyda’nın oturduğu sıraya bakarken içimde bir ağırlık oluştu, o kız yıllardır yanı başımda oturuyordu ama ben onu hiç gerçekten görmemiştim, herkes gibi ben de yüzüne baktım ama içine hiç bakmadım, o an anladım ki insanların içi susarken, dışı ne kadar konuşursa konuşsun bir şey değişmiyor, onun gözlerinde bir şey vardı, tarif edemediğim ama tanıdığım bir boşluk, bir sessizlik, kendini anlatmayan ama her şeyi çığlık çığlığa söyleyen bir tür yalnızlık, ona yaklaşmak istedim ama yıllarca sustuktan sonra ilk cümle boğazında düğüm olurmuş, ne diyeceğimi bilemedim, sadece baktım ve o da bana baktı ama öyle bir baktı ki, sanki çok uzun zaman önce tanışmışız da, sonra ikimiz de her şeyi unutmuşuz gibi, sonra Mert’in sesi duyuldu, sınıfta değil, kafamda, çünkü onun kahkahası hep biraz zorlama, hep biraz “ben iyiyim” çığlığı gibi, bir insanın sesi bu kadar kalabalık içinde nasıl yalnız gelebilir, işte o yüzden onu da fark ettim, Lidya’ya gelince… onu fark etmek bile cesaret isterdi çünkü o hep kendini görünmez kılanların bir üst seviyesiydi, sadece uzak değildi, dokunulmazdı, yanına yaklaşan herkes bir şekilde kendini eksik hissederdi çünkü Lidya eksikliği kabullenişin adıydı, Berk’e baktım sonra, her zamanki gibi gülümsüyordu ama gözlerinin kenarındaki çizgiler gülüşe ait değildi, onlar acının kıvrımıydı, bazen insan sırf çevresindekiler sorgulamasın diye güler, bazen de kendini kandırmak için, Berk her ikisini de yapıyordu, ben bu beş kişiye tek tek baktım ve içimden geçen tek şey şuydu: biz bir liste değiliz, biz kaybedilmiş hayatların fısıltısıyız ve biri bizi hatırlamış, şimdi bize düşen şey unutmuş gibi yapmamak, defteri her gece açmaya başladım, her sayfası yeni bir kırılma, her satırı başka bir yara gibiydi ama garip olan şuydu, ne kadar çok okursam, o kadar az yalnız hissediyordum, sanki içimde yıllardır dilsiz olan o çocuk sayfaların arasında konuşmaya başlamıştı, görünmeyen biri olmakla başlıyor her şey, sonra gözlerinin içine kimse bakmayınca, sen de kendi içine bakmayı bırakıyorsun ama şimdi ben o karanlığa inmeye karar vermiştim çünkü orada sadece acı yoktu, orada birbirini anlayabilecek insanlar vardı, ve bu yeterdi, bazen bir kişi yeter, bazen bir cümle, bazen bir defter, görünmek için değil, var olabilmek için.
Günler geçtikçe defterle aramda görünmez bir bağ oluştu, sanki o sayfalar beni okuyor, ben de her satırda kendimi yeniden yazıyordum, okulun koridorları bile artık farklı geliyordu, daha soğuk, daha sessiz ama bir o kadar da çıplak, her şey olduğu gibi ortadaydı artık, kimse kimseyi tanımıyordu, herkes sadece yüzlere bakıyor ama kimse gözlerin arkasını merak etmiyordu, herkesin maskesi vardı ama biz... biz maskesiz doğmuştuk, bu yüzden görünmüyorduk, bu yüzden acımız bile fark edilmiyordu, bir sabah Şeyda’nın yanında otururken defteri çantamdan çıkarıp parmak uçlarımla yokladım, sanki içinden biri nefes alıyordu, sanki sayfalar hâlâ sıcak, hâlâ kanıyordu, o an Şeyda başını bana çevirdi, sessizce, gözlerinde korkudan çok yorgunluk vardı, ve ilk kez bir kelime söyledim ona, sadece “okur musun” dedim, neyi okuması gerektiğini söylemedim çünkü biliyordu, bazen kelimeler gereksiz olur, çünkü acı zaten kendini tanıtır, ona defteri uzattım ve elleri titremedi, bu beni şaşırttı çünkü onun elleri hep güçlü görünürdü ama o an o gücün altındaki kırıklık sanki parmaklarının arasından sızıyordu, defteri aldı, açtı, sayfaları karıştırmadı, doğrudan kendi isminin yazdığı yere baktı ve sadece başını eğdi, tek kelime etmedi ama gözlerinden bir damla yaş aktı, kimse görmedi ama ben gördüm, sonra bana döndü ve dedi ki: “Ben yıllardır biri beni hatırlasın diye dua ediyorum” o an anladım, bu liste bir tesadüf değildi, bir çağrıydı, ertesi gün Mert geldi yanıma teneffüste, gülümsedi, sahte değil, sessiz bir gülümseme, sonra çantasından buruşturulmuş bir kâğıt çıkardı, bana uzattı, “Dün gece yazdım” dedi, o kâğıtta birkaç satır vardı ama kelimeler öyle gerçekti ki, sanki onun içini ilk kez görebildim, “ben hep yanlış anlaşıldım, çünkü kimse gerçekten anlamaya çalışmadı” yazıyordu, işte o an sustum çünkü bazı cümlelerin üzerine konuşulmaz, sadece susarak dinlenir, Lidya ise hâlâ mesafeliydi ama defteri gördüğünde bir saniyeliğine gözlerinde bir şey kıpırdadı, sadece bir an ama yeterliydi, onun kalbi bile görünmek istememişti belki ama içindeki yalnızlık bile arkadaş arıyordu, Berk ise zaten biliyordu, bana hiçbir şey sormadı, sadece yanıma oturdu ve sessizce söyledi, “bir gün bir liste bulunacağını biliyordum, çünkü biz bu kadar çok görünmezliği boşuna yaşamamış olamazdık”, o an beş kişi aynı bankta oturduk, hiçbirimiz yüksek sesle konuşmadık ama kalplerimiz ilk kez aynı cümleyi fısıldadı: “Artık yalnız değiliz.”
Sınıfta beş kişiydik. Ama sanki dünya üzerindeki bütün yalnızlıklar o sıralarda oturuyordu. Biri bile konuşmasa, nefes alışlarımız birbirini anlıyordu. Çünkü aynı yerden kırılmış insanların dili yoktur, bakışı vardır. Aynı suskunluğun içinde yıllarca kalmış beş beden, şimdi aynı cümleyi taşıyordu içimizde: "Artık hiçbirimiz sadece kendimiz değiliz." Ve garipti, hiçbirimiz o defteri kimin yazdığını sormadık. Çünkü bazı şeyler bilinmek için değil, hissedilmek içindir. Soru sorarsan bozulur. İsmini öğrenirsen büyüsü kaçar. O yüzden sadece inandık. Ve bu inanç, ilk defa bize “varız” dedi. Şeyda o gün sessizce deftere bir şey yazdı, kimse okumadı. Çünkü bu bir sırdı. Mert kalemini deftere değdirmedi ama avucunun içiyle üzerine bastı, sanki kendini mühürledi. Lidya uzaktan baktı, gözleriyle okudu, diliyle hiç anlatamadığı her şey sayfalarda var gibiydi. Berk gülümsedi, ama ilk kez acı saklayan bir gülümseme değil, kabul eden bir gülümsemeydi. Ve ben… Veyran… sadece izledim. Çünkü ilk defa bir grubun ortasında, köşede değil, merkezdeydim. İlk kez sesimi çıkarmasam da, biri beni duyuyordu. O gün o defter bizim ant içtiğimiz sessizlik oldu. Herkesin içinde kaybolduğu bir okulun, herkesin sustuğu bir sınıfında biz kendi evrenimizi kurduk. Görünmeyenler, ilk kez birbirinin gözünde görünür oldu. Ve o an anladım. Bu hikâye bizim değil. Bu hikâye, görmezden gelinen herkesin. Bu liste bir başlangıçtı. Ama sonu... sonu henüz kimsenin yazmaya cesaret edemediği bir fırtınaydı. Çünkü bu dünyada bazı fırtınalar içeriden başlar. Sessiz, derinden ve ölümcül.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |