
Bazı sabahlar olur, uyanırsın ama kalkamazsın. Mert’in gözleri açıldı ama kalbi aynı yerdeydi, bir gecenin yüküyle değil, yılların sessizliğiyle bastırılmış gibi. Pencerenin dışında ince bir sis vardı, içeride ise tarifsiz bir yalnızlık. Kendi kendine bir yabancıydı artık; aynaya baktığında tanıyamadığı bir yüz, söyleyemediği kelimeler, göğsünde sıkışan bir cümle vardı: “Neden hiçbir şey değişmiyor?” Elini cebine attı, buruşturulmuş bir not kağıdı. Lidya’nın el yazısıyla yazılmış üç kelime: “Bunu yapmak zorundayım.” Cümle kısa ama kesikti, nokta bile koymamıştı sonuna. Belki de bir devamı olmasın istemişti. Belki de bu, bir başlangıç değil, sonsuz bir eksilmenin ilk adımıydı. Mert notu defalarca okuduğu hâlde ilk kez okuyormuş gibi hissetti, çünkü bazı ayrılıklar zamanla değil, içimize kazındığı derinlikle ölçülür. Odadaki saat tik tak sesiyle değil, sessizliğin uğultusuyla doluydu. Gözleri duvara takıldı, griye boyalı ama donuk bir gri; sanki renk değil, vazgeçiş sürülmüştü o duvara. Her şeyin üstünü örten bir yılgınlık vardı, hatta nefes bile alırken sanki izin alması gerekiyordu. Çünkü bazı yerlerde hava vardır ama nefes alınmaz. Bazı evler vardır içinde yaşarsın ama ait hissetmezsin. Bazı insanlar vardır çoktan gitmiştir ama sen hâlâ kapıyı kapatmaktan korkarsın. Mert, Lidya’nın gidişine anlam yüklemekten vazgeçtiği an, içindeki çöküşün anlamını çözdü. Bu bir kayıp değil, tamamlanamayan bir hikâyenin yarım kalmış parçasıydı. Gözleri doldu, ağlamadı. Çünkü bazı acılar vardır, gözyaşı bile küçülür içinde. Sadece sustu. Ve susmak bazen bir çığlık kadar yankılanır içimizde.
Lidya o sabah, eski bir istasyon binasının önünde durmuş, rüzgârın uçlarını savurduğu ceketiyle hareketsizdi. Gözleri tren raylarının ileride kaybolduğu noktaya kilitlenmişti, sanki bakarken yalnızca mesafeyi değil, geçmişi izliyordu. Her ray bir cümleydi belki, her bağlantı noktası bir kırılma. Geri dönmüyordu ama ilerlemek de değildi niyeti, sadece duruyordu, kalmak ile kaçmak arasındaki o ince çizgide. Gözlerini kapattığında Mert’in sesi değil, sessizliği çınladı içinde. En çok da hiçbir şey dememesi yoruyordu onu. "Beni böyle bırakma" dememişti Mert, "Bekle" de dememişti. Ama bir insan bazen en çok söylenmeyenlerin altında ezilir. Lidya, cebinden küçücük bir fotoğraf çıkardı; ikisinin net olmayan bir karesiydi. Mutlu görünmüyorlardı ama gerçektiler. Ve bazı anılar vardır, güzel olmasa da tutunursun, çünkü gerçek olan tek şey odur. Fotoğrafa baktı, sonra yere bıraktı. Ayaklarının ucuyla toprağın altına bastırdı onu. O kare artık geçmişin altına gömülmüştü. Kalbinde bir sızı, boğazında düğümlenen kelimelerle geri dönerken, kendine sessizce şunu söyledi: "Ben gitmedim, sadece kalamıyordum." Çünkü bazı insanlar bir yere değil, kendi içinden göç eder. Ve o gün Lidya’nın içindeki ev tamamen boşaldı.
Mert o gece eski defterlerini karıştırdı, gerçekten defter olanları değil, insanın içini kaşındıran, durdukça ağırlaşan hatıraları. Lidya’nın ismini her cümlede sessizce geçirdi, yazmadı ama düşündü, düşündü ama sustu. Ve bazı suskunluklar o kadar gürültülüdür ki insan kendi zihninden kaçamaz. Evin köşesinde, camın önüne koyduğu kupada soğuyan çay vardı, o bile Lidya’yı anımsatıyordu. "Çayı şekersiz içen insanlar ya çok güçlüdür ya da çok kırık" demişti bir gün kız. Şimdi Mert her yudumda bunu hatırlıyordu. Telefonu eline aldı, ekranını açtı ama numarayı çevirmedi. Zaten bazı aramalar hiç yapılmaz, bazı vedalar hiç söylenmez, bazı pişmanlıklar sadece geceye fısıldanır. İçinde sessiz bir isyan, gözlerinde geçmişin tortusu vardı. Kalemi aldı, hiçbir yere göndermeyeceği bir mektup yazmaya başladı. "Lidya" dedi satır başına, "sen gittin ve ben hiçbir yere sığamıyorum." Nokta koyamadı, çünkü hikâye bitmemişti, sadece yarım kalmıştı. Ve bazı yarımlar, tam olan her şeyden daha ağırdır.
Lidya o gece aynanın karşısında uzun uzun kendine baktı. Gözlerinin altında biriken yorgunluğu, dudağının kenarına sızan sessizliği, alnında sabırla oyulmuş çizgileri fark etti. “Böyle olmamalıydı” dedi içinden, ama zaten hiçbir şey olması gerektiği gibi olmuyordu. Mert’in ismini anmak bile artık göğsünü yakıyordu. İnsan bazen sevdiği yerden kaçmak zorunda kalırdı çünkü orada kalmak, orada nefes almak her geçen gün biraz daha zehir gibi işlerdi içine. Perdeyi araladı, sokağın ışığı yüzüne vurdu. Sokakta oynayan çocukların sesi, uzak bir anı gibi çarptı yüreğine. Bir zamanlar o da gülebiliyordu. Şimdi sessizlik bir battaniye gibi sarıyordu ruhunu, her şey sessizdi, çok sessiz. Gözlerini kapattı, Mert’in sesini hayal etti. "Nerede yanlış yaptık?" sorusu yıllardır cevapsız kalmış bir mektup gibi dönüp duruyordu zihninde. Belki de ikisi de çok geç kalmıştı. Belki de en çok, zamanında söylenmeyen cümleler can yakıyordu. Ve bazı sessizlikler, çığlıktan bile fazlaydı. Yutkundu. Ağlamak istemedi. Çünkü bazı gözyaşları dökülürse, içindeki her şey taşardı. Ve Lidya taşıyamazdı artık. Sabah olduğunda Lidya aynaya değil, duvara baktı. Kendine bakacak cesareti kalmamıştı artık. İnsan bazen sadece yaşadığını belli etmek için nefes alır. O da öyle yaptı. Mutfaktaki çayın demlenmesini beklerken, içindeki boşluğun damlanarak çoğaldığını hissetti. Her şey aynıydı ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Kapının zili çalmadı, telefon sessizdi, dünyada onun varlığını fark eden kimse kalmamış gibiydi. Ve belki de asıl yalnızlık buydu. Varlığının yokluğundan daha az iz bırakması. O sırada Mert otobüsün camından dışarı bakıyordu. Geçip giden sokaklar, insan kalabalıkları, şehirlerin suskunluğu arasında en çok Lidya’nın sesini özlüyordu. Söyleyemediği her kelime, sustuğu her itiraf göğsünde taş gibi duruyordu. "Birini sevmenin en ağır tarafı, onu incitmeden içinden çıkartamamaktır." diye geçirdi içinden. Ve belki de bazı insanlar gitmezdi, sadece ulaşılmaz hale gelirdi. O da öyle olmuştu. Lidya uzak değildi, ama erişilmezdi. Her ikisi de kendi içlerinde birer fırtına taşıyordu ama birbirlerinin limanı olmayı kaçırmışlardı. Zaman bazen sadece geçmekle kalmaz, araya duvarlar da örer. Ve bazı duvarlar, kelimelerle yıkılamazdı artık.
Ve bazen bir sessizlik, bir çığlıktan daha çok yakar içini. Lidya, o an sanki tüm geçmişin ağırlığını omuzlarında değil de, göğsünün tam ortasında hissediyordu. Mert’in gözleri ona bakarken değil, içinden geçerken acıtıyordu en çok. Anlatamadığı ne varsa orada, gözlerinin kenarında birikiyor, dudaklarına varamadan yok oluyordu. “Ben iyiymişim gibi davranmayı o kadar uzun zamandır yapıyorum ki,” dedi içinden, “bir süre sonra gerçekten unuttum, ne zaman kırıldığımı, nerede ağlamayı bıraktığımı…” Mert yaklaşmak istedi, ama aradaki mesafe duvar gibi değildi; geçmiş gibi, susulmuş sözler gibi, tamir edilemeyen bir boşluktu. “Sana anlatmak istedim,” dedi Lidya sessizce, “ama ne zaman ağzımı açsam, içimdeki her şey dağılıyordu. Bunu toparlayacak bir kelime hiç olmadı.” O an, bir durakta durmuş gibiydiler. Ne inebiliyor, ne kalabiliyorlardı. Ve en acısı da buydu belki; sevdiğin birine hiçbir şey anlatamadan, onun gözlerinin içine baka baka eksilmekti. Gidemedikleri her yer suskundu, anlatamadıkları her şey sessizlikte büyüyordu. Ve bazen insan, gitmediği yolları bile özlerdi. Mert gözlerini kaçırdı, çünkü bakarsa kalırdı. Lidya yere baktı, çünkü başını kaldırırsa ağlardı. Ve o an anladılar: bazen iki insanın birbirini sevmesi, bir arada kalmaları için yeterli olmazdı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |