13. Bölüm

13. Bölüm- Geç Kalınmış Bir Şans

Hamza
sonsuzgece23

Sustuğunda değil, susturulduğunda kırılır insan. Mert’in içinde binlerce kelime boğulmuştu. Söyleyemediği her şey, kalbinde çığlık çığlığa büyüyordu. Lidya gitmişti, ama gidişi ardında bir fırtına bırakmıştı. O fırtına, Mert’in ruhunu paramparça ederken, kelimeler boğazında düğümlenmişti. Her bakışında eksiliyordu. Her sessizliğinde parçalanıyordu. Gözlerini kapattığında Lidya’nın yokluğu ağır bir ağırlık gibi üstüne çöküyordu. Bir zamanlar var olan o sıcaklık, şimdi soğuk bir boşluktu. Mert biliyordu; sevmek bazen tutmak değil, bırakmakmış. Ama bırakmak öyle kolay değildi; bazen en çok da bırakmak kırardı. Her sabah uyandığında kalbinde yeni bir yara açılıyordu. Ve o yara, zamanla iyileşmek yerine derinleşiyordu. Gözyaşları içinde yutkundu, kelimeleri sustu. Çünkü kelimeler, Lidya’nın sessizliğinin yanında anlamsızdı. Artık konuşmak değil, anlamak gerekiyordu. Ama kimse anlamadı. Kimse göremedi. Ve Mert, en çok bunu kırılıyordu. Kendi içinde kaybolurken, Lidya’nın adını fısıldadı; "Belki de en çok seni kaybettim." Ve o anda anladı; aşk, sadece birlikte olmak değil, bazen yalnız kalmayı göze almakmış. Sessizliğin içinde kaybolan iki kalp vardı. Ve aralarındaki mesafe, hiçbir kelimeyle kapanamayacak kadar büyüktü.

Her suskunluk, içinde biriken kelimelerle doludur. Mert’in kalbi, artık kelimelere sığmaz olmuştu. Lidya’nın gitmesiyle, tüm odalar, tüm anılar sessizleşmişti. O sessizlik, en keskin acıydı. Dokunamıyordu artık geçmişe, elleri boştu, ama içinde kırılmış bir dünyanın ağırlığı vardı. Gözleri hep uzaklara dalıyordu. Orada bir yerde, yitip giden o “biz” vardı. Anılar; ne kadar istese de geri getiremediği, avucunun içinden kayan incecik kum tanecikleri gibi. Ve Mert, biliyordu: Geri dönmek, artık mümkün değildi. Lidya’yı sevmek, onu bırakmaktan geçiyordu; ama bırakmak, en derin yarayı açıyordu. Öyle bir yara ki, ne zaman kapansa başka bir yanından tekrar kanıyordu. Varlığınla yokluğun arasında kaldığında insan, kelimeler susar. Geriye sadece his kalır, kalbin en derin yarasına dokunan. Mert’in içindeki o his, tanımlanamaz bir boşluktu. Sadece beklemek vardı; zamanın geçmesini, acının hafiflemesini. Ama zaman geçtikçe, boşluk büyüyordu. Her geçen saniye biraz daha eksiliyordu içinde. Bir yanıyla Lidya’yı bekliyor, diğer yanıyla kendini yitiriyordu. Ve bunu kimse bilmiyordu. Çünkü gerçek acı, görünmez olandı. Yalnızca kalpler hissederdi. Mert’in gözünden süzülen yaş, kelimelerin yetmediği yerde konuşuyordu. Suskunluk, en büyük itiraftı artık. Ve o suskunlukta, Mert sadece bir şeyi biliyordu: Sevdiğin insan gitmiş olsa bile, onun yokluğu en derin yerinden seni sarmaya devam eder.

Bazen bir ismi içinden geçirirken bile gözlerin dolar. Mert’in aklından Lidya geçince artık sadece sesi değil, suskunluğu yankılanıyordu. Sanki her hatırlayışında bir kapı aralanıyor, oradan soğuk bir rüzgâr geçiyordu. İçini üşüten o eski bakışlar, artık yanına bile uğramayan varlığı… Her şey tam orada duruyordu, ama Lidya yoktu. Yokluğu öyle kalıcıydı ki, Mert artık hiçbir anı tam hatırlayamıyordu. Her şey silikleşiyor, bulanıklaşıyor, ama yokluğu hep net kalıyordu. Bir sabah pencereyi açtığında, hava Lidya’nın kokusunu getirmişti. Yağmur sonrası toprak gibi, geçmiş gibi, gitmemiş gibi. O an Mert bir şeyi fark etti: İnsan bazen geri gelmesini beklemez, sadece geçmişin izinde kaybolmayı ister. Onu hatırlamak bir işkence değil, tek nefes alma biçimiydi. Ve o sabah, ilk defa içine bir cümle düştü: “Belki de onu affetmeliyim… sadece onu değil, kendimi de.” Çünkü her suç, iki kişilikti. Biri susar, diğeri eksilir. Biri sever, diğeri kaçardı. Ama sonunda iki taraf da yara alırdı. Mert kendini affetmeyi hiç denememişti. Hep Lidya’nın gitmesine odaklanmış, kalamadığı için onu suçlamıştı. Ama belki de gitmesine sebep olan suskunluğu kendisi yaratmıştı. Belki de Lidya defalarca geri dönmek istemişti, ama Mert’in duvarları onu geri çevirmişti. Belki de en büyük hata, hiçbir şey söylemeden beklemekti. O an anladı: Sevgi, içinde tutulunca zehire dönüşüyordu. Ve onun kalbinde bir şey çoktan çürümeye başlamıştı. Lidya gitmişti ama Mert hâlâ her sabah onun için uyanıyor, onun için susuyor, onun için yaşıyordu. Bu sefer belki ilk kez onun için konuşmalıydı. İlk kez gidip “Geç kaldım ama hâlâ buradayım,” demeliydi.Mert o gün aynaya baktı. Gözleri yorgundu, ama içinde bir şey kıpırdanıyordu. Bir ihtimal. Bir yol. Bir dönüş… ya da son bir şans. Ve belki de en gerçek şey buydu: Herkesin bir dönüşü olmalıydı.

İnsan bazen en çok kendine uzak düşer. Aynaya bakarsın, orada duran yüz tanıdıktır ama ait değildir. Mert, o sabah kendine baktı ve anladı: Lidya’dan önce kaybettiği şey kendisiydi. Yıllar boyunca kimseye anlatmadığı ne varsa birikmişti içinde. Ve Lidya, o birikenlerin ortasına denk gelmişti. Ne kadar sevse de… sevgi bazen yetmiyordu. Mert'in kalbi sevmişti ama dili susmuştu. Dokunmuştu ama saramamıştı. Kalmıştı ama var olamamıştı. Bir insana kendini anlatamadığında, onu yavaş yavaş yitirmeye başlarsın. Mert, Lidya’yı yitirdiği yerin aslında kendi suskunluğu olduğunu şimdi fark ediyordu. Onun gidişi, ani bir fırtına değildi; sessizce birikmiş bir uzaklıktı. Gözlerinin içine baktığında orada kal diyememişti. Seviyorum bile diyememişti. Çünkü bazı insanlar, sevilmeyi bilse de, göstermeyi öğrenememişti. Artık kaçmak istemiyordu. Ne anılardan, ne geçmişten, ne de Lidya’dan. İlk kez, kaybetmekten bu kadar korktuğunu bu kadar açık hissediyordu. O an karar verdi: Geri dönecekti. Lidya’ya değil sadece… kendi kalbine. Çünkü hâlâ geç değilse, hâlâ bir cümlelik şans varsa… o cümleyi kuracaktı. En azından deneyecekti. Ve belki de en çok, kaybetmeden önce anlatmak gerekiyordu. İçindeki sevgiyi, korkuyu, pişmanlığı… Hepsini dökmeden hiçbir insan tamamlanmıyordu. Mert şimdi, ilk defa tamamlanmak istiyordu. Ve bu kez susmayacaktı.

Bazı kararlar sesli alınmaz. Kalbinin içinde sessizce düşer o cümle: “Gidiyorum.” Mert’in içinde o sabah tam da bu cümle yankılandı. Ne bir bavul hazırladı, ne bir plan yaptı. Sadece kalktı. Çünkü kalmak artık daha fazla dayanmak demekti, ama gitmek… belki geç kalınmış bir şansı hâlâ yaşatabilirdi. Kapının koluna dokunduğunda elleri titredi. Bu bir kaçış değildi. Bu, bir yüzleşmeydi. Belki her şey için geçti, belki Lidya onu görmek bile istemeyecekti. Ama bir insanın kalbinde tutamadığı bir sevgi varsa, o sevgiye en azından bir kez ses vermesi gerekirdi. Yolda yürürken rüzgâr yüzüne vuruyordu. Her adımda aklına bir cümle geliyordu, söyleyemediği, yarım bıraktığı, zamanında sustuğu… “Beni affet.” “Sana geç geldim ama eksik değilim.” “Bir tek senin gözlerinle kendimi hatırladım.” Hangisini söyleyeceğini bilmiyordu. Belki hepsini, belki hiçbirini. Ama içinden geçen en gerçek şey şuydu: “Bu defa susmayacağım.” Yürüdükçe kalbi hızlandı. Ne korkuyordu ne de umutlanıyordu. Bu bir bitiş ya da başlangıç değil, içinden geçenin karşılığıydı. Bir insanı sevmek, bazen onun karşısında eksik ve savunmasız durmayı göze almak demekti. Mert bu kez, hiçbir duvar olmadan Lidya’nın karşısında durmak istiyordu. Güçlü görünmeden, haklı çıkmaya çalışmadan. Sadece olduğu gibi.Çünkü aşk, hiçbir zaman mükemmel cümlelere ihtiyaç duymazdı. Bazen sadece gözlerinin içine bakmak ve sessizce orada kalabilmekti. Ve Mert o an bunu anlamıştı: Gerçek sevgi, geri dönüp "Seni hâlâ taşıyorum" diyebilmeyi gerektiriyordu. Kapının önüne geldiğinde derin bir nefes aldı. Zili çalmadan önce, içinden geçen tek şey şu oldu: “Eğer açarsa… bu sefer gitmeyeceğim.”

 

 

 

Bölüm : 29.06.2025 11:39 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...