
Soğuk bir geceydi. Rüzgarın sesi, yıpranmış camların arasında usulca fısıldıyordu. Lidya, pencereden dışarı baktığında, karanlığın içinde kaybolmuş şehrin ışıkları sanki uzak bir hayaldi. Kalbindeki boşluk, o an daha keskin hissediliyordu; sustuğu yerde değil, suskunluğun içinde büyüyordu. Mert, sessizce yanına yaklaştı. Gözlerine baktığında, orada sözcüklerin yetmediği bir deniz vardı. Konuşmadılar. Sözcükler gereksizdi çünkü her şey zaten hissediliyordu. O an, aralarındaki mesafe kelimelerden daha derindi. Bir el dokundu Lidya’nın omzuna; o dokunuş, bin kelimeden fazlasını anlatıyordu. Dışarıdaki rüzgar hızlandı, sanki dünya bile bu sessizliğe eşlik etmek ister gibiydi. Mert, Lidya’nın saçlarından bir tutam aldı ve hafifçe gülümsedi. “Gitmek istemiyorum,” dedi usulca, “Ama kalmak da kolay değil artık.” Lidya, gözlerini kapattı. İçindeki fırtına, sessizce ama kopuşa yakın bir hızla dönüyordu. “Belki de kalmak, gitmekten daha zor olan şey,” diye fısıldadı. İşte o an, kelimeler bitti; geriye kalan tek şey, paylaşılmış bir suskunluktu.
Gecenin koynunda, zaman bile ağır aksak akıyordu. Lidya’nın yüreğinde biriken kelimeler, ağırlığını taşımaya zorlanıyordu; konuşmak istese, boğazında düğümlenirdi her biri. Mert’in varlığı, sessiz bir güven gibiydi ama o güvenin altında kırılgan bir umut yatıyordu. “Biliyorum,” dedi Mert, “Bazen en büyük savaş, kendi içinde verdiğin savaştır. Dışarıdaki fırtınalar, yanımızdaki sessizlik kadar yıkıcı olmaz.” Lidya, gözlerini ona çevirdi. Yorgundu, yıpranmıştı; ama o an, yorgunluğun içinde küçücük bir direnç kıvılcımı vardı. Gözlerinde hayatı yeniden keşfeden bir çocuk vardı sanki. “Seni bırakmak istemem,” diye fısıldadı, “Ama kalmak bazen susmak demekmiş.” Mert, ellerini ona uzattı. Parmak uçları, hayatın en büyük sorularını sormaya cesaret eden dokunuşlarla buluştu. “Susmak bazen sözcüklerden daha fazla anlatır,” dedi, “Ve bazen, suskunluk içinde kalmak, en cesur olanıdır.” İkisi de biliyordu; o sessizlik, kelimelerden daha ağırdı. Her nefeste, birbirlerinin acısını taşıyorlardı. O an, geçmişle gelecek arasında asılı kalan bir an vardı; kırılgan, ama aynı zamanda vazgeçilmez.
Gece ağır ağır çekilip gidiyordu. Lidya’nın düşünceleri, karanlığın içinde dolanıyor; geçmişin gölgeleriyle bugün arasında ince, kırılgan bir çizgide yürüyordu. Her an, içinde bir şeylerin kopuşunu hissediyordu ama nasıl durduracağını bilmiyordu. Mert, gözlerinin içine baktığında orada saklı bir fırtına gördü; saklanmaya çalışılan, içe doğru büyüyen bir yangın. Konuşmak zorundaydı, ama kelimeler boğazına düğümlenmişti. “Biliyorum, kolay değil,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. “Ama unutmamalısın, her karanlığın bir sabahı vardır. Ve bazen o sabah, en umutsuz anımızda doğar.” Lidya, dudaklarını ısırdı. “Ya sabah gelmezse?” diye sordu, sesi neredeyse duyulmuyordu. Mert, elini hafifçe tuttu. “Sabah her zaman gelir. Belki başka biçimde, belki farklı bir ışıkla… Ama gelir.” O an, iki yalnız ruh birbirine tutunmuştu; kırılgan ama vazgeçmemiş, yaralarını sarmaya başlayan iki beden. Sessizlik, onları birleştiren en derin bağ olmuştu.
Karanlığın içinde bir adım daha atıldı. Lidya’nın kalbinde kıpırtılar vardı, sanki uzun zamandır donmuş bir nehir tekrar akmaya başlamış gibiydi. Her an, geçmişin ağırlığı biraz daha hafifliyordu ama izleri hala derindi. Mert, gözlerini Lidya’dan ayırmadan fısıldadı: “Biliyorum, yaralar kolay kapanmaz. Ama birlikte yürürsek, izler zamanla silinir.” Lidya, nefesini tuttu; içinde bir yerde, kırılgan umut yeşermeye başlamıştı. “Korkuyorum,” dedi, “Hem senden, hem de kendimden…” Mert’in elini sıkıca tuttu. “Korkmak insana ait bir şey. Ama korkunun içinde seni bekleyen cesaret var. Ona ulaşmak için bir adım yeter.” Birlikte sessizce oturdular. Dışarıdaki rüzgar, artık eski sertliğini kaybetmişti. Gecenin soğukluğu yerini, dokunan bir sıcaklığa bırakıyordu. O an, umut ve korkunun dans ettiği bir denge vardı; kırılgan, ama gerçek. Her şey, o sessiz anın içinde yeni bir başlangıca dönüşüyordu.
Zaman, yavaşça ellerinden kayıp gidiyordu. Lidya, gözlerini kapattığında tüm acılar, tüm kırgınlıklar bir anlığına dindi. Mert’in varlığı, her şeyden daha gerçek, daha somut bir nefes gibiydi. “Biliyorum,” dedi Mert, sesinde saklı bir titreme vardı, “Ne kadar zor olsa da, birlikte yürümek zorundayız.” Lidya, hafifçe başını salladı. Kırgınlıklar, pişmanlıklar ve sessizlikler arasında, bir umut kıvılcımı doğmuştu. O kıvılcım, her ikisinin de yüreğinde yanmaya başlamıştı. “Artık korkmuyorum,” diye fısıldadı. “Seninle, her şey mümkün.” Ve o an, sessizlik bir kez daha konuştu; sözcüklere gerek kalmadan, iki yüreğin aynı ritimde attığını gösterdi. Dışarıda sabahın ilk ışıkları doğarken, içlerinde yeni bir hayatın filizlendiğini hissettiler. Karanlık bitmiş, yol yeniden başlamıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |