
Sessizlik ilk kez bu kadar ağır değildi. Mert pencerenin önünde, camın ardında titreyen geceyi izliyordu. Lidya biraz geride, sırtı koltuğa yaslanmış, dizlerine kapanmış ellerini düşünüyordu. Her şey söylenmiş değildi, ama artık söylenmesi gerekenler azalıyor gibiydi. Acı hâlâ oradaydı. Ama alışılmış, tanınmış bir şekli vardı artık. Kırılmış ama inatla bir arada tutulan iki insan gibiydiler. Lidya başını kaldırdı. Gözleri nemli değildi, ama gözlerinin içi hâlâ doluydu. Bir şey diyecek gibi sustu. Sonra yine sustu. “Buradayım,” dedi Mert, yumuşak bir sesle. “Gitmeyeceğim. Sadece sen artık gideceksen, gerçekten gitmiş ol diye bekleyeceğim.” Lidya başını iki yana salladı hafifçe. “Bu defa gitmeyeceğim,” dedi. Ama cümle, bir itiraf gibi değil, bir korkunun içinden çıktı. Mert ona bakmadı. Sadece pencerenin kenarında soluklanan geceye gözlerini dikti. Çünkü bazı duygular göz göze gelince kırılıyordu. Ve o an kırılmak değil, birlikte kalmak gerekiyordu. Dışarıda rüzgâr vardı. İçerideyse bir başka fırtına… Ama bu kez kimse kaçmadı.
Zaman, duvarlara sinmiş bir yorgunluk gibi ağır akıyordu. Odada söylenmemiş cümlelerin yükü vardı hâlâ, ama artık ikisi de neyin eksik kaldığını sormayacak kadar yorgundu. Sessizlik, ilk kez birbirini incitmeyen bir dil olmuştu aralarında. Lidya, başını yavaşça Mert’in omzuna yasladı; bir açıklama değil, bir teslimiyet gibiydi bu. Belki affetmemişti, belki unutamamıştı ama kalmayı seçmişti ve bazen sadece kalmak, onca kırılmanın ardından söylenebilecek en büyük cümleydi. Mert, nefesini tutar gibi hareketsiz kaldı. O an ellerini uzatmak, bir şey demek, bir tebessüm bile fazla geliyordu. Çünkü Lidya ilk kez hiçbir kelimeye sığınmadan yakınındaydı. Geçmişin bütün ağırlığıyla, sessizce... yanında. Pencerenin dışında gecenin koyuluğu ağırlaşıyor, içerideyse zamanın durduğu bir an uzuyordu. Her şey olması gerektiği gibi değildi belki ama oldukları hâl, olmamalarından daha değerliydi. Lidya’nın gözleri kapalıydı artık, sesi çıkmıyordu ama hâlâ oradaydı. Ve Mert, ilk kez o suskunlukta bir kayboluş değil, bir kalış gördü. Ne geçmişi temizleyebilecek gücü vardı içlerinden birinin, ne de geleceğe dair büyük cümleler kurabilecek cesaretleri. Ama şimdi ve burada, aynı duvarın dibinde yan yana oturuyorlardı. Bu, uzun zamandır ilk kez yeterliydi.
Kapının hemen arkasında biri vardı. Sessiz, gölgede kalmayı seçmiş, varlığını duyurmayan ama her şeyin farkında biri. Veyran. Adımlarını duyurmayacak kadar dikkatli, nefesini bile bastıracak kadar uzak durmaya kararlıydı. Ama işte bazı anlar vardır; insan ne kadar sessiz kalırsa kalsın, içindeki fırtına o kadar görünür olur. Veyran, Lidya’nın başını Mert’in omzuna yasladığı o âna tanıklık etmemişti belki ama onların sessizliğini duymuştu. Kalplerin birbirine karıştığı, kelimelerin susmaya karar verdiği o ağır havayı ciğerlerine kadar çekmişti. Bir kapının ardında bile insan, bir başkasının aitliğini hissedebilirdi. Ve o an, bir kez daha anladı: bazen ait olmadığın bir yere fazlaca yakın durmak, insanın içini daha çok üşütüyordu. Veyran, karanlık koridora doğru bir adım attı. Gözlerinde bir boşluk değil, bastırılmış bir yangın vardı. Söndürülmemiş, sadece yıllarca suskunluğun altına gömülmüş bir iç yangın. Duvarlara değen elleri titremedi ama içi paramparça olmuş gibiydi. Mert’in sesi hâlâ aklındaydı. Lidya’nın susuşu da öyle. O ikisi geçmişiyle savaşmış, şimdi aynı suskunlukta kalmayı seçmişti. Peki ya o? Veyran neyle kalmıştı? Kime tutunarak direnmişti bunca zaman? Kimse bilmiyordu. Çünkü onun hikâyesi anlatılmadı. Dinlenmedi. Ve şimdi, duvarların bile soğukla titrediği bu gecede, Veyran’ın yalnızlığı artık sadece sessizlik değildi. İçinde kırılmakla dağılmak arasında sıkışmış bir haykırış vardı. Duyulmayan. Anlatılmayan. Ama giderek büyüyen bir boşluk gibi, ruhunun tam ortasında genişliyordu.
Bazı insanlar hayatın ortasında değil, kıyısında yaşar. Veyran da onlardan biriydi. Hep bir adım geride, hep susarak, hep başkalarının hikâyelerinde yer bulmaya çalışarak. Ama hiçbir zaman gerçekten yazılmadı adı bir cümleye, kimsenin sonuna virgül bile olmadı. Ve bu gece, Mert ile Lidya’nın sessizliğinde hissettiği şey acıdan çok daha başka bir şeydi. Yabancılaşmak. Bazen aynı evin içinde bile, bir yabancı gibi kalır insan. Kapıdan içeri girmezsin, çünkü davet edilmemişsindir. Cümleye karışmazsın, çünkü sana hiç başlanmamıştır. Veyran duvara yaslandı. Soğuktu. Ama içi daha soğuktu. Gözlerini kapattı. Hatırlamak istemediği bir şey gibi, ama unutmaktan da vazgeçemediği bir gecenin içine gömüldü. Kendi çocukluğunu düşündü. Kimsesizliğini. Sessizce ağlamayı öğrendiği o dar odaları. O zamanlar da kimse sormamıştı, “Nasılsın?” diye. Şimdi de sormuyordu. Yıllar geçmişti ama bazı yalnızlıklar büyümüyordu, sadece derinleşiyordu. Ve Veyran büyüdükçe, içindeki çocuk daha da susmuştu. Mert’in adını geçirdi içinden, ses çıkmadan. O da sustu. Çünkü bazı isimler vardır, telaffuz edildiğinde değil, yutulduğunda daha çok acıtır. İçinde onunla konuştu. Bir cevap gelmeyeceğini bile bile. Ama insan bazen cevabı için değil, yalnız olmadığını hayal etmek için konuşur. Veyran o gece, o duvarın dibinde, kendi hikâyesinin dışına itilmiş biri gibi değil… tamamlanmamış bir yara gibi bekledi. Çünkü kimse görmese de bazı insanlar sadece görünmek değil, bir kere duyulmak isterdi.
Veyran bir an yerinden kıpırdamadı. Elini duvardan çekti, parmak uçları soğuktan değil, içindeki sarsıntıdan titriyordu. Sonra yavaşça yürüdü; adımlarında yılların suskunluğu vardı. Salondan gelen loş ışık, gölgesini uzun uzun yere serdi. O gölge bile yalnızdı artık. Kapının eşiğinde durdu, açmadı. Mert’in sessiz sesi kulağında çınladı: “Gitmeyeceğim…” Ne zaman biri böyle deseydi, hep bir süre sonra gitmişti. Veyran bunu en çok annesinde öğrenmişti. Ardından babasında, sonra herkesin tek tek sırtını dönmesinde. Gitmek bir kelime değildi onun için; yokluğun farklı biçimiydi sadece. Gözlerini kapadı, içinden bir şeyin kırıldığını hissetti. Ne bir bağırış, ne bir isyan… Sadece içeriye doğru çöken bir sessizlik. Boğazına düğümlenen birikenler, gözlerine bile ulaşamadan içinde dağılıyordu. Bir adım daha atmadı. Çünkü oraya ait değildi. Çünkü Mert’in yanında Lidya oturuyordu. Çünkü bazı savaşlar başlamadan kaybedilirdi. Geri döndü. Parmakları usulca duvarı yokladı, sonra sanki bir daha asla tutunamayacakmış gibi geri çekildi. Odasına yürüdü, yavaşça kapısını kapattı. Ne kilitledi, ne açtı. Ortada bir şey yoktu zaten. Vardı ve yoktu arasında sıkışmış bir ruh hâliyle yatağın ucuna oturdu. Elini saçlarına götürdü, yüzünü gizledi. Ve o gece, kimsenin duymadığı bir yerde, kimsenin sahip çıkmadığı bir yalnızlık bir kez daha sessizce ağladı. Veyran ağlarken, ev suskundu. O evde insanlar birbirini sevmeyi öğrenmeye çalışırken, biri daha derin bir şeyi yaşıyordu: unutulmayı. Ve bu defa sadece biri değil, dünya susuyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |