
Lidya içeri girdiğinde hiçbir şey söylemedi. Zaten söylenecek bir şey kalmamış gibiydi. Odanın içinde bir ağırlık vardı; sessizlikten değil, geçmişten kalma bir ağırlık. Mert başını kaldırdı, ama bakmadı. Baksa, içindeki sitemi de sevgiyi de yüzüne yansıtacağını biliyordu. Oturdukları koltuk arasında mesafe yoktu ama her ikisinin de içinde aşılması zor duvarlar vardı. Zamanla örülmüş, suskunlukla güçlenmiş, kırılgan ama yüksek. Lidya ellerini dizlerinde birleştirdi. Titremesinler diye. Sakin görünmek istiyordu.
Ama insan en çok kendinden kaçarken belli ederdi gerçek halini. Mert, onu görmeyeli nelerin değiştiğini bilmiyordu. Ama gözlerinin içi hâlâ tanıdıktı. Yorgun, ama tanıdık.
Ve bu tanıdıklık, her şeyin yeniden başlayabileceğini fısıldıyordu. İkisi de bunu açık açık söylemedi. Sadece orada oturdular. Konuşmasalar da anladılar. Bazen en gerçek bağ, sessizliğin içinde kuruluyordu.
Sessizlik uzadıkça, içlerinde konuşmak isteyen her şey daha da ağırlaşıyordu. Lidya başını önüne eğmişti, sanki göz göze gelirse tüm kırılganlığı dökülecekmiş gibi. Mert ise gözlerini ondan ayırmamaya çalışıyordu ama bakışları da bir yere çarpıp dağılıyordu. İçinde bir cümle vardı Mert’in, uzun zamandır beklettiği, söylemekten korktuğu, söylerse belki her şeyin değişeceğinden çekindiği bir cümle. Ama o an o cümle de dilsizdi. Çünkü bazı anlar vardır, konuşursan bozulur, sustuğunda kalır. Ve onlar, o anı kaybetmemek için susuyorlardı. Ama bu sessizlik, sade bir sessizlik değildi; içinde geçmişin tüm yükünü, yarım kalmışlıkları, özlemi, pişmanlığı ve hâlâ sönmemiş sevgiyi taşıyordu. Mert ellerini dizlerinde kenetledi, bakışlarını yere indirdi, sonra tekrar Lidya’ya döndü. O an ne kadar özlediğini değil, ne kadar eksik kaldığını fark etti. Çünkü bazı insanlar sadece sevilmezdi, tamamlanırdı. Ve Lidya, Mert’in tamamlanmamış tarafıydı. Zaman ikisini başka yönlere savurmuştu belki, ama içlerinde kalan şey aynıydı: bir daha birbirine dokunamayacak kadar uzaklaşmışken, hâlâ içten içe birbirine ait olmak. Lidya hafifçe nefes verdi, ama bu bir rahatlama değildi. İçinde ne varsa bir anlığına dışarı taşmış gibiydi. Mert, o sessiz soluğu duyduğunda, bir şey demek istedi. Ama yine sustu. Çünkü bazen bir adım atmak, duvarı yıkmak kadar zordu. Hele ki o duvarı yıllarca kendin örmüşsen. Aralarındaki mesafe hâlâ yerindeydi. Ne fiziksel bir uzaklık ne de keskin bir soğukluk vardı. Ama ikisinin de içinde bir yer hâlâ bekliyordu. Belki bir cümle, belki bir dokunuş, belki sadece “buradayım” diyebilecek kadar cesur bir bakış. Ama hiçbiri gelmedi. Sadece sessizce, birbirlerinin yanında kaldılar. Ve bazen en derin yakınlık, hiçbir şey söylemeden sadece orada olmaktı.
O an, ikisinin de içinde aynı cümle dönüyordu belki: “Şimdi ne olacak?” Ama kimse sormuyordu. Çünkü cevap, söylenmeyecek kadar kırılgandı. Lidya gözlerini pencereye çevirdi; dışarıda rüzgâr dalları hafifçe sallıyordu, ama içeride her şey donmuştu. Sanki zaman burada işlemiyor, sadece içlerini kanırtan geçmişi tekrar tekrar hatırlatıyordu. Mert, onun yüzünü yan profilden izledi. Ne zaman böyle sessiz kalsa, içinde bir yer hep aynı acıyla yanardı. Bir insanı en çok nerede beklediysen, en çok orada özlerdin. Ve o, Lidya’yı hep orada, hep aynı yerde beklemişti. “Geri döner mi?” sorusu değil, “Kendini bulabilir mi?” umuduydu aslında içinde taşıdığı. Çünkü Lidya sadece gitmemişti; kaybolmuştu da. Şimdi burada oturuyor olması, geri geldiği anlamına gelmiyordu. Mert bunu biliyordu ama yine de onunla aynı odada olmak, içindeki tüm kırgınlığı susturuyordu. Bazen bir insanı affetmek değil, anlamak iyileştirirdi. Ve Mert, Lidya’yı affetmeyi hiç düşünmemişti, sadece anlamaya çalışmıştı. Lidya sessizliğini bozmadı. Çünkü bazı şeyler sesle değil, bakışla anlatılırdı. Kalbindeki o karanlıkta ne kadar yol yürüdüğünü, kaç kez dönmek isteyip dönemediğini anlatamazdı zaten. Ama Mert bunu görebiliyordu. Her suskunluğun ardında bir haykırış olduğunu çoktan öğrenmişti. İçlerinden geçen binlerce kelime vardı ama hiçbirinin ağırlığı, şu anki sessizliğin yerini tutamazdı. Belki de kelimeler fazlaydı artık. Belki de bu sefer sadece kalmak gerekiyordu. Ve Lidya kalmıştı. Tam olarak nasıl, neden, ne zaman döndüğünü bilmeden. Ama oradaydı. Ve bazen sadece bu kadarı bile yeterdi.
Mert başını öne eğdi, parmaklarını birbirine geçirip bastırdı, sanki elleriyle kalbini bir arada tutmaya çalışıyordu. Kırılmak istemeyen ama kırılmış olan bir sessizlik vardı aralarında. Lidya’nın bakışları hâlâ pencerenin dışındaydı ama zihni içeride, çok daha içeride bir yerde dolaşıyordu. Bir zamanlar bu odada kahkahalar vardı, birbirlerine anlattıkları sırlar, gecelere sığmayan umutlar… Şimdi ise her şey suskunluğun gölgesinde kaybolmuştu. Mert onun susmasına değil, bu kadar susmasına alışkın değildi. Lidya konuşmadıkça, aralarındaki mesafe daha da derinleşiyordu. Ama o da biliyordu, bazı suskunluklar korunmak içindi. Konuşursa parçalanacak biri vardı karşında. Ve bazen parçalanmasına izin vermek, birini yeniden sevmekten daha acıydı. Mert hafifçe doğruldu, bakışlarını Lidya’ya çevirdi. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar net gördü onu. Kaşlarının arasında yorgun bir çizgi, dudaklarının kenarında söylemekten vazgeçtiği onlarca kelime… Ve gözlerinde, kimseye anlatamadığı ama hep içinde taşıdığı bir acı vardı. Mert bir şey söylemek üzereydi ki, Lidya usulca gözlerini ona çevirdi. Sözsüz bir anlaştılar o bakışta. Ne özür vardı ne sitem. Sadece “anladım” diyen bir sessizlik. Bir zamanlar kaybolan bir ruhun, geri dönmeye çalışırken ne kadar savrulduğunu anlatıyordu o tek bakış. Ve Mert, sadece başını salladı. “Tamam,” der gibi… “Biliyorum.” Çünkü bazen yeniden başlamak için konuşmak yetmezdi. Sessizlikte kalabilmekti asıl cesaret. Ve o an, ikisi de konuşmamayı seçti. Belki kelimelere ihtiyaçları kalmamıştı artık. Belki de en çok, sessizliğin içinde birbirlerini buluyorlardı.
Lidya başını eğdiğinde, Mert onun o hâlini ezbere bildiğini fark etti. Sessizliklerinde tanıdık bir şey vardı. Acının bile tanıdık geldiği o anlardan biriydi bu. Ama bu kez her şey farklıydı. Çünkü şimdi, o sessizliğin içinde bir kalma ihtimali vardı. Gitmek kadar güçlü olan bir kalma ihtimali. Mert derin bir nefes aldı ama nefes değil, iç çekişti bu. Geriye kalan her şeyin içinde sıkışmış bir anı gibiydi. Odaya ağır ağır gece çökerken, dışarıdaki sokak lambaları duvarlara silik yansımalar bırakıyordu. Zaman bir yandan akıyor, bir yandan donuyordu. Ve o an, başka bir hayata açılmasa da, eksik kalan her şeyin üzerine kapanan bir perde gibiydi. Lidya usulca konuştu, neredeyse fısıltıyla. “Buradayım…” dedi. Ama bu bir geliş değil, bir teslimdi. Kaçmaktan, susmaktan, kendi içinden. Mert gözlerini kapattı bir anlığına, belki de inanmak için, belki de içinde bir yerin hâlâ acıdığını bastırmak için. Sonra gözlerini açtı ve sadece şöyle dedi: “O zaman hiçbir şey söyleme. Sadece kal.” O cümle, ne kadar kırgınlık, ne kadar umut, ne kadar sevgi barındırıyordu, ikisi de sayamadı. Ama bir şey oldu o an. Birden değil, usul usul. Kalplerin yeniden aynı ritimde atmaya çalıştığı bir şey. Bir şey değişti. Belki küçük. Belki geç. Ama gerçekti. Ve bazen, sadece bu kadarı bile yeterdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |