
Sınıfın içinde ağır bir şey vardı ama kimse tam olarak ne olduğunu söyleyemiyordu, söylemek istese bile kelime bulamıyordu çünkü bazı ağırlıklar dile değil, göğsün tam ortasına oturur, nefesinle karışır ve seni suskunlaştırır, Veyran işte tam da o hissin içindeydi, sırasına yaslanmış, gözleri tavana takılı gibi görünse de asıl baktığı yerin, içindeki karanlık boşluk olduğunu o an yalnızca o biliyordu, çantasındaki defterin varlığı bedeninden çok ruhuna ağırlık yapıyordu, sabah bulduğu o defter, sanki yalnızca kâğıttan değil, geçmişin kanla yazılmış kelimelerinden yapılmış gibiydi, kapağında hiçbir şey yazmıyordu ama açmadan önce hissettiği şey, kelimelerden çok daha fazlasıydı çünkü bazı şeyler yazılmadan da bağırır, duyulmadan da hissedilir, o defterin içine adını kim, ne zaman, neden yazmıştı bilmiyordu ama yazan biri varsa, bilen biri de vardı, Veyran’ın içinden bir yerinden bir şey çekiliyordu sanki, ne elini ne gözünü defterden uzak tutabiliyordu, ama yine de açamıyordu çünkü insan bazen gerçeği öğrenmekten çok, onun kıyısında kalmayı tercih eder, çünkü kıyıda olmak batmaktan daha az can yakar, Berk sınıfın en arkasında sessizce onu izliyordu, gözleri dikkatli ama bakışları saklıydı, sanki bir şeyleri anlamış ama emin olamamış gibiydi, Lidya her zamanki gibi yalnızdı ama yalnızlığı bu kez farklıydı, bu kez duvar gibi değil, uçurum gibiydi, içine düşeni yutuyordu, Şeyda pencere kenarında, camın buğusuna parmak ucuyla şekiller çiziyor ama ne çizdiğini kendi bile bilmiyordu, çizdikleri silinip giderken içinden geçenler gitmiyor, daha çok yerleşiyordu, Mert kafasını sıraya yaslamıştı ama gözleri açıktı, sanki gökyüzünü içeriden görüyormuş gibi uzaklara dalıyordu, ama en uzaktaki şey bile şu an içlerindeki defterin varlığı kadar belirgin olamazdı, tenefüs zili çaldığında herkes sınıftan çıkarken Veyran kalmıştı, elleri çantasına uzandı, parmakları deftere değdiğinde kalbi istemsizce titredi çünkü bazı dokunuşlar dışarıdan değil, içeriden olur, defteri masaya koydu, kapağını açtı ve ilk sayfada yazan şey onun nefesini tuttuğu ana denk geldi, ince bir el yazısıyla yazılmıştı: “Görülmeyenler Listesi”, alt alta dizilmiş isimleri okurken her harf içini bir kez daha parçaladı çünkü listedeki ilk isim kendi adıydı: Veyran, sonra Şeyda, Mert, Lidya, Berk, sonra bir boşluk… bir çizgi… sanki yazılmayı bekleyen biri daha varmış gibi, Veyran’ın elleri titredi, her ismin altında kısa cümleler vardı ama cümleler tanımaktan çok daha öteydi, onun adı altında şu yazıyordu: “Susmayı öğrenenler, konuşmayı hep geç kalınca hatırlar.” o an gözleri doldu ama ağlamadı çünkü bazı gözyaşları akmaz, içeride boğar, Şeyda’nın adı altında: “O, görülmemek için gülmeyi seçti.”, Berk’in satırı: “Hiç kimse olduğunu söyleyen biri, bir zamanlar her şeydi.”, Mert’in cümlesi: “Kırılmaktan korkmayanlar, en çok kırılmış olanlardır.”, Lidya'nın altına yazılan ise sadece bir kelimeydi: “Kayboldu.”, defterin yazarı kimdi, ne zamandır onları izliyordu, nasıl bu kadar iyi biliyordu, Veyran bir an başını kaldırdı ve kapının önünde duran Şeyda ile göz göze geldi, sadece bir saniyeliğine, ama o bir saniye içinde söylenmeyen her şey gözlerinden taşmıştı, sonra Şeyda hiçbir şey demeden arkasını döndü ve gitti, defterin içinde başka sayfalar da vardı ama Veyran şu an daha fazla bakamadı çünkü bazen bir satır bile bir insanı paramparça etmeye yeter, kapağı kapattı, gözlerini kapattı ve o an artık hiçbir şeyin aynı kalmayacağını anladı çünkü artık yalnız değillerdi ve yalnız olmadıklarını fark etmek, bazen daha çok korkuturdu.
Veyran’ın elleri titremeye devam etti, parmak uçları hâlâ defterin kenarındaydı ama artık sayfaları çevirmiyordu, çünkü bazen insan gördüğü şeyin devamını kaldıramayacağını bilir, yine de uzaklaşamaz, defteri sırt çantasına koydu, yavaşça ayağa kalktı, koridor sessizdi, okul kalabalıktı ama bu kat sanki terk edilmişti, sessizlik duvardan sarkıyor, ayak sesleri bile yankılanmadan yutuluyordu, sanki görünmeyen bir el burayı zamandan ayırmıştı, Veyran yürümeye başladı, ama nereye gittiğini bilmiyordu, sadece yürümek gerekiyordu çünkü bazı cevaplar oturarak değil, adım atarak bulunurdu, merdivenlerden indi, arka bahçeye yöneldi, okulun o köşesi hep sessizdi ama bu kez sessizlik alışılmış değil, uğultusuzdu, yanında biri daha vardı fark etmeden, Berk, duvarın dibine yaslanmış sigara yakmıyordu ama sanki içinden dumanlar çıkıyordu, gözleri uzak, yüzü ifadesizdi, Veyran ona baktı, Berk hiç konuşmadı ama sessizlikleri çarpıştı, sonra Veyran sordu, sadece bir kelimeyle: “Biliyor musun?”, Berk başını yavaşça çevirdi, gözleri deftere değmiş gibi karanlıktı, “Hayır.” dedi ama sesi öyle boştu ki, sanki evet demekten daha çok şey söyledi, “Ama hissettim.” diye ekledi, o an Veyran daha fazla konuşmak istemedi çünkü bazı cümleler söylenirse sihrini kaybeder, ama susulursa büyür, ikisi de konuşmadan orada durdu, bir dakika mıydı, bir saat mi, zaman bükülmüştü, sonra içeri döndü, sınıfa girdiğinde Mert cam kenarında hâlâ aynı pozisyondaydı, Lidya deftere bir şey yazıyordu ama kendi defterine değil, sanki Veyran’ın sabah bulduğu deftere benzer bir taneydi, kapağını göremedi ama sayfalarındaki çizikler tanıdıktı, Şeyda yerine dönmüş, başını sırasına yaslamıştı, ama gözleri açıktı ve boşluğa bakıyordu, o an hepsi oradaydı, ama hiçbiri tam anlamıyla orada değildi, çünkü bir kere görülmeyenler listesine yazıldıysan, artık hiçbir yerde tam olamazsın, ders başladı, öğretmen geldi ama kimse tahtaya bakmadı, kalem sesleri duvarlara çarpmadı, herkes bir şekilde aynı cümlede sıkışmış gibiydi, sadece bedenleri oturuyordu, zihinleri çoktan başka sayfalardaydı, defterin sayfaları arasında gizlenmiş bir hayat vardı ve o hayat onlarınkiydi, ama bu hayatı kim yazmıştı, neden onları seçmişti, cevap yoktu, sadece tahminler ve korkular, Veyran dersi dinlemeye çalıştı ama gözleri çantasına kayıyor, her seferinde defterin orada olduğunu hissediyordu, öğle arasında bir not buldu sırasının arasında, kim koymuştu bilmiyordu ama el yazısı tanıdıktı, notta sadece üç kelime vardı: "Sen zaten biliyordun.", o an kalbi öyle sert çarptı ki nefesi kesildi, notu avucunda ezdi, kimseye bakmadan okuldan çıktı, hiçbir şey demedi, hiçbir şey düşünmedi, sadece yürüdü, çünkü bazı korkular kelimelere değil, adımlara dökülür, gün batıyordu, gökyüzü paslı bir turuncuya dönmüştü ama havadaki renkler bile ona yabancıydı, eve gitti, odasına kapandı, defteri yeniden çıkardı ve içinden başka bir sayfa açtı, bu kez sayfanın başında şu yazıyordu: “Kendini bulan herkes, önce kendini kaybetti.”, cümleyi okuduğunda gözleri doldu, çünkü o an anladı, bu defter onun hayatını sadece anlatmıyor, yeniden yazıyordu ve en kötüsü, yazan kişi o değildi.
O gece Veyran uyuyamadı, defter başucundaydı ama sanki tüm odanın içine sinmişti, bir eşya değil de canlı bir şeymiş gibi, nefes alıyor, onu izliyor, düşüncelerine karışıyordu, gözlerini her kapadığında defterin satırları parlıyordu, rüyalarına sızıyor, uykusunu delip geçiyordu, saat sabaha karşı dörde yaklaşırken yerinden kalktı, pencereye yürüdü, dışarısı ıslak sokak lambalarının altında bulanık bir fotoğraf gibiydi, şehir uyuyordu ama o uykunun altında bir şey kıpırdıyor gibiydi, derin bir şey, eski bir sır gibi, sonra gözleri pencere camındaki buğuda beliren bir harfe takıldı, önce yok sandı ama sonra gördü, biri parmağıyla oraya bir şey yazmıştı: “G”, sadece bir harf, ama sanki bir ismin ilk sesi, bir çağrının ilk yankısı gibiydi, cama nefesiyle yeniden buğu yaptı ama harf hâlâ oradaydı, silinmiyordu, arkasını döndüğünde odasının kapısının aralık olduğunu fark etti, oysa uyumadan önce kilitlemişti, içi buz gibi oldu, biri girmiş miydi, yoksa defterin varlığı mı artık evin duvarlarını da esir almıştı, sabah olduğunda annesi hiçbir şey fark etmemiş gibiydi, kahvaltı masasında her zamanki gibi gereksiz cümlelerle suskunluk örüyordu, ama Veyran duymuyordu, duyduğu tek şey kendi iç sesi, o da her zamankinden fazla yankılıydı, okula gittiğinde herkes oradaydı ama hiç kimse yerinde değildi, Lidya göz göze gelmekten kaçıyor, Berk defterden hiç bahsetmiyor, Şeyda'nın gözlerinin altı mor, Mert ise sanki yavaşça siliniyordu, konuşmaları bile duyulmuyordu, sonra dördüncü dersin ortasında bir şey oldu, sınıfa giren müdür yardımcısı sessizce bir kâğıt uzattı öğretmene, öğretmen kaşlarını çatıp ismi okudu: “Şeyda, müdür seni istiyor.”, Şeyda ayağa kalktı, çantasını almadı, gözleri kimseye değmeden dışarı çıktı, kapı kapanırken sınıfta bir uğultu değil, bir sessizlik yükseldi çünkü herkes o an anladı, bu normal bir çağrı değildi, o sırada Veyran’ın telefonuna bir mesaj geldi, ekranı açtığında bilinmeyen bir numaradan gelmişti, mesajda sadece şu yazıyordu: "Görülmeyenler birer birer hatırlanacak.", kalbi duracak gibi oldu, hemen çevresine baktı, kimse ona bakmıyordu ama o mesajın yalnızca ona gelmediğini hissediyordu, parmaklarıyla mesajı silmeye çalıştı ama silinmiyordu, defterin laneti gibiydi, sonra Şeyda geri döndü, ama gözleri donuktu, oturdu ama bir kelime bile etmedi, o günkü diğer dersleri kimse hatırlamıyordu çünkü herkes artık başka bir şeyin farkındaydı: Bu sınıfta yalnızca ders işlenmiyor, hayatlar işleniyordu, biri yazıyordu ve o biri onlardan biriydi, ya da çok daha derin bir yerden geliyordu, belki geçmişten, belki hiç yaşanmamış bir gelecekten, Veyran gece gördüğü “G” harfini düşündü, sonra defteri tekrar açtı, bu kez arka sayfalara geçti, boş bir sayfanın en alt köşesinde kurşun kalemle yazılmış bir not vardı: “Görülmeyenler, sonunda görünmek için yanar.”, cümle o kadar içini dağladı ki kapatıp geri çekildi, çünkü artık yalnızca okuduğu kelimelerden değil, o kelimeleri yazabilecek bir karanlıktan korkuyordu.
O gün okuldan çıktıklarında hava grinin en ağır tonundaydı, gökyüzü sanki kararmakla karar vermek arasında kalmış gibiydi, şehir sessizdi ama o sessizlikte bir gerginlik vardı, caddeler dolu ama ruhsuzdu, insanlar yürüyordu ama kimse bir yere varmıyordu, Veyran caddede yürürken arkasında ayak sesleri hissetti ama her döndüğünde kimseyi göremedi, gölgeler uzuyor, duvarlar üzerine kapanıyor gibiydi, bir kâbusun içinde uyanık kalmak gibi bir histi bu, eve geldiğinde ilk yaptığı şey deftere bakmak oldu ama defter artık bıraktığı yerde değildi, yatağın altındaydı, kenarı tozlanmış, sayfaları sanki biraz daha eskimiş gibiydi, parmaklarıyla sayfaları karıştırdığında ortalarda bir yerde yeni bir yazı buldu, kendi el yazısı gibi ama ondan daha sert, daha kesik, daha öfkeli bir yazıydı: “İz bırakmayan herkes unutulmaya mahkûmdur.”, içi çekildi, odanın içi bir anda küçüldü, duvarlar üzerine kapandı, cam açıldı ama dışarıdan nefes değil, duman girdi, boğuluyor gibiydi ama bağırmadı, çünkü bazı korkular sesle değil, sessizlikle büyürdü, sonra telefonuna gelen bir bildirimle irkildi, Lidya'dan gelmişti, “Buluşalım.”, sadece bu kadar, saat ya da yer yoktu, ama Veyran nereye gideceğini biliyordu çünkü defter zaten çoktan yazmıştı nereye gitmeleri gerektiğini, karanlık sokaklardan geçip eski kütüphaneye gitti, orada kimse olmaması gerekiyordu ama içeride ışık vardı, kapı aralıktı, içeri girdiğinde Lidya’yı yalnız buldu, elinde başka bir defter vardı, kapağı yırtık, sayfaları dağınık, Veyran’ın bulduğu defterle neredeyse aynı, Lidya başını kaldırdı, gözlerinde uykusuzluk değil, geçmişin karanlığı vardı, “Sadece sen değilmişsin.” dedi, sesi yorgundu ama gerçeği taşıyacak kadar güçlüydü, sonra masanın üstünü gösterdi, orada başka sayfalar da vardı, her biri farklı el yazısıyla, farklı yıllardan kalma gibi, ama cümleler aynıydı, aynı karanlık, aynı acı, aynı suskunluk, Veyran hiçbir şey demedi, sadece yaklaştı, elleriyle bir sayfaya dokunduğunda parmak uçları yandı, Lidya bunu fark etti, “Bazı kelimeler yalnızca acıyla okunur.” dedi, sonra ekledi: “Biz bu hikâyeye doğmadan önce yazıldık Veyran.”, o an zaman durdu, dışarıdan gelen araba sesleri kesildi, şehir sustu, nefesler bile çekilmedi, çünkü artık anlaşılıyordu ki bu sadece bir tesadüf değil, bir döngüydü, aynı hikâyeler farklı bedenlerle tekrar tekrar yaşanıyordu, ve Veyran ile Lidya bu döngünün en yeni halkasıydı, belki de sonuncusuydu, Veyran pencereye yaklaştı, dışarıda birinin onları izlediğinden emindi ama kimse görünmüyordu, defterin içinden biri vardı artık, sadece yazan değil, yöneten biri, görünmeyen ama her şeyi bilen biri, o gece eve dönerken şehir değişmiş gibiydi, binalar daha yüksek, gökyüzü daha alçak, insanlar daha sessizdi, herkesin içinde bir eksiklik vardı ama bunu adlandırabilen yoktu, çünkü hiçbirimiz gördüğümüz şeyin tam olarak ne olduğunu bilmeden yaşardık, sadece hislerimize tutunarak, ama hisler bile artık başkasına aitti, deftere, geçmişe, hatta belki ölmüş bir hayata.
Gece çöktüğünde şehir bir sır gibi susuyordu, rüzgâr caddeleri değil, insanların içini dolaşıyordu, Veyran odasında oturmuş defteri ellerinin arasında tutuyordu ama artık bir defteri değil, bir laneti tutuyormuş gibiydi, o sayfalar kâğıttan değil, zamanın içinden yırtılıp alınmış yaralardı sanki, Lidya’nın söyledikleri aklından çıkmıyordu: “Biz bu hikâyeye doğmadan önce yazıldık.”, peki kim yazmıştı, neden yazmıştı ve en çok da şu: Ne zaman bitecekti?, kapısı çalmadı ama biri vardı, hissetti, bakmadı, korkmadı da, çünkü bazı korkularla savaşılmaz, sadece birlikte yaşanırdı, o gece defterin yeni bir sayfası açılmıştı, üzerinde yalnızca bir tarih vardı, ama bu tarih geçmişe değil, geleceğe aitti: “15 Ekim”, oysa bugün 11 Eylül’dü, demek ki yazılacak şeyler çoktan belliydi, yaşanacaklar çoktan kararlaştırılmıştı, kader bir senaryo değildi, bir intikamdı, Veyran’ın içi çekildi, çünkü o tarih ona bir şey hatırlatıyordu ama ne olduğunu çıkaramıyordu, sabaha kadar uyumadı, gözkapakları kapanmadı, ruhu yorgundu ama kalbi uyanıktı, sabah okula giderken sokakta bir adam gördü, dilenci gibi ama gözleri bir şey anlatıyordu, adam ona baktı ve sadece şunu söyledi: “Görülmeyen, gölge olur.”, sonra yürüyüp gitti, Veyran arkasından bakakaldı, çünkü adamın gözlerinde tanıdık bir şey görmüştü, geçmişten kalan bir anı gibi, ama o adamı daha önce hiç görmemişti, okula vardığında herkes çok sessizdi, sanki gece herkes aynı rüyayı görmüş gibiydi, koridorlar boş ama uğultuluydu, bir yankı dolanıyordu duvarlarda, sonra Mert geldi, ilk kez onun da gözleri uykusuzdu, “Biri bizi izliyor.” dedi fısıltıyla, “Biri bizi yaşıyor.”, bu cümle Veyran’ın içini parçaladı, çünkü bu cümle doğruydu ve onun da zihninden geçmişti, sonra Berk geldi, eli cebindeydi, dudakları sıkılıydı, “Lidya bugün yok.” dedi, gözleri bir noktaya bakıyor ama hiçbir şeyi görmüyordu, sonra sınıfa girdiler, öğretmen gecikti, herkes birbirine bakıyor ama hiç kimse konuşmuyordu, o sırada arka sıralardan bir kâğıt kaydı ön sıraya, kim gönderdi belli değildi ama Veyran aldı, açtı, içinde sadece üç kelime vardı: “Görülmeyenler listesindesin.”, harfler kırmızı kalemle yazılmıştı, kurumuş bir damla sanki mürekkep değil kandı, o an Veyran’ın kalbi sanki dışarı çıkacakmış gibi çarptı, gözleri bulandı, başını çevirdiğinde pencereden dışarı baktı, gökyüzü parçalıydı ama güneş yoktu, ve o an gökyüzünde ince bir çizgi belirdi, bir harf gibi, bir isim gibi, bir iz gibi, sonra ortadan kayboldu, ama gören yalnızca Veyran değildi, Berk’le göz göze geldiler ve ilk kez aynı korkuda birleştiler, çünkü bazı şeyleri görmek, onları değiştirmezdi ama artık hiçbir şeyi eskisi gibi bırakmazdı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |