21. Bölüm

21. Bölüm Sustuğumuz Yerden Devam

Hamza
sonsuzgece23

Kapı gıcırdamadı. Hiçbir ses çıkarmadan, yavaşça aralandı. İçeriden yükselen hava, dışarıdaki sessizliği bastırdı. Soğuk değildi. Tanıdıktı. Unutulmuş bir anının içinden gelen ürperme gibi. Lidya ilk adımı attığında ayakları titremedi. İçinde bir şey yerinden oynadı. Burası bir ev değildi artık. Bir gömüydü. İçine gömülen kelimelerin, suskunlukların, tamamlanmamış cümlelerin saklandığı yer. Mert hemen arkasındaydı. Soluk alışı derin, sesi bastırılmak istenen bir yük gibiydi. Bastırılmıyordu. Bazı anlar sessizlikle değil, ağırlığıyla duyulurdu. Duvarlar boştu. Ama en çok boş duvarlar anlatırdı geçmişi. Resim yoktu. İz yoktu. Yine de her şey yerli yerindeydi. Sanki biri gitmemiş, yalnızca geri dönmeyi ertelemişti. “Bu evi hatırlıyorum,” dedi Lidya. Sesi kalbinin çatlamış yerinden çıkmış gibiydi. Mert cevap vermedi. Arven önde ilerliyordu. Bu evin karanlığını herkes kadar o da tanıyordu. İlk kez korkmadan yürüyordu. Adımları değil, yüzleşmesi derindi. Merdivenler eskiydi. Yine de sessizdi. Ev, kendi sessizliğini koruyordu. Sanki ses çıkarmak yasaktı burada. Her kelime, geçmişi uyandırabilecek bir suç gibi. Üst katta bir kapı aralıktı. Ne tam açık, ne de kapalı. Yakındı ama geçilmesi zordu. Tıpkı bazı insanlar gibi. Arven kenara çekildi. Kapıya bakmadı. Onu ezbere biliyordu. Yıllar önce içine bir kez bakmış, o da yetmişti. Lidya eliyle kapıyı itti. Kapı sessizce açıldı. İçerisi karanlık değildi. Işık vardı, fakat sıcaklık eksikti. Bir odaya değil, birinin iç dünyasına girilmiş gibiydi. Ve o iç dünya fazlasıyla yalnızdı. Bir masa duruyordu pencerenin kenarında. Üzerinde eski bir defter. Yanında yarım kalmış bir çay bardağı. Zaman burada durmuş değildi. Ama kimse devam da etmemişti. Sadece beklenmişti. Mert deftere yaklaştı. Sayfalar arasında sıkışmış bir not vardı. Kenarları buruşturulmuş, aceleyle bırakılmış bir kâğıt: “Henüz değil. Bekle.” Lidya okumadı. Yine de hissetti. İçinde bir şey ezildi. Sanki bu kelimeler başkasına yazılmıştı, ama en çok onu bulmuştu. Arven, pencereye dönmeden konuştu: “Zemheri buradaydı. Ve bazı gölgeler, gitse de kalır.” Kimse karşı çıkmadı. Çünkü bazı varlıklar gitmezdi. Beden uzaklaşsa da, iz hep bir köşede kalırdı. Bu ev, o izlerle doluydu. Her nefes, geçmişin yükünü taşıyor, her adım unutulmuş bir hikayeyi fısıldıyordu. Sessizlik, yıkılmış hayallerin yankısı değil, ağır bir sır gibiydi. Her köşede bir acı saklı, her gölgede eski anılar titriyordu. Gözler, zamanın karanlığında bir ışık ararken, kalpler geçmişin ağırlığı altında eziliyordu. Bu evde yaşam, bir anı olmaktan çıkmış, sonsuz bir bekleyişe dönüşmüştü. Kelimeler susmuş, gözler anlamsız bakışlarla dolmuştu. Her duvar, her taş, bir veda gibi sessizce oradaydı. Geri dönülmeyen bir yolun sonunda, yalnızlığın derinliklerinde kaybolan umutlar vardı. Herkesin sakladığı, kimsenin dokunamadığı o kırılgan gerçekler bu evde gizlenmişti. Ve şimdi, orada, o anıların tam ortasında, yüzleşmenin soğuk nefesi hissediliyordu. Kimse konuşmuyordu ama herkes biliyordu; burası sadece bir ev değil, geçmişin esir aldığı ruhların mezarıydı. Her adımda biraz daha ağırlaşan bu sessizlikte, sadece zaman ilerliyordu. Yaşananların izleri, unutulmuşlukların gölgesinde hayat buluyordu. Ve hiçbir kelime, hiçbir ses, bu derin yalnızlığı bozamıyordu.

Oda sessizdi, kapı açıldığında içeri giren yalnızca üç beden değildi; üç ayrı geçmiş, üç ayrı korku ve hepsinden fazla, derin bir suskunluk vardı aralarında. Konuşsalar kırılacak bir şey vardı sanki, o yüzden kimse bir şey demedi. Lidya’nın gözleri masaya takıldı, defter hâlâ oradaydı, üzeri tozla kaplıydı, kenarı sararmış, birinin yıllar önce yazıp yarım bıraktığı bir hikâyeye benziyordu. Mert yaklaşmıştı ama dokunmadı, sadece baktı; parmakları sayfalara uzanmadı çünkü bazı sayfalar bir ömrü değiştirecek kadar ağırdı. Arven pencerenin kenarına durmuştu, dışarıya değil, cama bakıyordu, kendi yansımasında eksik bir şey arar gibiydi. Lidya yavaşça deftere uzandı ama sayfayı çevirmedi, kapağı kapalı kaldı, yine de içindekileri hissediyordu çünkü bazı sözler okunmadan da iz bırakırdı. “Zemheri buradaydı,” dedi Arven sonunda, sesi neredeyse fısıltıydı, “ve bazı gölgeler, gitse de kalır.” Sözleri havada asılı kaldı, ne cevap verildi ne de soru soruldu, sadece anlaşıldı. Mert başını duvara çevirdi, gözleri oradaki bir çiviye takıldı; ne asılıydı ne de boştu ama baktığında içini burkan bir eksiklik hissetti çünkü bazen hiçbir şey görmesen bile neyin orada olmadığını bilirsin. Lidya bir adım geri çekildi, gözleri tekrar deftere dönmeden önce Mert’le göz göze geldi, bir şey söylemedi çünkü bazı hisler dile gelmez, sadece gözlerde kalır. O sırada aşağıdan ince bir ses geldi, kapı hafifçe hareket etmişti; rüzgâr mıydı, biri mi? Kimse konuşmadı ama o sessizlikte herkes aynı şeyi düşündü: geçmiş hâlâ buradaydı ve bazı geçmişler kapıdan değil, içeriden çıkardı.

Lidya pencereye yürüdü, cam buğuluydu, ama silmedi… dışarıyı görmek istemedi, çünkü bazen netlik en çok kıran şeydir; bazı görüntüler gözle değil, kalple keser insanı. Perdeler yoktu, ama perde gibi duran bir karanlık vardı camın ardında; dışarısı da içerisi kadar suskundu, sanki sessizlik mekân değiştiriyor, sadece yankısını bırakıyordu içeride. Mert hâlâ defterin başındaydı, sayfayı çevirmedi, elini bile uzatmadı, sadece baktı, sanki içinde yazanları zaten biliyormuş gibi… çünkü bazı yazılar okunmazdı, insan onları yaşadıkça ezberlerdi. Arven sessizce masanın etrafında dolaştı, adımlarında bir tedirginlik değil, geçmişe değen bir dikkat vardı; bu odaya girerken içlerinde bıraktıkları sessizlik şimdi her köşede yankı buluyordu. “Bir şey eksik,” dedi fısıltıyla, kime söylediği belli değildi… belki kendisine, belki artık burada olmayan birine. Lidya yavaşça başını çevirdi, her şey yerli yerindeydi ama hiçbir şey tam değildi, bu eksikliği görünmeyen bir boşluk oluşturuyordu; öyle bir boşluk ki sadece hissediliyordu, en çok da oradaydı. “Zemheri nereye gitti?” dedi Mert, sesi bir sorgudan çok, geç kalmış bir iç konuşma gibiydi, cevap beklemiyordu çünkü bazı soruların cevabı zaten insanın içindeydi. Arven durdu, gözleri duvara kaydı, çivinin altındaki gölgede solmuş bir iz fark etti, bir çerçevenin bıraktığı kadar… birinin yıllarca baktığı bir anının izi gibi. “Buradaydı,” dedi dudakları kıpırdayarak, sesi duyulmadı ama yüzündeki o anlık değişim her kelimeden daha yüksek konuştu. Lidya deftere uzandı, bu kez elini çekmedi; parmakları kapağın kenarında gezindi, soğuktu ama tanıdıktı… birini son kez tutmak gibi, kırılgan ama gerçek. Sonra yavaşça açtı. İlk sayfa boştaydı. İkincisi de. Üçüncüde ise tek bir cümle: “Beni unutanlara hatırlatacak hiçbir şeyim kalmadı.” Lidya geri çekilmedi, gözlerini kaçırmadı, sayfayı kapatmadı; bu cümleyi kendine aitmiş gibi okudu ve o anda bu evin duvarları ilk kez gerçekten konuşmuş oldu. Arven kapıya yöneldi, “Burada kalamayız,” dedi, sesi kesindi, titremiyordu. Mert gözlerini defterden ayırmadan başını salladı, Lidya defteri kapattı, yavaşça, sessizce, sanki içindekileri artık dışarıda taşıyacaklarmış gibi. Hiçbiri birbirine bir şey sormadı, çünkü cevaplar bu evde değil, onların içindeydi. Ve bazı cevaplar sustukça ağırlaşırdı.

Yol daraldıkça gecenin soluğu daha çok içlerine işliyordu, ne rüzgâr vardı ne de uğultu ama camların ardında söylenmemiş sözler birikmiş gibiydi, sanki kelimeler dışarı çıkamamış, içlerinde yankılanıp durmuştu. Lidya, başını yasladığı pencereden yavaşça uzaklaştırdı, cam soğuktu ama içindeki soğuk kadar değildi; insan bazen en çok kendi içinden üşürdü. Arven, haritaya bile bakmadan konuştu, “Sola döneceksin. O viraj… önceden de geçmiştik,” sesi netti ama bu netliğin içinde, söylememeye çalıştığı bir acı titriyordu, hatırlamak istemediği hâlde ezberden gelen bir yol gibi. Mert gözünü bir an için aynadan Lidya’ya çevirdi, bakışlarında ne koruma isteği vardı ne de yanında kalma çabası, sadece anlamak… yaralı birine dokunmadan yanında durmak gibi. Lidya fark etti o bakışı ama çevirmedi başını, cevap verecek bir yer kalmamıştı aralarında çünkü bazı bağlar kelimeyle değil, sessizlikle kurulur ve o yüzden göz göze gelmeden de anlaşmak mümkündür. Arka koltukta sessizliği taşıyan tek şey onlar değildi; Arven’in çantası ayaklarının dibinde açılmıştı, defter oradaydı, Zemheri’nin bıraktığı, yarım kalan ya da hiç başlamamış bir anlatının kanıtı gibi. “Bu sadece onun hikâyesi değil,” dedi Arven, sesi kuru ama inatçıydı, “Bu bizim de sustuklarımız.” Mert fren pedalına hafifçe bastı, araba yavaşladı, önlerinde bir yol ayrımı belirmişti, dönülmeyecek bir yol gibi duruyordu ama durmadılar… çünkü bazı yollar seçilmez, yalnızca mecbur kalınır. Lidya gözlerini kapattı, bir şey hatırlamaya çalışmadı, sadece unutmamaya uğraştı çünkü bazı anılar insanı hayatta değil, uyanık tutar. Arven elini deftere uzattı, bir sayfa çevirdi, yazı yoktu ama o boşluk bile ağırdı, birinin hiçbir şey yazmamayı seçmesi bazen her şeyi yazmaktan daha fazlaydı. Mert sonunda sordu: “Zemheri’ye ulaşabilecek miyiz?” Cümlede umut yoktu ama bu bir vazgeçiş de değildi, yalnızca gerçeği bilmeye duyulan sade bir ihtiyaçtı. Arven sustu, Lidya ise ilk kez başını kaldırdı, cümle kurmadı ama gözlerinde beliren kararlılık yetti. Artık dönmeyeceklerdi, sadece gitmek değil, yitirmekten korkmadan yürümek vardı önlerinde. Ve bazen en büyük cesaret, sadece devam etmektir.

Evi terk ettiklerinde hiçbir şey söylemediler. Kapıyı çekip kapatmadılar bile. Sadece bıraktılar. Bazı yerler, arkan dönüldüğünde kapanır zaten. Anahtarsız. Vedalaşmadan. Ay ışığı, ormanın içinden ince bir çizgi gibi düşüyordu toprağa. Zemin ıslaktı, ama kimse çamura batmış ayakkabısını önemsemiyordu. Çünkü ayaklarının altında yalnızca toprak değil, geçmişin kendisi eziliyordu sanki. Oysa geçmiş, öyle kolay parçalanmazdı. Her adımda bir parçası başka bir yere tutunur, tekrar karşılarına çıkarak suskunluklarını çoğaltırdı. Lidya, arabaya binmeden önce döndü. Son bir kez. Ev karanlıktı, ama karanlıkta bile bir şey taşıyordu. Cam yansımıyordu geceye, ama boş da görünmüyordu. Sanki içeride biri varmış gibi. Sanki hâlâ izliyormuş gibi. Mert kontağı çevirdi. Motorun sesi geceye karıştı. Sessizliği dağıttı ama huzur getirmedi. Çünkü bazı sessizlikler, hiçbir sesle bastırılamazdı. Arven gözlerini yola dikti. Bu yol tanıdık değildi ama yön belliydi. Kaçmıyorlardı artık. Yüzleşmeye gidiyorlardı. Ne bulacaklarını bilmeden, ama saklanmadan. “Zemheri o defteri neden bırakmış?” dedi Lidya. Sesinde öfke yoktu. Kırgınlık da değil, daha çok bir çabanın cevapsız yorgunluğu vardı. Mert sustu. Yol uzuyordu, ama sadece mesafe değildi içinden geçen. Zaman da uzuyordu. Ve bazı sessizlikler, kilometreyle değil, acıyla ölçülürdü. “Beni unutanlara hatırlatacak hiçbir şeyim kalmadı...” Lidya, kendi kendine fısıldadı. O cümleyi ilk duyduğunda içini sarsan şey neyse, şimdi yine oradaydı. Sanki o söz hep içinde bekliyordu. Biri dile getirsin diye. Arven başını çevirmedi. Ama duyduğunu belli eden o kısa, derin nefesi aldı. O da biliyordu. Unutulmak, bazı insanlar için ölümden daha ağırdı. Ve unutulmamak için susmak, en zor olanıydı. Mert elini direksiyonda sıktı. Tırnakları avucuna battı, ama hissetmedi. İç acı, bazen bedensel olanı susturur. Ve şimdi öyleydi. Lidya gözlerini camdan ayırmadan fısıldadı: “Bu hikâye bitmeyecek, değil mi?” Mert başını hafifçe eğdi. Cevap değil, kabul gibiydi. Bazı hikâyeler, sonuna ulaşsa da insanın içinde devam ederdi. Kapanmazdı. Sadece sessizleşirdi. Ve gece... yol boyunca onlar kadar sessizdi artık. Üç kişi. Üç geçmiş. Ve artık geri dönmeyecek kadar ilerlemiş bir sessizlik.

 

 

 

 

 

Bölüm : 06.07.2025 13:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...