22. Bölüm

22. Bölüm-Söylenmemişlerin Gölgesinde

Hamza
sonsuzgece23

Gün, karanlığa boyanmış gibiydi. Gökyüzü açık ama içi sıkışmış bir kalp gibi donuktu. Araba durduğunda ilk inen Arven oldu. Sanki beklediği yer burasıymış gibi adım attı. Mert motoru kapattı, ama elleri direksiyonda kaldı. Birkaç saniye daha bekledi. Lidya yan koltukta hareketsizdi. Gözleri, camdaki soluk yansımaya takılıydı. İçinde çözülmeyen düğümler vardı hâlâ. Bazı şeyleri geride bırakmak istiyordu ama geride kalanlar bazen daha çok bağlardı insanı. Arka kapı açıldı, Arven geriye dönmeden konuştu: “Buradaydı. En son burada gördüm onu.” Lidya başını çevirdi. Boş bir araziydi burası. Toprağın üzerinde ayak izleri bile kalmamıştı. Yine de geçmişin izi görünmüyordu; sadece hissediliyordu. Bazı yerlerde rüzgâr bile fısıldamazdı. Sadece susardı. Burası öyleydi. Mert kapıyı açtı, indi. Toprak yumuşaktı ama bastıkça bir direnç hissediliyordu. Sanki her adım, içeri doğru bir şey çekiyordu. Kayıp birinin gömülü hatırası gibi ağırdı burası. Arven birkaç adım ilerledi. Sonra durdu. Yere baktı. Bir şey görmüyordu ama bildiği bir şey vardı. "Tam burada durmuştu," dedi. “Sessizdi. Gitmedi, sanki dağıldı.” Lidya o cümleyi duyduğunda gözlerini kapattı. Biri gerçekten kaybolduğunda geriye kalan en keskin şey, varlığının dağılış anıydı. Çığlık değil. İz değil. O sessiz, görünmez dağılma. Mert yanlarına geldi. "Burada ne arıyoruz?" Sesi sakin ama yorgundu. Yanıt beklemiyordu belki de. Sadece neyi kaybettiklerini hatırlamaya çalışıyordu. Lidya eğildi, parmaklarını toprağa bastırdı. Nemliydi. Soğuktu. Ama altında yatanın ne olduğu bilinmezdi. Bazı sorular, sadece sessizlikte saklı kalırdı. Arven geriye döndü. “Bu yol… devam etmeyecek. Ama gitmek zorundayız.” Kimse itiraz etmedi. Çünkü bazen yol dediğin şey, nereye vardığını değil, neyi geride bıraktığını anlatırdı.

Kapı ardında kapanmadı. Sadece geride kaldı. Eşiğinden içeri adım atarken, sessizlik onları karşılayan ilk şeydi. Ne rüzgâr vardı ne de soğuk, ama havada bir duraksama hissi asılıydı; sanki odanın duvarları bile onların gelişine alışmaya çalışıyordu. Lidya önce yürüdü. Zemindeki tahta, yıllardır dokunulmamış gibi kuru ve sessizdi. Ne bir gıcırtı, ne bir yankı. Sadece dikkat çekmeyen bir ağırlık. Adımlarını hafifletti, ama içi giderek ağırlaştı. Bu ev, geçmişin sustuğu yer gibiydi. Arven, onun birkaç adım gerisinde ilerledi. Bakışları odayı taramıyordu; bir noktaya sabitlenmiş gibiydi. Sanki bildiği bir kırılmaya yaklaşıyordu. Bedeninde değil, zihninde bir şey ürperdi. Tanıdık bir iz gibi değil, yarım kalan bir cümle gibi. Mert ise en sonda kaldı. Kapının eşiğinde, eşiği geçmeden. Girmeye mecburdu, ama hazır değildi. İçeriye ait hissetmiyor, ama dışarıda da duramıyordu artık. Geçmişin tam ortasında, bir kararın kenarındaydı. Odaya girdiklerinde duvarlar boştu. Ne bir resim, ne bir iz. Ama eksikliği o kadar görünürdü ki… her boşluk bir hatıraya dönüşüyordu. Her köşe, susulmuş bir şeyin yankısını taşıyordu. Pencerenin yanındaki masa hâlâ yerindeydi. Üzerinde eski bir kutu. Ne kilit vardı ne de not. Ama açılmamıştı. Sanki sadece orada durmak için konmuştu, içindekilerle değil, taşıdığı anlamla var olmuştu. Arven yaklaşmadı. Gözlerini kaçırmadı ama elini de uzatmadı. O kutuya bakarken, kendi içinde bir kapı kapanıyor gibiydi. Herkes suskundu, ama sessizlik bu kez boğucu değil, açıklayıcıydı. Lidya hafifçe eğildi. Elini kutunun kapağına değil, yanına koydu. Teninin sıcaklığı tahtaya geçti mi bilinmez ama içinden geçen her duyguyu yüzüne taşıdı. Gözleri dolmadı. Ama içindeki sessizlik büyüdü. Bazı kelimeler söylenmez, sadece duruşta hissedilirdi. Mert sonunda adım attı. Odanın içine girdi. Masaya yaklaşmadı, sadece Lidya’ya baktı. Gözleri bir şey sormuyordu. Cevap da beklemiyordu. Sadece anlamak istiyordu; bazen tek yapabileceğin budur. “Bu kutuyu hiç açmadınız mı?” diye sordu sonra, sesi düşük, merakla değil, içinden geçerek. Arven başını çevirdi. “Bazı şeyler açılmaz,” dedi. “Hazır olduğunda bile değil. Çünkü içinde ne olduğunu değil, neye dokunacağını bilirsin.” Mert sustu. Lidya kutuya bir kez daha baktı. Ama elini çekti. Bazı kapaklar, içindekiler için değil… kapanması gereken bir dönem için açılır. Ve bazıları, sonsuza kadar kapalı kalmayı hak eder.

Arven defteri ellerinin arasına aldı. Bir eşyaymış gibi değil. Sanki hâlâ sıcak, hâlâ konuşabilecek bir şeymiş gibi. Bir süre kimse konuşmadı. Araç ilerliyordu ama içeride zaman durmuştu. Lidya gözlerini pencereye çevirmişti. Dışarıda ne gördüğünü söylemedi. Ama bakışları uzaklaştıkça, içindeki suskunluk büyüyordu. Bazı anlar vardır; yaşanırken fark edilmez ama sonra zihne saplanır. İşte o anlardan birindeydiler. “Zemheri... bir şey anlatmak istemiş,” dedi Arven sonunda. Sesi kararlıydı ama içindeki kırıklık gizlenmemişti. “Bir şey söylemiş ama kimse duymamış.” Mert başını çevirip ona baktı. “Sence hâlâ duyabilir miyiz?” Arven gözlerini deftere indirdi. “Belki de duymak değil, anlamak gerek.” Lidya başını pencereye yaslamadı bu kez. Sadece dik oturdu. İçinden geçenleri dışarı dökmek istemedi. Bazı duygular paylaşılmazdı. Paylaşıldığında eksilirdi çünkü. Araç hafifçe sarsıldı. Virajı dönerken Arven’in elleri sıkıca defteri kavradı. Mert fren yapmadı, yavaşlamadı. Önlerinde beliren yol, daha önce geçtiklerinden farklıydı. Bu yeni bir yer değil, yeni bir yüzleşmeydi. Lidya’nın sesi yumuşaktı: “O cümleyi ben yazmış gibi hissettim…” Kimse sormadı hangi cümle olduğunu. Hepsi biliyordu. “Beni unutanlara hatırlatacak hiçbir şeyim kalmadı.” O an, içerideki sessizlik daha da ağırlaştı. Konuşsalar bile hafiflemezdi. Çünkü bazı sözler sadece içte yankılanırdı. Duyulmaz ama hissedilirdi.

Yürüyüş kısa sürdü. Her adımda bastıkları zemin biraz daha dirençliydi, sanki bir şey tutuyordu ayaklarını. Rüzgâr esmiyordu ama hava durgundu. Sessizlik, sadece kulaklarda değil, içlerinde de ağırdı. Lidya önlerini göremeyecek kadar karanlık olmayan bir yola baktı. Belirsizliğin bu kadar açık olması yıpratıcıydı. Mert, birkaç adım geriden geliyordu. Ceketinin cebinde tuttuğu elini sıkıyordu, içindeki sıkışmayı dışına taşırmamak için. Arven, çantasını omzuna daha sıkı bastırmıştı. Konuşmuyorlardı, ama adımlar birbirini takip ediyordu. Aynı noktaya doğru gidiyorlardı; aynı geçmişin farklı parçaları gibi. Evin duvarları yaklaştıkça netleşti. Işık yoktu, ama içeriden bir şey çekiyordu onları. Bir kapı vardı, aralık duruyordu. Kimse itmedi, ama o zaten açılmak için bekliyormuş gibiydi. Lidya, tereddüt etmeden geçti eşiği. Evin içi beklediklerinden daha sıcak sayılırdı. Ama bu sıcaklık sobadan değil, anıların yıpranmış teninden sızan bir ılıklıktı. Mert kapıyı arkasından çekmedi. İçeride kalmakla kaçmak arasında bir boşlukta durdu. Arven ilerledi, mutfağa yöneldi. Yerler temizdi ama soğuktu, sanki ayaklarının altında yıllardır konuşulmamış bir şey vardı. Lidya salonun ortasında durdu. Her şey yerli yerindeydi, ama hiçbir şey tanıdık değildi. Odanın ortasında bir masa, masanın üstünde defter. Kapalıydı. Dokunmadan önce uzun uzun baktı. Mert arkasında durmuş, sesini çıkarmıyordu. Gözleri Lidya'daydı, ama müdahale etmiyordu. Bu defa kimseyi korumaya çalışmıyordu. Sadece yanında duruyordu. Bu da bazen en büyük destekti. Arven geri döndü. Sessizce oturdu. “Burası böyle değildi,” dedi alçak sesle. “Bir şey değişmiş.” Kimse neyin değiştiğini sormadı. Çünkü değişen şey ev değil, kendileriydi. Aynı duvara bakıyorlardı, ama gördükleri başka başka boşluklardı. Lidya eğildi, parmak uçları deftere değdi. Üşümedi, ama ürperdi. Kapağı kaldırmadan önce gözlerini kapadı. Belki de dokunduğu şey kâğıt değil, geçmişti.

Lidya defteri açmadı. Sadece dokundu. Kapağın altındaki ağırlık, kelimelerden değil, söylenmemişlerden oluşuyordu. Bazı cümleler kağıda dökülmeden de yazılırdı insanın içine. Mert masanın yanına geldi. Deftere değil, Lidya’ya baktı. Sessizliklerinde bir karar vardı. Beklemek, sayfayı çevirmekten zordu. “Hazır mısın?” demedi. “Açalım mı?” da demedi. Yalnızca durdu orada, eğer Lidya ilerlerse onunla birlikte yürümeye hazır olduğunu gösterdi. Lidya başını eğdi. Nefesini tuttuğu fark edilmedi, ama içi doldu. Kapağı yavaşça araladı. Sayfalar birbirine yapışmamıştı. Yine de açarken sanki bir bağı koparıyormuş gibi ürktü. İlk sayfa boştu. Sadece bir iz vardı, yazısının silinmiş bir gölgesi gibi. İkinci sayfa daha belirgindi. Kenarı kırışmış, ortasında tek cümle yazılmıştı: “Buraya dönersen, beni gerçekten anlamışsındır.” Lidya cümleyi yüksek sesle okumadı. Dudakları kıpırdamadı. Ama gözleri titredi. Sanki o cümle onu seçmişti. O anda defter Lidya’nın değil, Lidya defterin hikâyesine dâhil olmuş gibiydi. Arven sandalyeye oturdu. Elleri dizlerinde. Sırtı dik ama gözleri boşluktaydı. “Bunu bize değil, kendine yazmış,” dedi. “Ama bizim de cevabımızı içeriyor.” Mert yaklaştı. Sayfayı çevirdi. Arkasında başka cümleler yoktu. Yalnızca karalanmış bir satır: “Unutmak çözüm değil, ama hatırlamak da ceza.” Bu cümle, hepsinin içine işledi. Arven başını öne eğdi, Mert gözlerini uzak bir noktaya dikti. Lidya, sayfanın altına parmağını sürdü. Mürekkep kurumuştu. Ama hâlâ oradaydı. Defteri kapatmadılar. Açık kaldı. Tıpkı içlerinde açılmış bir yara gibi. Mert, camın önüne yürüdü. Geceydi. Ama içeriden dışarısı daha karanlıktı. Camda yansımaları görünüyordu. Üç kişi. Üç sessizlik. Üç eksiklik. “Artık ne yapacağımızı biliyoruz,” dedi. Cümlesinde bir emek, bir kırılganlık vardı. Ama aynı zamanda kararlılık da. Lidya arkasını dönmeden konuştu: “Bu sadece onun hikâyesi değildi. Bizim yarım kalan tarafımız da burada.” Arven kalktı. Çantayı yerden aldı. Gözlerini deftere çevirdi. “Gitmeliyiz.” O anda kimse karşı çıkmadı. Kapıya yöneldiler. Adımları dikkatliydi. Sanki burada bırakacakları sessizlik, en az taşıdıkları kadar önemliydi.Lidya son kez arkasına baktı. Masa, defter, boş sandalye. Hepsi oradaydı. Ama hiçbir şey aynı kalmamıştı. Ve artık bazı şeyler geride kalmalıydı.

Evin eşiğinden dışarı adım attıklarında hiçbir şey değişmedi. Rüzgâr esmedi. Ay ışığı büyümedi. Ama içlerinde bir şey yerinden oynadı. Sanki o kapının ardında bıraktıkları her şey, hâlâ omuzlarında taşıyordu kendini. Arven önden yürüyordu. Çantası hafif görünüyordu ama o çantanın içinde yalnızca eşyalar değil, yılların yükü vardı. Lidya arkasından geliyordu, bakışları adımlarında takılıydı. Mert en sonda yürüyordu. O sessizliği kolluyordu. Biri düşecek olursa tutmak için değil… Düşmesinler diye arkada kalıyordu. Yol ıslaktı. Yağmur yağmamıştı ama toprak nemliydi. Sanki yer bile onların geçtiği anları içine çekmeye çalışıyor, unutmamak için hafifçe yumuşuyordu. Arabaya vardıklarında hiçbiri konuşmadı. Kapılar yavaşça açıldı, birer birer oturdular. Defter, Arven’in çantasının içinde hâlâ açıktı. Sanki kapanmaya direnir gibi, hâlâ anlatacak bir şeyleri varmış gibi. Mert kontağı çevirdi. Motor sesi boğuktu. Geceye karıştı ama sessizliği kesemedi. Bazı sessizlikler dışarıdan değil, içeriden büyürdü zaten. Yola çıktılar. Uzaklaşırken ev arkalarında küçülmüyordu. Sanki hâlâ aynı uzaklıktaydı. Gözlerinden silinmiyor, hafızadan eksilmiyordu. Lidya camdan dışarı bakıyordu. Ama manzaraya değil. Gözleri geçmişte bir sahne arar gibiydi. Belki bir cevabı. Belki eksik kalmış bir vedayı. Belki de artık dönmeyeceği bir yola son kez dokunmak istiyordu. Mert direksiyonu sıkı tutuyordu. Önünde uzayan yol, içinden geçtiklerinden daha sade görünüyordu. Ama sade olan her zaman kolay değildi. Bazen en düz çizgi bile içinde kaç viraj saklardı. Arven sessizdi. Ama göz kapakları hafifçe titriyordu. O anda kimse bilmiyordu; ama gözlerini her kapattığında Zemheri’nin sesi yankılanıyordu kulaklarında. Bir çocukken duyduğu, sonra unuttuğunu sandığı bir sesti bu. “Kalma orada.” demişti bir gün. “Yoksa sen de oraya ait olursun.”Lidya başını yavaşça çevirdi. “Bu yol nereye varacak?” Soru belki de ilk kez bu kadar açıktı. Ne geçmişi ima etti, ne geleceği zorladı. Sadece şimdiye ait bir arayıştı bu. Mert cevap vermedi. Cevap bazen cümlede değil, sürmeye devam etmekteydi. Durmamışlardı. Geri dönmemişlerdi. İşte bazı yollar da bunu anlatırdı. Lidya tekrar camdan dışarı döndü. Dudağının kenarı hafifçe kıpırdadı. Gözleriyle söylediği tek şey vardı: "Bitmedi." Ve gerçekten, bazı hikâyeler son cümleyle değil, en derin sessizlikle devam ederdi.

Yol uzadıkça içlerindeki sessizlik ağırlaşıyordu. Konuşulmayan her kelime, arabanın içinde görünmeyen bir dördüncü kişiye dönüşmüştü sanki. Arven gözlerini kapatmıştı. Ama uykuda değildi. Uyanıklıktan daha derin bir hâlde… anıların içinden geçiyordu. Zemheri’nin dokunuşsuz varlığı hâlâ ensesinde bir ürperti gibi duruyordu. Lidya deftere tekrar baktı. Arven’in çantasının fermuarı az aralıktı, kapağın köşesi görünüyordu. Onu almadı. Ama gözleri orada kaldı. Belki de bazı şeylere dokunmak, onları bozmadan hissetmenin en sessiz yoluydu. “Biz ne zaman sustuk?” diye fısıldadı. Mert yoldan gözünü ayırmadan cevapladı: “Sustuğumuzu bile fark etmediğimiz gün…” Bir anlık bir duraksama oldu. Rüzgâr, yolun kenarındaki ağaçlardan geçerken kısa bir uğultu bıraktı geride. Sanki doğa bile içlerinden geçen cümleye karşılık vermişti. Arven başını kaldırdı, sesi biraz boğuktu: “Zemheri konuşmasa bile hep bir şey anlatırdı. Bize benzemiyordu… O hiçbir zaman unutmak istemedi.” Lidya gözlerini yere indirdi.
“Unutanlar, bazen unutulmak için susar.” O cümlede bir kırılma oldu. Sanki içeride saklanan tüm duygular, bu birkaç kelimenin üzerine yığıldı. Arabanın içindeki hava değişti. Karanlık değil… ağırlaştı sadece. Mert sağa döndü. Yol daraldı. Hiç konuşmadıkları ama hep bildikleri o yere yaklaştıklarını hissettiler. Haritada olmayan bir viraj gibi… geçmişin tarif edilemeyen kıvrımıydı bu. “Orada neyle karşılaşacağız?” dedi Arven. Kimse cevap vermedi. Çünkü artık cevabın ne olduğu değil, o cevabı bulma cesareti önemliydi. Arabadan indiklerinde gece hâlâ serindi. Ama içlerindeki karanlıkla boy ölçüşemezdi. Sessizce yürümeye başladılar. Ne önlerinde yol belliydi, ne de arkalarında bir iz bırakmışlardı. Ama bir adım daha attılar. Ve o an Lidya durdu. Geriye dönmeden konuştu: “Bu bizim hikâyemiz. Ve kimse bizim adımıza susturamaz artık bizi.” Mert gözlerini Lidya’dan ayırmadan başını salladı. Arven, defteri sırt çantasına daha sıkı yerleştirdi. Artık anlatılacak çok şey vardı., Ve bu kez kimse susmayacaktı.

Bölüm : 07.07.2025 15:37 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...