23. Bölüm

23. Bölüm-Geri Dönmeyenler

Hamza
sonsuzgece23

Zemin yumuşaktı ama ayaklarının altındaki dünya sertti. Sessizdi, evet… ama bu sessizlik dinlenmek için değil, boğulmak içindi. Kapıdan ilk çıkan Arven oldu. Elinde çantası, sırtında defteri taşıyordu; ama asıl yükü kelimeler değil, kelimesiz kalan anlardı. Mert ardından geldi. Eli kapının kenarında birkaç saniye daha bekledi. Sanki bir veda için değil, bir şeyin tam bitmediğini hisseder gibiydi. Lidya sondu. Ne hızlandı ne durdu. Ama adımı yerden zorla sökülür gibi kalktı. Bedeninden çok içinden bir şey çıkıyordu o an. Ağır, sessiz ve eksik. Ev arkalarında kalmıştı, ama içlerinden çıkmamıştı. Bazı yerler fiziksel olarak terk edilse de, ruhun bir köşesinde köklenirdi. Sessizliğin yerleştiği o odadan uzaklaştıkça, hiçbir şey azalmıyordu içlerinde. Aksine, çoğalıyordu. Her adımda biraz daha büyüyen bir iç karanlık gibi. Mert’in gözleri yere dönüktü, ama bakmıyordu. Düşünmüyordu da artık. Sadece taşıyordu. Arven, rüzgâr olmasa da montunun yakasını kaldırmıştı. Belki kendini saklamak için değil, belki içine kadar sızan o eksiklikten korunmak için. Lidya’nın bakışları hâlâ geçmişte bir noktaydı. Orada kalmış bir cümle, tamamlanmamış bir bakış, söylenememiş bir vedaydı peşinden sürüklendiği. Arabaya doğru yürüdüler. Konuşmadılar. Ama her biri bir şey söylemiş kadar ağırdı. Ayak sesleri toprağa değil, geçmişe dokunuyordu sanki. Mert arabayı açtı, ama binmeden önce bir kez daha gökyüzüne baktı. Ne bir yıldız vardı ne de umut. Ama o boşluk bile bir şeyleri tamamlıyordu artık. Arven çantasını özenle yerleştirdi, deftere son kez dokundu. Kapatmadı. Sadece yan çevirdi. Bazı hikâyeler kapanmazdı, sadece okunmayı beklerdi. Lidya arka koltuğa oturdu. Ellerini dizlerine koydu ama sıkmadı. Sessizliğini kucaklar gibi oturuyordu. Kabullenmek değil bu, direnmeden taşımaktı. Kırılmanın zarif şekliydi belki. Motor çalıştı. Yol sessizdi. Camlardan süzülen karanlık geceyle aynı dilden konuşuyordu. Kimse arkaya bakmadı. Ama kimse unutmamıştı. Çünkü bazı anlar bir manzara gibi değil, bir yara gibi kazınır insana. Ve tam o anda, odanın içinden çıkarken kimse arkasına dönmedi. Ama her birinin sırtında, konuşulmamış bir ağırlık vardı.

Yol ilerliyordu ama hiçbir viraj, içlerinden kıvrılıp geçen o eksikliği silemiyordu. Araba sessizdi. Radyoda müzik bile çalmıyordu. Çünkü bazı anlar, notaların bile anlamını yitirirdi. Mert gözünü yoldan ayırmadı. Ama direksiyonu tutuşunda bir boşluk vardı. Sanki gidecek bir yerden çok, kaçmak istemedikleri bir yeri bırakıyorlardı arkalarında. Lidya camdan dışarı bakıyordu. Ama gördüğü manzara değil, bir zamanlardı. Gözleri, bir çığlığın hemen öncesindeki sessizlik gibiydi; derin, ağır, kopmaya hazır. Arven öne doğru eğildi, defteri çantasından çıkarmadı. Ama içindekileri ezberlemiş gibiydi. Gözlerini kapattığında bile satırlar önündeydi. Zemheri’nin yazdığı değil… yazamadığı cümleler dolanıyordu zihninde. Bir insan en çok neyi saklarsa, işte orada en çok kanardı. Ve bazı insanlar öyle sessiz kanardı ki, yanında duran bile fark etmezdi. Arven bunu şimdi daha iyi anlıyordu. Gözleri dolmadı. Ama içindeki boşluk ses vermeye başlamıştı artık. Kendi sustuğunda, anılar konuşuyordu. Mert hafifçe fren yaptı. Viraj daraldı. Ama kimse sarsılmadı. Çünkü içlerinden geçen fırtına, her dış sarsıntıyı yutuyordu. Lidya başını çevirmedi. Ama fısıltı gibi bir cümle döküldü dudaklarından: “Kimi zaman en çok, hiç söylenmemiş bir kelimeyle boğulur insan.” Arven gözlerini açtı. O cümle, içinin en kırık yerine dokundu. Mert sessizce başını eğdi. Onların arasında artık kelimeler değil, kırılmış bakışlar, yarım kalmış dokunuşlar vardı. Ve yol bitmiyordu. Bitmemeliydi. Çünkü hâlâ içlerinde söylenmemiş çok şey vardı.

Araba durduğunda kimse hemen inmedi. Sanki araç sadece bedenlerini değil, kalplerinde taşıdıkları karanlığı da taşıyordu. Motor sustu ama içerideki sessizlik daha da büyüdü. Mert önce başını geriye yasladı. Gözlerini kapamadı. Sadece derin bir nefes aldı. O nefes, içinde sakladığı her pişmanlığın, her söyleyemediği cümlenin ağırlığıydı. Lidya kapıyı açmadı. Ellerini dizlerinin üzerine koydu. Tırnaklarını bastırdı tenine. Acı vermeyecek kadar hafifti ama fark ettirecek kadar gerçekti. Bazen duygular sadece içeriden değil, dışarıdan da hissedilmek isterdi. Ama o an, hiçbir temas tamir edemezdi içlerinden döküleni. Arven çantasını sırtladı. Gözleri yola değil, gökyüzüne takıldı. Renk yoktu. Sadece solgun bir gri. Ne umut ne de karanlık. Sadece bir arada kalmışlık. O an gökyüzü gibiydiler. Ne düşebilmişlerdi ne de yükselebilmişlerdi. Mert kapıyı açtı, indi. Ayağını toprağa bastığında içinden bir şey sızdı. Adını koyamadığı bir eksiklik, ama eksikliği kadar tanıdık. Lidya arkasından geldi. Gözleri hâlâ dolmamıştı. Ama göz kapaklarının altında birikenler, cümlelerden daha ağırdı artık. Arven en son indi. Sessizce yürümeye başladılar. Konuşmadılar. Sadece adımlarını birbirine uydurdular. Sanki kelimeler değil, ayak sesleri birbirini anlayacaktı. Eve vardıklarında kapı açıktı. Kimse itmedi. İçerisi sessizdi. Ama bu kez o sessizlik, alışıldık değildi. Boş değil, doluydu. Duvarda hâlâ hiçbir şey asılı değildi ama her köşede bir şey saklıydı. Hatırlanmayan ama unutulamayan bir iz gibi. Lidya salona geçti. Masa yerindeydi. Defter yoktu. Arven gözleriyle aradı, sonra çantasına baktı. Oradaydı. Ama hâlâ açık kalmıştı. Kapanmamak için direniyordu sanki. Mert pencerenin önünde durdu. Dışarı baktı ama hiçbir şey görmedi. Görmek istemedi. Gözlerini kapadı. Ve sessizce mırıldandı: “Bazı insanlar gitmez... sadece içimizde yaşamaya devam eder.” Lidya o cümleyi duydu. Ama cevap vermedi. Çünkü bazı cümlelerin cevabı yoktu. Sadece kalpte yer edinirdi. Ve bazen, en derin izler, hiç söylenmeyenlerde saklı kalırdı.

Odanın içinden çıkarken kimse arkasına dönmedi. Ama her birinin sırtında, konuşulmamış bir ağırlık vardı. Sessizlik, en çok orada kaldı. Masanın üzerinde açık duran defter gibi… Söylenmeyenlerin ortasında, bir vedaya benzemeyen ayrılığın izinde. Kapı kapanmadı. Sadece geride kaldı. Adımlar, toprağa dokunmadan ilerliyormuş gibi hafifti ama hiçbirinin yüreği hafif değildi. Herkes susuyordu. Ama o sessizlik, bir suskunluk değil, boğaza oturan bir haykırıştı. Lidya önde yürüyordu. Kendi adımlarını duymuyordu artık. Sanki içinden geçenleri bastırmak için susuyordu dünya. Mert arkasındaydı, ama yakın değildi. Yanında gibiydi ama ulaşılmaz bir uzaklıktaydı. Arven defteri hâlâ göğsünde tutuyordu. Parmakları titremiyordu ama yüzü yorgundu. Bir şeyin bittiğini kabullenmek kolay değildi. Hele bu kadar eksik kalmışken. “Biz geç kaldık,” dedi Arven aniden. Sesi yavaş, ama kesin. “Onun sesini duymak için değil, acısını paylaşmak için bile geç kaldık.” Lidya durdu. Dönmedi. “Belki de bu yüzden hâlâ oradayız,” dedi. “Çünkü bazıları asla gerçekten gitmez… Sen ne kadar uzaklaşsan da, bir iz kalır.” Bu kez sesi titredi. Ama ağlamadı. Ağlamak, bazı duyguların taşıyamayacağı kadar hafifti. Mert yaklaştı. Ama söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Ve belki de bu suskunluğu, söylenecek her şeyden daha ağırdı. Gözlerini yere indirdi. Ayaklarının bastığı yer, topraktı evet. Ama içinden geçtiği yer, vicdanıydı. Araba uzakta değildi. Ama varmak istedikleri yer yolun sonunda değil, içlerindeydi. Defterin içindeki cümle kadar sade, ama onun kadar da kırıcıydı her şey. “Buraya dönersen, beni gerçekten anlamışsındır.” Bu cümle, şimdi hepsinin yüküydü. Ve bazı yükler, sessiz taşınırdı.

Araba sessizce ilerliyordu. Camdan dışarı bakmak, bir şeyleri geride bıraktığını zannetmenin en yalancı şekliydi. Oysa hiçbir şey geride kalmıyordu. Sadece susuyordu. İçlerine gömülüyordu. Lidya’nın eli dizinde öylece duruyordu. Ne kıpırdadı ne de bir yere tutundu. Sanki bir şeyleri kırmaktan korkuyordu. Mert direksiyonu sıkıca kavramıştı, gözleri yolda değildi artık; geçmişin içine düşmüş gibiydi. Arven camdan yansıyan kendi siluetine baktı bir an. Yorgun değil, yarımdı. Sanki yaşanan her şeyden sonra, tamamlanmak artık mümkün değildi. “Zemheri hiç gitmedi,” dedi Lidya fısıltıyla. “Biz sadece duymayı unuttuk.” Mert gözlerini kapattı bir an. “Bazı insanlar sessizliğiyle konuşur. Ve biz o dili hiç öğrenemedik.” Arven defteri çıkardı çantasından. Parmakları kapağına değil, kenarına dokundu. O kadar hafif bir temas ki, sanki defter bile bundan rahatsızlık duymadı. Sayfaları açmadı. Ama gözleri kapağın içinden geçen her kelimeyi ezberlemiş gibiydi. “Bizi affeder mi?” diye sordu. Sessizlik bu kez cevapsız değil, çaresizdi. Lidya gözlerini Mert’e çevirdi. “Affetmek için geri dönmek gerekmez. Bazen birini affetmek, onun bizi affetmesine bile gerek duymamaktır.” Bir süre kimse konuşmadı. Yol kıvrıldı. Araba hafifçe sarsıldı. Ama içeridekilerden hiçbiri başını çevirmedi. Çünkü dışarıda ne varsa, içlerinden daha sert değildi. Arven başını kaldırdı. “Bundan sonrası, sustuğumuz her şeyin hesabı. Ya anlatacağız… ya kaybolacağız.” Mert başını eğdi. “Kaybolmak da bir ihtimal. Ama anlatmadan gitmek, en sessizi olur.” O an Lidya elini deftere uzattı. Bu sefer kapağı açmadı, sadece kendi avucunu üzerine koydu. “Bu, bizim hikâyemizdi. Ve artık sessiz kalmak, ihanete girer.” Araba ilerliyordu. Gece derinleşiyordu. Ama bu defa karanlık, onları yutmuyordu. İlk kez… içlerinden biri nefes aldı. Ve bu bir başlangıçtı.

Hiçbiri konuşmadı. Ama sustukları yerden taşan duygular, aralarındaki mesafeyi yavaş yavaş eritiyordu. Her biri kendi içindeki fırtınanın ortasındaydı; ama bu kez savrulmuyorlardı. Sadece sessizce ayakta duruyorlardı. Geriye dönmediler. Çünkü bazı vedalar bakışla değil, kalple yapılırdı. O evin eşiğinde bıraktıkları sadece bir defter değildi. Kendileriydi. Kırılmış, susmuş, anlaşılmamış yanlarıydı. Mert adım atarken tereddüt etmedi. Ama her adımında biraz daha ağırlaştığını hissediyordu. Yalnızlık değil bu. Bir tür ağırlık. İçinde taşınan, adına tam konulamayan bir yük. Arven onun arkasından ilerledi, sırt çantasını sıktı. Çantanın içinde sadece defter yoktu; sustukları her şey oradaydı. Lidya geride kaldı bir an. Evin kapısına son kez baktı. Parmak uçları kapının kenarına değmeden geçti. Sessizliğini bırakıyordu geride. Ama bu kez susmak, vazgeçmek demek değildi. Tam tersiydi. Bu suskunluk, bir başlangıcın en yalın hâliydi. Araba gözlerinin önündeydi ama uzak görünüyordu. Yürürken ne zaman geçmişten, ne zaman kendilerinden uzaklaştıklarını anlamadılar. Yol, sadece adımlarla değil, kabullenişlerle ölçülüyordu artık. Ay ışığı tam tepedeydi. Ne parlak ne de gizliydi. Sadece oradaydı. Tıpkı onların taşıdığı yük gibi. Ne anlatılıyor, ne gizleniyordu. Sadece taşınıyordu. Arabaya bindiklerinde, kapılar sessizce kapandı. Ama içlerinde hâlâ açık kalan şeyler vardı. Mert direksiyona geçti, ama çalıştırmadı. Birkaç saniye gözlerini kapattı. Dışarıda rüzgâr yoktu, ama içeride bir şey kıpırdıyordu. Arven başını camdan yana çevirdi. Gözleri yolda değil, gökyüzündeydi. Lidya gözlerini ellerine indirdi. O eller, bir zamanlar kimseye dokunmak istememişti. Ama şimdi, bir kelime söylemeden bile dokunabilmenin ne demek olduğunu biliyordu. Mert kontağı çevirdi. Motor çalıştı. Ama hiçbir şey bölünmedi. Sessizlik yine onlarla kaldı. Belki de artık gitmek, kaçmak değildi. Gitmek, taşıyabilmeyi öğrenmekti. Geriye dönmediler. Ama her biri, içinde bir kapının kapandığını hissetti. Ve o kapı kapanınca, belki ilk kez içlerinden biri fısıldadı: “Artık sessizlik değil, biz konuşacağız.”

Hiçbir şey değişmemişti ama içlerinden geçen her şey başka bir dilde susuyordu artık. Göz göze gelmeden anlaşıyorlardı; çünkü bazı sessizlikler ortak kayıptan doğar. Kimse seslenmiyordu ama herkes birini hâlâ içinde taşıyordu. Lidya'nın elleri dizlerinde sabitken, parmak uçları neredeyse titriyordu. Bunu fark eden olmadı. Ya da fark ettiler ama dokunmadılar. İnsan bazen en çok, dokunulmazken anlaşılmak isterdi. “Birini özlemek ne zaman geçer?” dedi Lidya. Cümlesi havaya asılı kaldı. Cevap olsun diye değil, eksikliği duyulsun diye sorulmuştu. Arven yanıt vermedi. Yalnızca gözlerini kapattı. Sessizliği bir cevap gibi taşıyordu zaten. Mert önüne bakıyordu. Ama gözleri yolda değildi. “Geçmiyor,” dedi sonunda. “Sadece alışıyorsun. Özlem içinden konuşmayı bırakıyor. Ama hiç susmuyor.” O an, içeride bir ağırlık daha büyüdü. Konuşulmamış her kelime, üçünün arasında görünmeyen bir yük gibiydi artık. Zemheri yoktu, ama yokluğu kadar ağırdı hâlâ. Defter hâlâ çantadaydı. Ama o çanta artık sadece bir eşya değil, susan bir hatıra taşıyordu. Arven, çantayı biraz daha kendine çekti. Sanki daha sıkı tutarsa, içindeki hiçbir şey dağılmayacaktı. Ve o anda… Lidya başını çevirdi, camdan dışarı baktı. Gözlerinde bir kararın kıyısı vardı. “Bazen bir sayfa sadece kapanmak için değil,” dedi. “Geri dönmemek için de açılır.” Mert bunu duyduğunda başını eğdi. Arven gözlerini açmadı. Ama üçü de aynı şeyi hissetti. Bu hikâyede artık geri dönülecek yer kalmamıştı.

 

Bölüm : 08.07.2025 15:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...