
Kapanan defterin ardından odada kalan sessizlik, bu kez ağırlık değil; yola çıkma ihtimaliydi. Hiçbir şey düzelmemişti ama artık kimse aynı kalmak istemiyordu. Lidya odadan ilk çıkan oldu. Ayak sesleri koridorda yankılanmadı, çünkü o yürüdükçe geçmişin kırıntıları sessizce düşüyordu arkasından. Arven, onun arkasından baktı ama adım atmadı. Bazı takipler sessizce yapılırdı; kalpten, gözle, bir adımlık mesafeyle. Mert pencereden dışarıya bakıyordu, sanki hâlâ orada olmayan bir yüzü görmeye çalışır gibi. Zemheri’nin sesi yoktu artık ama suskunluğu hâlâ duvarlarda asılıydı. Berk, defteri kapatmadan önce son kez çevirdi sayfaları. Hiçbiri gerçek son değildi, ama her biri eksik kalmış bir cümlenin devamıydı. Leyla, mutfağa geçti. Suyun başına geldi ama içmedi. Çünkü bazı susuzluklar boğazdan geçmezdi. Ellerini lavabonun kenarına koydu, başını eğdi, gözlerini kapattı. Kalbinin içinde susmayan bir yankı vardı: "Birini görmemek, bazen onu gerçekten kaybetmekten daha ağırdır." Veyran koridorun sonunda durmuş, kapıya yaslanmıştı. Ellerini cebine gömmüş, başını duvara yaslamıştı. Sanki hareket etse, taşlaşmış bir suçun duvarı çökecekti üstüne. Lidya geri döndüğünde herkes yerli yerindeydi ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. Elinde eski bir kutu vardı. Zemheri’nin çekmecesinde bulduğu, kimseye göstermediği bir şey. Masaya koydu. Üzerinde hiçbir işaret yoktu, ama içindeki ağırlık odayı daraltıyordu. Arven kutuya uzanmadı. “Açarsak, geri dönüş olmayacak,” dedi. Mert başını salladı. “Zaten artık dönüşecek bir şey kalmadı.” Lidya kutuyu açtı. İçinden çıkan küçük notlar, kırık objeler, yarım kalmış bir cümle gibi duran fotoğraflar… Hepsi bir hayatın sessiz haritasıydı. Zemheri’nin sadece geçmişi değil, sustuğu bütün geleceği de oradaydı. Leyla titreyen parmaklarıyla bir kâğıt aldı. Üzerinde tek bir satır vardı: “Kendimi anlatmaya çalıştığım her gün, biraz daha sessizleştim.” Veyran gözlerini kaçırmadı bu kez. “Belki de biz onun sustuklarını konuşmaya çalışırken, kendi çığlıklarımızda boğulduk.” Berk kutunun en altına uzandı. Bir kolye çıktı. Zemheri’nin hiç takmadığı ama hep yanında taşıdığı bir kolye. Mert fısıldadı, “Bize hiç göstermediği bir tarafı varmış. Belki de kendine bile.” O an odada bir şey çözüldü. İçlerinde değil, aralarındaki bağda. Artık sadece kaybetmiş insanlar değil, birbirine tutunmaya çalışan parçalanmış ruhlardı. Lidya, kolyeyi masaya koydu. Parmakları titremedi bu kez. “Kabul etmek... unutmak değil. Ama unutmamak da sürekli acı çekmek değil,” dedi. Arven başını eğdi, sonra tekrar kutuya baktı. “Bu bize kalmış,” dedi. “Bu defa neyi nasıl anlatacağımız bize ait. Belki bu kez yalnız birini değil, kendimizi de kurtarabiliriz.” Mert kalemi aldı. Defteri açtı. Bu kez başlıksız bir sayfa... Zemheri’nin adı yoktu ama her harf onun suskunluğuydu. Ve yazdı: “Kalanlar için, yeniden başlamak... kaybedilenler kadar cesaret ister.”
Hiç kimse o an ne yapacağını tam olarak bilmiyordu. Masadaki sessizlik artık rahatsız edici değil, anlamlıydı. Çünkü bazı sessizlikler konuşmaktan daha çok şey anlatırdı. Lidya kolyeye bir kez daha baktı. O küçücük parçada ne kadar çok suskunluk biriktiğini fark edince içi sızladı. “Bu,” dedi kısık bir sesle, “yalnızca ona ait değilmiş meğer. İçimizde kalan her şeyin simgesi gibi.” Arven ellerini masanın kenarına koydu. Bir an gözlerini kapattı. “Birinin ne kadar yalnız olduğunu, yokluğunda anlıyorsun. Varlığına alışmıyorsun, ama gidişine mahkûm kalıyorsun.” Leyla yavaşça yerinden kalktı, kutudan çıkan kâğıtlardan birini eline aldı. El yazısı titrekti, cümle ise yıkıcı: “Ben bazen ölmeyi değil, görünmemeyi diledim.” Herkesin yüreği bir anlığına aynı yerden sızladı. Veyran gözlerini yere indirdi. “Belki de gerçekten hiç görmedik onu,” dedi. “Sadece hayatımızın içinde bir boşluğu doldurduğunu sandık. Ama aslında... kendi boşluklarımızdan kaçmak için onu koyduk oraya.” Mert deftere bir şeyler karalamaya başlamıştı ama yazdığı kelimeler okunmayacak kadar karışıktı. Sanki her harf bir pişmanlığı kazıyordu sayfaya. “Bize bir şey anlatmaya çalıştı mı?” diye sordu. “Yoksa biz mi anlatmasını bekledik, suskunluğu kolayımıza geldiği için?” Lidya ayağa kalktı. Odanın içinde yürümeye başladı. Her adımı geçmişe dokunuyor gibiydi. “Onu bir daha asla göremeyeceğiz,” dedi. “Ama en kötüsü... artık onunla susamayacağız da. Çünkü o sustuğunda bile bir şey anlatıyordu. Şimdi o sessizlik bile elimizden alındı.” Arven, Lidya’ya doğru bir adım attı. Gözleri dolmamıştı, ama içi darmadağındı. “Bir insanı yaşarken kaybetmek,” dedi, “ölmesinden daha acı bazen. Çünkü hâlâ bir yerlerde var olduğunu bilirsin ama ulaşamazsın.” Berk, duvarda asılı duran eski bir fotoğrafa yaklaştı. Zemheri'nin yarım gülümsemesi vardı o karede. “Hep eksik gülümserdi,” dedi. “Şimdi nedenini anlıyorum. Hiçbirimizin hayatı tamam değildi ki. Onunki nasıl olsun?” Leyla masaya geri döndü. Deftere baktı. “Belki de yazmak,” dedi, “kendimizi affetmenin ilk adımıdır. Ya da en azından... sessizliğimizi yavaşça gömmek.” Veyran kolyeyi aldı, avucunun içine koydu. Uzun süre sustu, sonra fısıldadı: “Bu… artık ona ait değil. Bu, bizde kalan tek şey. Sadece bir iz değil. Bir sorumluluk.” Lidya gözlerini kapattı. Kalbi, içinde hâlâ sesi duyulan bir odaya benziyordu. Zemheri oradaydı. Susarak. Acıtarak. Hatırlatarak.
Lidya yere bırakılmış bir anı gibi kaldı o an. Ayakta, ama kırılmış. Gözleri boşluğa değil, içindeki bir yarığın derinliğine bakıyordu sanki. “Bazen öyle susarsın ki,” dedi sessizce, “hiçbir çığlık sesini bastıramaz.” Kimse bir şey söylemedi. Çünkü o cümle, herkesin içinde bir noktaya dokunmuştu. Arven başını öne eğdi, defteri eline aldı. Sayfaları çevirmedi, sadece kapalı kapağın ağırlığını avuçlarında hissetti. “Onunla konuşmak istedim,” dedi. “Bir gün, herhangi bir gün. Ama hep doğru zamanı bekledim. Şimdi anlıyorum… bazı şeyler için doğru zaman yoktur.” Leyla parmaklarını dizlerinin üzerine bıraktı, avuç içi terlemişti. “O hep yanı başımızdaydı. Ama biz ona hiç varamadık,” dedi. “Ve şimdi… yokluğu gözümüzün önünde duruyor. Hem de sesinden daha yüksek bir şekilde.” Mert deftere uzandı, sayfanın kenarına ince bir çizgi çekti. Gözlerini silmedi. Çünkü ağlamıyordu. Ama ağlamamanın bile bir yorgunluğu vardı. “Hiç konuşmadığımız şeyler var ya,” dedi. “İşte en çok onlar kalıyor içte. Ne zaman yalnız kalsam, onun suskunluğu konuşuyor içimde.” Berk, pencereye döndü. Camın dışındaki karanlık, içeridekinden daha tanıdık geliyordu. “Belki de o yüzden bu kadar zor unutmak,” dedi. “Çünkü biz hiçbir zaman onunla vedalaşmadık. O sadece sustu. Ve biz… onun suskunluğuna alıştık.” Veyran kolyeyi hâlâ elinde tutuyordu. Ama bu kez bir eşyayı değil, bir yükü taşıyor gibiydi. “Onun yerinde olsaydım, ben de giderdim,” dedi. “Çünkü ne kadar kalırsa kalsın… biz hiçbir zaman gerçekten orada olmadık.” Lidya başını kaldırdı. Gözleri camda değildi, geçmişteydi. “O bize ait değildi. Ama biz onun hayatına sahip çıkmadık. Ve şimdi sahip çıktığımız tek şey, onun yokluğu.” Sessizlik yeniden çöktü odaya. Ama bu sefer kimse utanmadı o sessizlikten. Çünkü artık o sessizlik… susmanın değil, duymanın bir yoluydu. Arven defteri tekrar açtı. Sayfaların arasında eski bir not buldu. Üstünde yalnızca üç kelime yazılıydı: “Beni burada unutmayın.” Gözleri yandı, boğazı düğümlendi. Ama ağlamadı. Sadece Lidya’ya uzattı. Lidya notu aldı, parmakları titriyordu. “Unutmadık,” dedi. “Sadece çok geç hatırladık.”
Kimse bir şey demedi. Ama o cümle, odanın ortasında asılı kaldı. “Unutmadık. Sadece çok geç hatırladık.” Sanki o söz, yıllardır boğazda düğüm olmuş bir pişmanlığın sonunda dökülen ilk cümleydi. Mert deftere bir bakış attı, sonra gözlerini kaçırdı. Çünkü bazı bakışlar, kelimelerden daha çok yakardı insanı. Berk hâlâ pencerenin önündeydi. Karşısındaki boşluk, onun içindeki eksikliği yansıtıyor gibiydi. “Ne zaman geri dönmeye niyetlensek, kapılar kendi kendine kapanmıştı zaten,” dedi. “Oysa biz... o kapıları hiç gerçekten açmaya çalışmadık.” Veyran gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. “Ben ona bir kere bile ‘iyisin değil mi’ demedim,” dedi. “Sadece güçlü sandım. Çünkü güçlü görünenlerin düşebileceğini unuttum.” Leyla usulca konuştu. “Ben onun sustuğu anlarda hep kendi sesime odaklandım. Duyamadım. Bilerek. Çünkü anlarsam… sorumluluğum olurdu.” Arven başını eğdi. Parmaklarını defterin kenarına bastırdı. “Ve biz o sorumluluktan kaçtık. Ama şimdi anlıyoruz. Kaçtığımız şey... onun hayatıydı.” Lidya sessizce gözlerini deftere indirdi. Sayfaların arasına gömülmüş o not, artık sadece Zemheri’ye ait bir cümle değildi. Her biri o cümlenin altında bir parça kendinden buluyordu: “Beni burada unutmayın.” Mert gözlerini kapattı. “O kadar çok susmuşuz ki… şimdi konuşmak bile suç gibi geliyor,” dedi. “Ama bu suç… sessizliğimizin cezası.” Veyran usulca yaklaştı. “Bizi affetsin istemiyorum,” dedi. “Sadece bilsin… onun gidişi, hiçbirimizi aynı bırakmadı.” Leyla sandalyeye oturdu. Avuç içlerini dizlerine bastırdı, dudakları kıpırdadı. “Bazen birini sevmek yetmiyor. Onu göremediğin zaman, o sevgi sessizliğe dönüşüyor. Ve en çok o sessizlik öldürüyor.” Arven kalemi aldı, deftere bir satır yazdı: “Biz seni sevmiştik Zemheri. Ama yanlış yerde, yanlış şekilde.” Lidya onun yazısını izledi. Sonra başını kaldırdı. Gözleri kararlıydı. “Şimdi her kelime, onun için bir adım olacak. Her cümle, geçmişe uzanan bir el. Bu defteri kapatmayacağız. Çünkü senin suskunluğun, bizim en gürültülü uyanışımız oldu.”
Hiçbiri olduğu yerde sabit duramıyordu artık. Her biri o odanın içinde geçmişin farklı bir köşesine sürüklenmiş gibiydi. Zemheri'nin eksikliği artık yalnızca yoklukla değil, içlerindeki yankılanan suçlulukla da büyüyordu. Lidya başını eğdi. Gözleri boş bir noktaya takılı kaldı. “Ben onun gözlerinin içini gördüm,” dedi alçak bir sesle. “Ama göz bebeklerindeki karanlığı hep gün ışığı sandım.” Mert duvarda asılı duran eski bir fotoğrafa baktı. Zemheri yoktu o karede. Ama yokluğu bile oradaydı. “O zaman bile eksikti. Ama biz onu fazlalık gibi hissettirdik.” Leyla birden yerinden kalktı. Ellerini başına götürdü. “Ben hiçbir şey yapmadım,” dedi. “Hiçbir şey söylemedim. Ama en çok da o ‘hiçbir şey’ canımı yakıyor şimdi.” Arven gözlerini camdan dışarı çevirdi. Gökyüzü bile sanki griydi. Ne yağmur yağıyordu ne güneş parlıyordu. Her şey belirsiz, her şey yarım gibiydi. “Bir insanı yalnızca konuşmadığı için suçlamazsın, değil mi?” dedi. “Ama biz... onun her susuşunu bir zayıflık gibi gördük.” Berk yavaşça içeri girdi. Elinde eski bir tişört vardı. Zemheri’nin. Yıkandıkça solmuş, kokusu silinmişti ama izi hâlâ duruyordu. “Ben bu tişörtü hep alıp atmak istedim. Çünkü bana geçmişi hatırlatıyordu. Ama şimdi anlıyorum... bazı şeyler atılmak için değil, hatırlanmak için kalır.” Lidya yaklaştı. Tişörtü aldı, usulca masanın üzerine koydu. “Artık hiçbir şeyi atamayız. Hiçbir şeyi silip yeniden başlayamayız. Ama anlatabiliriz. Anlatmak... bazen affetmenin en sessiz şeklidir.” Veyran sessizdi. Ama bu sessizlik, korkudan ya da çaresizlikten değildi. Kabullenişin ağırlaşmış hâliydi. “Bu defter sadece onun için değil,” dedi. “Bizim hayatta kalma çabamız için de.” Mert başını salladı. “Çünkü bazı insanlar gider… ve biz, geride kalırız. Ama onların yokluğuyla tamamlanırız.” Leyla gözlerini kapattı. İçinden bir şey çekilir gibi oldu. Geriye kalan… sadece sessizlikti.
Oda daralmaya başlamıştı. Dışarısı sessizdi ama içlerinde kopan ses, hiçbir fırtınaya benzemiyordu. Lidya, deftere baktı; sanki yazılmamış kelimeler gözlerinin önünde şekil alıyordu. “Onu kurtaramadık,” dedi. “Ama belki bu defterle kendimizi kurtarabiliriz.” Mert, parmaklarını birbirine geçirdi. Gözleri uzaklara dalmıştı ama zihni hep aynı yerdeydi. “Ben onun bir sabah kalkamayacağını hiç düşünmedim. Oysa her gece biraz daha az yaşıyordu.” Leyla başını pencereye yasladı. Göz kapaklarını kapattı ama gözlerinin ardı daha karışıktı. “Onun gidişiyle ilgili tek gerçek şu… hiçbirimiz gitmesini istemedik ama hiçbirimiz kal demedik.” Veyran, kapının önünde durmuş, dışarı çıkmakla içeriye ait olmak arasında sıkışmış gibiydi. “Herkes onu kendi sessizliğinde kaybetti. Ama şimdi bir şey var. Bu defter. Ve bu defter... sadece onu değil, bizi de hayatta tutacak.” Berk yavaşça yaklaştı. Ellerinde eski bir çizim vardı. Zemheri'nin çizgileriyle yazılmış bir yüz. Belki kendisi, belki hiçbir zaman olamadığı biri. “Bunu o gece çizmişti,” dedi. “Yüzü belli değil. Ama duygusu çok açık. İçinden çıkamadığı bir yalnızlık var bu kâğıtta.” Arven çizime baktı, ardından masadaki deftere. “Biz o yüzü hiç görmedik. Sadece gülümsemelerine inandık. Belki de bu yüzden çok geç fark ettik acısını.” Lidya deftere yaklaştı. Elini kapağın üzerine koydu. “Artık geç değil. Sadece zor.” Sonra gözlerini kapadı. İçinde biriken o büyük yük, kelimelere dönüşmeden önce bir an sustu. Ardından fısıldar gibi söyledi: “Bazı kayıplar, bize kendimizi hatırlatmak için olur. Ve bazı defterler… hiç bitmemesi gereken hikâyeleri anlatmak içindir.” İçerideki hava ağırlaştı. Ama bu ağırlık, ilk kez onları bastırmak yerine ayakta tutuyordu.
Kalem hâlâ masadaydı. Henüz kimse son cümleyi yazmamıştı ama herkesin içinde çoktan tamamlanmış bir şey vardı. Sessizlik artık kaçış değil, kabullenişin adıydı. Lidya, parmaklarını defterin kapağından çekti. Bir adım geriledi. Ardından gözlerini diğerlerine çevirdi. “Biz onu yazarken, aslında kendimizi yeniden kuruyoruz,” dedi. “Ve her kelime, içimizde onarılamayan bir parçayı biraz daha anlamlı kılıyor.” Mert ayağa kalktı. Sırtı biraz daha dikti bu kez. Yüzünde hâlâ yorgunluk vardı ama artık pes etmiş bir yorgunluk değil, savaşmayı seçmiş bir kırgınlıktı. “Zemheri sustuğunda biz de sustuk. Ama artık sessizliği ona borç değiliz. Bu defter onun anısı değil. Onun gözümüzün önünden silinmesin diye yazdığımız bir hatırlatıcı.” Berk elindeki çizimi yavaşça masaya bıraktı. “Bazı yüzler kaybolmaz. Ama gözümüzü kapatınca daha net görünür. Ben artık gözlerimi kapatmıyorum.” Leyla yaklaştı, masanın kenarına parmaklarını koydu. “Ne kadar yazarsak yazalım, eksik kalacak biliyorum. Ama eksik de olsa gerçek olacak.” Arven bir adım attı, sonra bir adım daha. Kalemi aldı. Sayfanın altına sadece üç kelime yazdı: “Bu bizdik, sustuk.” Lidya gözlerini satıra dikti. Sonra başını salladı. “Ama artık susmayacağız.” Defter kapanmadı. Kapanmayacaktı da. Çünkü bazı hikâyeler, bir sonla değil, suskunlukla başlamıştı. Ve o suskunluğu kelimelere dönüştürmek, hâlâ hayatta kalanların borcuydu. Zemheri artık yoktu, evet. Ama o sessizlik hâlâ onların içindeydi. Ve onlar, bu defteri yazdıkça, eksildikleri yerlerden yeniden tamamlanıyorlardı. Belki bu bir kurtuluş değildi. Ama bir adım, bir çaba, bir yüzleşmeydi. Ve bazen sadece o kadarı bile, insanın hayatta kalmasına yeterdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |