
O kadarıyla yetinmeyi öğrendiklerinde, hiçbir şeyin tam olmayacağını da kabullenmişlerdi. Lidya sabahı beklemeden uyanmıştı. Perdeler hareket etmiyordu, hava durgundu, zaman bile içeride bir yere çakılmış gibiydi. Gözlerini açtığında ne bir ses vardı ne de bir umut kıpırtısı. Sadece duvarda bir gölge, geceden kalma bir kırılganlık gibi ona bakıyordu. Derin bir nefes aldı, ama aldığı nefes bile tam değildi. Her şey, yarım kalan bir cümlenin ortasında donmuş gibiydi. Ayağa kalkmadan önce başını yastığa gömdü. Belki orada biraz daha kalabilse, olan biteni unutabilirdi. Ama yüzleşmenin ertelenmesi artık suskunluğu çoğaltıyordu. Odayı geçerek kapının eşiğine geldi. Sessizliğin içinde bir ayak sesi değil, bir karar duyulsun ister gibiydi. Arven hâlâ defterin başındaydı. Uyumamıştı. Göz kapakları ağırdı ama kalbi uyanıktı. Herkes yorgundu ama kimse gerçekten uyuyamıyordu artık. Çünkü bazı geceler, beden değil; vicdan uykusuz kalırdı. Veyran koltuğun ucunda, sırtı eğik, bakışları boşlukta asılıydı. Zihninde neyi tekrarladığını kimse bilmiyordu. Ama elleri, dizlerinin üstünde titriyordu. Onun gibi sessiz kalan biri bile, şimdi sanki içindeki en yüksek sesi bastıramıyordu. Mert mutfağa gidip boş bir bardak aldı. Suyu açmadı. Bardağı elinde tuttu. Camın içinde kendini izledi uzun uzun. "Bu kadar mıyız?" diye sordu kendi kendine. "Sustum. Affetmedim. Affedilmedim. Ama hâlâ buradayım..." Dışarıda hafif bir rüzgâr başlamıştı. Camın kenarına çarpan o ilk serinlik, içerideki donukluğu bir anlık bile olsa bozdu. Leyla, deftere yazdıkları bir sayfayı yırtmadı ama katladı. Kimsenin görmesini istemediği bir cümleydi belki de. Gözlerini yere indirip nefesini tuttu. Bazen insan, kendine bile fazla gelir. Lidya içeri adım attı. Sanki kelimesiz bir çağrıyla hepsi başlarını kaldırdı. “Hazır mıyız?” demedi. “İyi misiniz?” diye sormadı. Sadece oradaydı. Bu defa, eksilmeden.
Lidya kalemi almadı. Sadece baktı. Bazen bir şeyleri düzeltmek için konuşmak gerekmezdi. Suskunluk da bir itiraftı. Ama bu suskunluk artık yalnız değildi. Mert yerinden kalktı, camın önüne geçti. Gözleri dışarıda değil, cama yansıyan yüzündeydi. “Birini kurtaramadığın gerçeğiyle yaşamaya alışabilir mi insan?” dedi, kimseye bakmadan. Cevap beklemiyordu, sadece kendi içinde bir boşluğa sesleniyordu. Leyla, eski çizimlerin olduğu zarfa uzandı. Zemheri’nin bir deftere bile sığmayan gölgeleri arasından, küçük bir kâğıt aldı. Üzerinde eksik bir figür, tamamlanmamış bir yüz vardı. “Bize bıraktığı şey tam değildi çünkü biz de tam değildik,” dedi sessizce. Arven, Lidya’ya yaklaştı. “Hâlâ başlamadıysan, bu senin suskunluğun değil, bizim korkumuz olabilir.” Veyran bu kez uzak durmadı. Odanın içine yürüdü. Sanki yıllarca kaçtığı yerin tam ortasında olmanın huzursuzluğu vardı üzerinde ama artık kaçmıyordu. “Bizi birbirimize bağlayan şey onun ölümü değil,” dedi. “Ona rağmen hâlâ bir arada olmamız.” Berk gözlerini kaçırmadan masaya oturdu. Hiçbir şey söylemedi. Sessizliği kabul gibiydi. Lidya ise hâlâ sayfaya bakıyordu. O boşluk artık sadece beyaz bir kâğıt değil, içlerinde tamamlanmamış her duygunun aynasıydı. “Yazacağız,” dedi sonunda. “Çünkü anlatmadıkça içimizde çürüyen her şeyi, o günle birlikte gömdük.” Elini deftere uzattı. Henüz dokunmamıştı ama o an herkes biliyordu: İlk kelime yazılmasa da, ilk karar verilmişti.
Arven ilk kez sessizliğini Lidya’ya bırakmıştı. Kalemi almadı. Bunu onun yapması gerektiğini biliyordu. Ama o an, sadece biri yazsaydı eksik kalırdı. Mert gözlerini deftere çevirdi. “Yarım kalan ne varsa, içinde kaldı,” dedi. “O yüzden tamamlamak zorundayız. Hem onu… hem kendimizi.” Veyran derin bir nefes aldı. Sanki ilk kez içindeki o kesik cümleyle yüzleşmeye hazır gibiydi. “Ben onunla bir kez daha konuşabileceğimi sanmıştım. Ama bazı şeyleri söylemek için doğru zaman yoktur… ya da o zaman hep geç kalır.” Leyla parmaklarını sayfada gezdirdi. Kelimelere dokunmadı, boşluğa dokundu. “Zemheri bize sadece bir yokluk bırakmadı. O eksikliğin içinde birbirimizi unuttuk. En acısı da buydu.” Berk, gözlerini duvardaki çatlaklara dikti. “Her şey o gece çatladı. Ama biz hâlâ o kırığın ortasındayız.” Sessizlik bir anlığına odaya oturdu. Ama bu kez kimse rahatsız olmadı. O sessizlik artık yabancı değil, tanıdık bir misafirdi. Lidya defteri kendine çekti. Kalemi tuttu. Eli titremiyordu. Belki de ilk kez korkmuyordu anlatmaktan. Gözlerini sayfaya indirdi. “Zemheri… sen hiç gitmedin,” diye yazdı. “Sen sadece anlatılamadığın yerde kaldın.” Ve bu cümleyle birlikte bir şey koptu. Odanın içinde görünmeyen bir bağ, herkesin içinden geçen ama dile gelmeyen bir suçluluk hissiyle buluştu. Bu artık bir anı defteri değil, bir itiraf sayfasıydı. Her kelime, suskunluğun içinden çekilip çıkarılan bir parça gibiydi. Ve bu parçalar birleşmeye başladığında, herkes biraz daha kendine döndü.
Lidya’nın yazdığı cümle hâlâ sayfanın ortasında tazeydi. Mürekkebi kuruyordu ama anlamı ağırlaşmıştı. Herkesin içinde susturduğu kelimeler o tek satırın altında yankı bulmuştu. Arven başını eğdi, dudaklarının arasından neredeyse duyulmayacak bir fısıltı döküldü: “Biz hep geç kaldık… ama belki hâlâ anlatabiliriz.” Mert gözlerini Lidya’nın eline kilitledi. O kalemi tutan parmakların, bir zamanlar Zemheri’nin saçlarını tutan ellerle aynı olduğunu hatırladı. Bir an için gözlerini kapattı. “Bazen birini değil… onunla yaşadığın sessizliği özlersin,” dedi. “Biz onu değil, suskunluklarımızı kaybettik.” Veyran sandalyesinden kalktı. Etrafında dönen ağırlığı elleriyle bastırmak ister gibi cebine soktu. Yaklaştı, masanın kenarına dokundu. “Hiçbirimiz gerçekten onunla yaşamadık,” dedi. “Sadece onun yanındaydık. Ama bazen birinin yanında olmak, onun içinde olamamak demektir.” Leyla sessizce ayağa kalktı. Birkaç adım attıktan sonra camın önünde durdu. Yağmur başlamamıştı ama gökyüzü hâlâ ağlamakla ağlamamak arasında sıkışıp kalmış gibiydi. “O bize hiçbir zaman açık açık yardım istemedi,” dedi. “Ama bazı çığlıklar sessizlikle atılır. Ve biz onu işitmedik.” Berk bu kez konuşmadı. Ama omuzları çökmüştü. Ve o çöken bedenin içinde, yıllardır ağırlığını taşıdığı bir ‘keşke’ gömülüyordu. Lidya sayfayı çevirdi. Yeni bir sayfa… ama içi hâlâ o eski acıyla dolu. Kalemi tekrar tuttu. “Zemheri… bizim yarım bırakılmış parçamızdı,” diye yazdı. “O parça eksik kaldıkça, biz de tamamlanamayacağız.” Mert başını kaldırdı, sessizce Arven’e baktı. Gözlerinde bu kez bir karar vardı. “Şimdi o sayfalara sadece onun hikâyesini değil,” dedi, “hepimizin sustuğu geceleri yazmalıyız.” Ve o an, kalem ilk kez birlikte tutuldu. Bu artık sadece bir kişinin anlatısı değil, bir kalabalığın ortak yüküydü.
Arven kalemi eline aldığında, parmakları bir an tereddüt etti. Yazmak, konuşmaktan daha çok cesaret istiyordu artık. Ama kelimeler, sustukça ağırlaşıyordu. “Ben onu koruyamadım,” dedi sonunda. “Herkes bir şey sanıyordu beni... güçlü, mesafeli, kontrollü. Ama en çok ben dağılıyordum içimden. Ve onun düştüğünü izlerken… en sessiz ben kaldım.” Mert gözlerini yere indirdi. “Biz hep bir şeylerin kenarından döndük,” dedi. “Konuşmak için geç, hissetmek için kördük. Şimdi o cümleler içimizde çürüyor.” Leyla, duvara yaslandı. Avuç içiyle yüzünü kapattı. “Ben onu anlamaya çalışmadım,” dedi. “Çünkü anlayınca sorumluluk başlardı… ben de hep kaçtım.” Lidya gözlerini sayfadan kaldırdı, her birine tek tek baktı. Bu defa kimse gözlerini kaçırmadı. “Biz bu deftere onu yazarken aslında kendimizi kazıyoruz,” dedi. “Çünkü hepimiz onun bir yansımasıydık.” Veyran derin bir nefes aldı. “Birini sevmek yetmiyor,” dedi. “Onu görmek, duymak, hissetmek gerekiyor. Ama biz sadece var olduğunu sandık.” Berk başını masaya eğdi. “Zemheri... kaybolmadan önce kaç kere bizi bekledi bilmiyorum,” dedi. “Ama biz gelmedik. Ve o da gitmeyi seçti.” Oda sessizleşti. Ama bu kez suskunluk korkudan değil, ağırlıktan doğuyordu. Herkesin içinde bir şeyler yerinden oynuyordu. Sadece hatıralar değil, pişmanlıklar da diriliyordu. Lidya kaleme uzandı. Sayfaya yeni bir satır yazdı: “Bazı insanlar kaybolmaz… biz sadece onların yolunu kaybederiz.” Ardından defteri Arven’e uzattı. “Devam et,” dedi. “Çünkü bu defa anlatmazsak… hep eksik kalacağız.” Ve Arven, kelimelerin arasına yılların sustuğu bir cümle daha bıraktı: “Zemheri bizim göremediğimiz tarafımızdı… şimdi ona bakmadan ilerleyemeyiz.”
Sayfa hâlâ açıktı. Arven’in parmakları kalemin ucunda titriyordu ama bu kez geri çekilmedi. Yazmak, hatırlamaktan daha çok acıtıyordu belki, ama aynı zamanda iyileştiren tek şeydi. “Bazen birini gerçekten tanımak için,” diye fısıldadı, “onun yokluğunda kalırsın. Ve o boşluk... kelimelerden daha yüksek sesle konuşur.” Lidya başını yana çevirdi. Camın ardından gelen loş ışık, yüzündeki çizgileri belirginleştiriyordu. “Biz onun gözlerinin içindeki fırtınayı hep hava durumu sandık,” dedi. “Oysa o, çoktan dağılmıştı. Ve biz, sadece rüzgarı duymaya çalıştık.” Mert yerinden kalktı, odada bir ileri bir geri yürümeye başladı. Ayak sesleri boğuktu. “Ben hâlâ o geceyi düşünüyorum,” dedi. “Kapı aralıktı. Bir şey söylemek istedim. Ama içimden geçen hiçbir cümle, onun suskunluğunu geçemedi.” Berk, defterin başına geçti. “Bazen kelimeler değil, geç kalınmışlık acıtır insanı,” dedi. “Zemheri sustuğunda değil, biz onu susturduğumuzda kaybettik.” Veyran sessizce yaklaşarak bir sandalye çekti, deftere baktı. “Bu... sadece bir yazı değil artık,” dedi. “Bu, bizim mezar taşımız. Onun değil.” Leyla gözlerini kapadı. Bir damla gözyaşı yanağından süzüldü ama kimse buna şaşırmadı. Çünkü artık duygularını saklamaya çalışmıyorlardı. “Biz ne zaman büyüdük de bir çocuğun acısını fark edemez olduk?” diye sordu. “Belki de büyümek, gerçekten körleşmekti.” Lidya tekrar kalemi aldı. Titreyen ellerine rağmen yazdı: “Bazı sessizlikler affedilmezdir. Biz... kendimizi bile affedemeyecek kadar geç kaldık.” Cümle bittiğinde, oda yine derin bir sessizliğe gömüldü. Ama bu kez kimse kaçmadı. Herkes, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmenin tam ortasındaydı.
Mert’in gözleri defterdeydi ama zihni çok daha uzaktaydı. Bir ses duyduğunu sandı; Zemheri’nin gülüşüne benzeyen bir şey… ama yalnızca kendi vicdanının çırpınışıydı. “Birini sustuğu yerde anlamadıysan,” dedi boğuk bir sesle, “sonra ne kadar bağırsa da duyamazsın.” Bu cümle, odadaki herkesin içinden bir şeyi çekip aldı. Arven gözlerini kaldırdı, yüzünde solgun bir kabul vardı. “Zemheri’ye anlatamadığımız her şeyi şimdi kendimize anlatıyoruz,” dedi. “Ama bazı kelimeler sadece geç kalınca değerli olur… o zaman da yaraya dönüşür.” Lidya, defteri kapatmadı ama artık yazmıyordu. Elleri üstünde bekliyordu yalnızca. “Ben onu sevdim,” dedi sessizce. “Ama korktuğum için değil, anlamadığım için sustum. O susarken ben kal diyemedim. Gitmesin diye değil… gitse bile dönsün diye değil… sadece yaşasın diye…” Leyla yere eğildi, Zemheri’nin çizdiği eski bir sayfayı eline aldı. Üzerinde tamamlanmamış bir yüz… eksik bir göz… bitmemiş bir ifade. “Bunu tamamlayamayız,” dedi. “Ama onun yarım kalan yüzünü, biz tamamlayabiliriz. Belki bir portreyle değil… ama anlatılan bir hikâyeyle.” Veyran, gözlerini duvardaki saate dikti. Zaman geçiyordu, ama artık sadece akmıyordu; içlerinden bir şeyleri sürükleyerek götürüyordu. “Zemheri gittiğinde sadece birini kaybetmedik,” dedi. “Biz… kendimizin en sessiz hâlini de o gece gömdük.” Berk, defterin kapağını eline aldı ama kapatmadı. Sadece avuçlarının arasına aldı, sanki ona bir sıcaklık vermek ister gibi. “Artık bu defter kapanmayacak,” dedi. “Çünkü bu sadece bir anı değil. Bu… biz hayattayken anlatılması gereken tek şey.” Ve sonra hepsi ayağa kalktı. Sessizce, tek bir söz söylemeden. Birbirlerinin yüzüne baktılar, ilk kez gerçekten. İlk kez kaçmadan, saklanmadan. Lidya’nın gözleri doluydu ama ağlamadı. Çünkü artık bu sessizlik bir ağıt değil, bir ant içiydi. Parmaklarıyla deftere dokundu ve fısıldadı: “Zemheri artık gitmedi. O şimdi, biz sustukça sesimizde yaşıyor.”
Ve belki de ilk kez… hepsi aynı anda anladı: Bazı hikâyeler bir mezar taşıyla değil, geç kalınmış bir cümleyle başlardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |