
O sabah hiçbir şey değişmemiş gibi görünüyordu. Hava hâlâ griydi, duvarlar aynı suskunlukla örülüydü, bardaktaki su aynı yerden eksiliyordu. Ama içlerinden biri biliyordu: Bazı eksilmeler su gibi sessiz, ama içten içe yarardı insanı. Veyran, camın önünde bekliyordu. Görmediği bir şeye bakar gibiydi. Ellerini cebine sokmuştu, başı eğikti. Düşünceleri ağırdı, konuşsa düşecek gibiydi. Arven mutfağa geçti, ama ne bir bardak aldı ne de su içti. Odaya döndüğünde sadece gözleri değişmişti. Ve Lidya, kapının eşiğinde durmuş, odaya girmemek için direniyordu sanki. Sınırda kalmak istiyordu; adım atarsa, duvarlar çökecekmiş gibi. “Dün geceyi unuttuk sandım,” dedi Berk birden. Sesi yorgundu. “Ama sabahları sustuğumuzda, geceler daha çok bağırıyor.” Mert başını çevirmedi, ama gözlerini kaçırmadı. “Biz hiçbir zaman unutmuyoruz,” dedi. “Sadece alışmaya çalışıyoruz. Unutma değil bu… kanıksamak.” Arven, Lidya’ya baktı. “Bu evde her sabah aynı karanlıkla uyanıyoruz. Işık değişse de... biz değişmiyoruz.” Lidya içeri adım attı. Bu, bir kapıdan değil; geçmişten geçmek gibiydi. “Belki de artık değişmeliyiz,” dedi. “Zemheri sustu, biz sustuk… ama bu sessizlik artık bize ait değil. Bu ev, bu defter, bu hikâye... bizim değil sadece. Gidenlerin ağırlığını taşıyor.” Veyran kapıya yaslandı. “Ben hâlâ onun gidişine bir anlam bulamadım,” dedi. “Ama bazen anlam aramak, daha çok acıtıyor.” "Zemheri gitmedi,” dedi Leyla. “Biz onu orada bırakmayı seçtik. Ve şimdi, her sabah onun bıraktığı yerden başlıyoruz güne.” Mert masaya oturdu. Önünde duran defteri çevirdi. Boş bir sayfa. Yeni bir başlangıç değil; kapanmamış bir yara gibi. Kalemi aldı ama yazmadı. Sadece başlığın altına bir çizgi çekti. “Bugün ne yazacağız?” dedi Arven. “Gerçeği,” dedi Lidya. “Kendi içimizden kaçırdığımız o karanlık cümleleri.” “Ve belki bu kez...” diye fısıldadı Mert, “...gerçekten bir son değil, bir devam yazabiliriz.” Kimse onaylamadı, kimse karşı çıkmadı. Ama herkes o masaya yaklaştı. Sayfaların üstünde geçmişin tozu vardı. Ellerine bulaşsa da silmediler. Çünkü bazı izler, ancak dokununca hatırlatır kendini. O an herkes, kendi sustuğu yerden bir cümle seçti. Yazıya dökülmeyen, ama içlerinden taşan o ilk kelimeyle bir parça daha eksildi. Ama bu kez, eksilerek tamamlanmaya niyetliydiler.
Masada hâlâ eski defter açıktı ama artık her biri sadece sayfalara değil, birbirinin gözlerine de bakıyordu. Mert başını yavaşça kaldırdı. “O gün,” dedi sessizce, “Zemheri bana bir şey anlatmak istedi. Ama ben duymadım. Çünkü o anda yalnızca kendi yıkımımı düşünüyordum.” Arven başını yana çevirdi. Gözleri uzak bir noktaya saplanmıştı. “O bana bir çizim vermişti. Anlamadım. Sadece güzel sandım. Meğer içinde gömülü bir çığlık varmış. Şimdi görüyorum.” Leyla, sessizliğini bir iç çekişle bozdu. “Zemheri... bazı sabahlar yanımda otururdu, tek kelime etmeden. Ben de konuşmazdım. Sessizliğini paylaşmak, onu anlamak sanmışım. Ama o sadece yardım istiyormuş.” Veyran duvara yaslandı. Bu kez kaçmak için değil, ayakta kalmak içindi. “Hepimiz onun sessizliğini kendi konforumuzla açıklamışız,” dedi. “Ama şimdi... her susuşun altında bir kırılma olduğunu fark ediyorum.” Lidya gözlerini deftere dikti. Sayfanın köşesine parmaklarıyla dokundu. “Ben en çok onun içindeki yalnızlığa benziyordum,” dedi. “Belki de bu yüzden kaçtım. Çünkü onu anlamak... kendimle yüzleşmekti.” Berk sandalyesinden doğruldu. Adımları sessizdi ama duruşu netti. “Onu önemsedik, diyoruz ya... yalan,” dedi. “Onu sustuklarımız kadar yalnız bıraktık. Şimdi burada, bir defterin başında geçmişimizi temize çekmeye çalışıyoruz. Ama gerçek şu: Zemheri sustu, biz baktık. Ve hiçbirimiz ‘kal’ demedik.” O an defter sessizdi ama kalpler gürültülüydü. Hiçbir kelime affettirmiyordu olanları. Ama belki... biraz olsun hafifletiyordu.
Defterin kenarında duran kalem, sanki onları bekliyordu. Ama artık kimse o kalemi bir kelime için değil, bir ağırlık için tutacaktı. Lidya usulca oturdu. Elini deftere uzattı. “Yazmak, artık yalnızca anlatmak değil. Bu... bir itiraf,” dedi. “Ona değil belki, kendimize. En çok da görmezden geldiğimiz benliğimize.” Arven başını eğdi. “Onun çizdiği son desenin kenarında küçük bir not vardı. Fark etmem haftalar aldı. 'Beni göremeyen gözler, sesimi de duyamaz' yazıyordu. Şimdi, o cümle içime kazınmış gibi…” Leyla ayağa kalktı. Odanın köşesine yürüdü, pencereyi açtı. İçeri dolan rüzgarla birlikte eski bir anı da geldi sanki. “Bir sabah bana gülümsedi,” dedi. “Ama şimdi düşünüyorum da... o gülümsemenin içinde öyle çok suskunluk vardı ki. Şimdi fark ediyorum. Gülümsemek, bazen yardım çığlığının en zarif haliymiş.” Mert sandalyeden kalktı, ağır adımlarla masanın diğer tarafına geçti. “Zemheri’ye dair hatırladığım son an... onun sessizce arkasını dönüp gitmesiydi. Seslenmedim. Belki gururdan, belki korkudan. Ama en çok da yüzleşmek istemediğim için. Şimdi o sessizliği her gece başucumda taşıyorum.” Veyran gözlerini kapattı. “Onunla son kez konuştuğumda...” dedi ama devam edemedi. Nefesi boğazına düğümlendi. Sessizlik çöktü. Ve o sessizlik, bu kez bir suçun ağırlığı gibiydi. Berk parmaklarını masanın üzerine koydu. “Bu deftere bir satır yazmak, bir mezar kazmak gibi geliyor,” dedi. “Ama sessizliğimiz daha derin bir mezar oldu zaten. Şimdi biz... kendi ellerimizle bu hikâyeyi kazıyoruz. Sonunu bilerek. Ama en azından bu kez susmadan.” O an, kimse konuşmadı. Konuşacak kelimeler tükenmemişti ama kalpler, her birinde yankılanan aynı gerçekle doluydu: Zemheri gitmişti. Ama asıl giden… onların kendisiydi.
Arven deftere doğru eğildi ama bu kez yazmak için değil, sayfaların arasında bir iz arar gibi. Parmak uçları, boş bir satırın kenarında durdu. “Biz o kadar çok sustuk ki…” dedi usulca, “artık kelimelerle yeniden var olmayı unuttuk.” Lidya gözlerini defterden kaldırdı, Arven’in sesinde titreyen bir geçmiş vardı. “Ben hâlâ onun gözlerini unutamıyorum,” dedi. “Her baktığında söyleyemediği bir şey vardı sanki. Ve biz... o gözlere baka baka hiçbir şey sormadık.” Mert ellerini cebine soktu, bir adım geri attı. “Sormak cesaret ister. Ama biz konforun içinde kaybolduk. Herkesin sessiz kaldığı bir yerde, konuşan yalnız kalırdı çünkü. Belki de onu en çok yalnız bırakan da buydu.” Veyran pencereye yaslandı, dışarıdaki gri gökyüzüne baktı. “O hep pencerenin kenarında otururdu. Hiçbir yere ait değilmiş gibi. Bir keresinde 'gökyüzü kadar uzak, ama duvar kadar yakın hissediyorum insanları' demişti. Şimdi anlıyorum… kendini hiçbir yere koyamayan birinin içinden geçen rüzgâr bile fırtınaya dönüşür.” Leyla deftere yaklaştı. Başlığın altındaki boşluğa dokundu. “Biz onun hikâyesine geç kaldık,” dedi. “Şimdi bu sayfalara yazdıklarımız... geçmişin telafisi değil. Sadece kendimize attığımız bir çentik. Hatırlamak zorunda kalalım diye.” Oda sessizdi. Ama bu sessizlik acıdan değil, kabulden doğuyordu. Artık ne kaçış vardı, ne bahane. Herkes, kendi eksikliğiyle yüzleşmeye başlamıştı. Ve o yüzleşmenin ortasında, sessizlik bile başka bir anlam kazanmıştı.
Mert başını öne eğdi, nefesi boğazına takılı kaldı bir an. “Bazen düşünüyorum da,” dedi, sesi yorgun ama içten, “eğer biri o gün kapımı çalıp sadece ‘anladım’ deseydi… belki ben de başka bir şey söyleyebilirdim ona. Belki Zemheri de başka bir yerde olurdu şimdi.” Lidya yavaşça yaklaştı, Mert’in yanına çöktü. “Ama kimse çalmadı,” dedi fısıltıyla. “Kapılar ardına kadar açıktı, ama biz hep içeriden kilitliydik. Onu dışarıda bırakan bizdik, ama fark etmeden kendi içimizde de mahsur kaldık.” Arven gözlerini kapattı. Kendi içinde bastırdığı her şeyi bir cümleye sığdırmak ister gibiydi. “Zemheri’nin yokluğu bazen bir sessizlik gibi çöküyor üstüme,” dedi. “Ama bu sessizlik… artık hatırlamak istemediğimiz yerlerde yankılanıyor.” Leyla ayağa kalktı. Yüzünde, bir zamanlar bastırdığı suçluluğun gölgesi vardı. “Bir keresinde yanıma gelmişti. Sadece durdu, bir şey demedi. Ben de suskunluğunu yargıladım. Meğer sustuğu yer… en çok bağırmak istediği yermiş.” Veyran kapının önünde durdu. Parmakları, ahşap yüzeyin desenlerini ezberliyormuş gibi gezindi. “Bizi ayıran duvarlar değildi,” dedi. “Bizi ayıran... kelimelerin eksikliğiydi. Birini dinlemediğinde değil, duymak istemediğinde kaybediyorsun onu.” O an, odayı saran hava değişti. Kimse ağlamıyordu ama gözbebeklerinde biriken şey, gözyaşından daha yakıcıydı. Çünkü bazı pişmanlıklar, tek bir damla yerine bir ömür boyu süren bir sızıya dönüşürdü. Ve hepsi bunu artık içlerinde taşıyordu.
Lidya’nın parmakları usulca yere düşen bir fotoğrafı aldı. Zemheri’nin arkasından çekilmiş, yüzü görünmeyen ama varlığı neredeyse çığlık gibi hissedilen o an… Herkesin gözünden kaçmıştı bu kare. Ama şimdi, en çok da o eksiklik konuşuyordu. “Bazen,” dedi Lidya, sesi çatallanarak, “bir insanı en çok, arkasından giderken çekilmiş bir fotoğraf anlatır. Gözlerini göremezsin ama gidişinin ağırlığını hissedersin.” Arven yaklaştı. Fotoğrafa baktı ama gözlerini uzun süre çeviremedi. “Biz onu bir anı gibi hatırlıyoruz,” dedi, “ama onun için biz... bir hayal kırıklığından fazlası olmadık.” Mert, Arven’in yanına geldi. Fotoğrafı aldı, uzun uzun inceledi. “Ben bu anı hatırlamıyorum,” dedi, neredeyse fısıltıyla. “Oradaydım belki... ama gerçekten orada mıydım bilmiyorum. İnsan bazen yaşarken bile yok olur ya... Biz onun yokluğuna alışmadan, varlığını silmişiz sanki.” Veyran kolunu göğsüne sardı, bakışları camda, zihni uzaklarda. “O kadar çok şey biriktirdik ki içinde... ve hiçbirini paylaşmadık. Şimdi her şey patlamaya hazır bir suskunluk gibi üzerimizde. Oysa bazen bir kelime, bir nefes, bir bakış yeterdi... anlatmaya başlamamız için.” Leyla yere çöktü. Dizlerini karnına çekti, başını duvara yasladı. “Ben bir kere onun adını söyledim. Sadece bir kere. O da yokken. Ve şimdi... şimdi onun ismini içimde defalarca tekrarlıyorum. Belki duyar diye. Belki geri gelir diye. Ama biliyorum... bazı isimler sadece içimizde kalır. Yarım, eksik, kapanmamış.” Sessizlik bir kez daha odanın merkezine çöktü. Ama bu kez kimse ondan kaçmadı. Çünkü artık biliyorlardı: bazı sessizlikler konuşmaktan daha çok şey anlatırdı. Ve bu hikâye, sesini onların sustuklarından alıyordu.
O fotoğraf masanın kenarında duruyordu hâlâ. Kimse kaldırmadı. Kimse yerini değiştirmedi. Çünkü artık o kare, onların anlatamadığı her şeyin suskun tanığıydı. Lidya başını eğdi, gözlerini fotoğrafa dikti. “Belki de en büyük pişmanlık, birini kaybetmek değil… onun hâlâ yaşıyorken içinden silinmesine göz yummaktır,” dedi. Arven kalemi eline aldı, deftere bir satır yazdı: “Görülmemek, bazen ölmekten daha ağırdır.” Mert, o cümleye uzun uzun baktı. Sonra masadan kalktı. Adımlarını duvara çevirdi. Zemheri’nin çizdiği eski bir eskiz duruyordu orada, kimsenin dokunmaya cesaret edemediği bir köşede. Parmaklarını izlerin üzerinde gezdirdi. “Biz onu hiçbir zaman tam olarak anlayamadık,” dedi. “Ama en kötüsü… anlamaya çalışmadık bile.” Veyran başını ellerinin arasına aldı. “Kendimizi o kadar çok şeyin ortasında unuttuk ki… kimse kimsenin ne taşıdığını görmedi. Herkes kendi karanlığında tek başınaydı. Ama asıl yalnız olan... hep Zemheri’ydi.” Leyla, sessizce ayağa kalktı. Kalbi göğsünde ağır bir taş gibi atıyordu. “Bir gün affedilir miyiz, bilmiyorum. Ama artık affedilmek için değil… tamamlanmak için yazıyoruz bu defteri. Eksiklerimizi, geç kalmış cümlelerimizi, kabuk tutmamış anılarımızı.” Defter açıktı. Masanın tam ortasında. Her biri birer cümle ekliyordu. Kimi kararsız, kimi titreyerek, kimi ağlayarak ama hepsi içten. Sayfalar doluyordu. Ama bu doluluk... acının ağırlığını değil, yüzleşmenin arınmasını getiriyordu. Lidya son kez kaleme uzandı. Sayfanın altına şu cümleyi yazdı: “Zemheri artık bir isim değil. O, bizim sustuğumuz her gecenin adıydı.” Ve o an hepsi fark etti... Bu defter bir veda değilmiş. Bir tamamlanma. Gecikmiş bir özür. Bir yanılgının içinden doğan sessiz bir başlama. Ve bazı hikâyeler, tam da bitti sandığın yerde başlardı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |