3. Bölüm

3. Bölüm – Çığlık Duvarı

Hamza
sonsuzgece23

Kimse duymadı. Kimse görmedi. Ama o çığlık okulun duvarlarında hâlâ asılıydı. O sabah sınıfa girildiğinde sandalyeler ters çevrilmişti. Camlar buğuluydu, sanki içeride biri sabaha kadar nefes almış, korkusunu duvarlara üflemişti. Berk ilk fark eden oldu. “Burada biri vardı.” dedi alçak bir sesle. O an herkes susmuştu ama bu sessizlik sıradan değildi, bir şeylerin öncesindeki o uğursuz duraklamaydı. Lidya hâlâ ortalıkta yoktu. Telefonu kapalıydı. En son görüldüğü yerin, o eski kütüphane binasının yıkık tarafında olduğu söylentisi dolanıyordu. Ama oraya kimse gitmeye cesaret edememişti. Ta ki Mert “Ben gidiyorum.” deyip sırasından kalkana kadar. Veyran önce bir şey demedi. Sonra ayağa kalktı. “Ben de.” Berk ve Şeyda arkalarından baktı. Gitmek isteyen ama korkunun içinden geçemeyen bakışlarla. Kütüphane binasına vardıklarında öğle güneşi bile oraya vurmuyordu. Gökyüzü açık ama bina karanlıktı. Kapı aralıktı. Gıcırdayarak açıldı. İçerisi bozuk kitap kokuyordu, rüzgârla savrulan tozlar havada asılıydı. Merdivenler çürük, duvarlar rutubetliydi ama o karanlıkta bir şey netti: içeride biri daha vardı. Bir çatı sesi. Veyran bakışlarını yukarı çevirdi. Tozların içinde gölge gibi bir figür hızla geçti. “Orada biri var.” Mert hemen üst kata koştu. Veyran peşinden. Nefesler daraldı. Merdiven çıkarken her basamak sanki geçmişte kalan bir anıya çöküyordu. Üst kata vardıklarında koridorun sonundaki odaya açık bir kapı vardı. İçeri girdiklerinde duvarda bir şey yazılıydı. “LİDYA GÖRÜLDÜ.” Kırmızıyla. El iziyle. Tam o sırada odanın içinden bir ses geldi. Hırıltı gibi. Ya da boğuk bir gülüş. Mert elindeki çakıyı çıkardı. Küçük, paslı ama bir şeyleri savunmak için yeterliydi. Kapının arkasına hızla döndü. Kimse yoktu. Ama yerde bir iz vardı. Ayak izi değil. Sürüklenme. Ve hemen yanında, Lidya’nın kolyesi. Veyran eğildi, kolyeyi aldı. Birden o an, camlar patladı. Bir gölge dışarı fırladı. Mert arkasından koştu ama duvarda kanla yazılmış başka bir cümle belirmişti. “BİRİSİ İZLİYOR, HEP.”

Mert gölgenin peşinden dışarı fırladı ama kütüphane binasının arka koridoru bir labirente benziyordu, taş zeminler çatlamış, duvarlar yosun tutmuştu ve en kötüsü ayak sesleri sadece kendilerine ait değildi, arkalarında üçüncü bir ritim daha yankılanıyordu, Veyran hızlıca önündeki merdiven boşluğundan aşağı baktı, orada bir şey vardı ama şekli yoktu, yalnızca varlığı hissediliyordu, bir anlığına gölge bir siluet gibi gözlerinin önünden geçti ama tanımlanamaz bir hızla, o kadar hızlıydı ki insan zihni kaydedemiyordu, Mert dönüp “Bu şey insan değil.” dedi, sesi titriyordu ama hâlâ ayaktaydı, sonra bir ses duyuldu, önce duvardan geldiği sanıldı ama aslında kulakların içinden, beynin kıvrımlarından geliyordu, bir fısıltı: “Listede olmak bazen ölmekten beter.”, o an Veyran’ın dizleri titredi ama kaçmadı, çünkü korku bir seçim değil, artık bir kimlikti, arkalarındaki duvarda yeni bir iz belirmişti, taze, ıslak, koyu kırmızı, ve ortasında sadece bir harf: L, Lidya’nın isminin baş harfi ama yazan kişi sanki onun varlığını değil, yokluğunu işaret ediyordu, Mert kolyesi hâlâ elinde dururken ileri atıldı, koridorun sonundaki çürük kapıyı omzuyla kırdı, içeride kimse yoktu ama duvarlarda çocuk çizimleri vardı, siyah tebeşirle çizilmiş çarpık suratlar, ağlayan gözler ve üzerlerinde yazılı bir cümle: “Buradan çıkan ya deli olur ya sessiz.”, Veyran içeri girdiğinde içgüdüsel olarak nefesini tuttu çünkü odadaki hava zehirli gibi kokuyordu, korkudan değil, geçmişten gelmiş gibiydi bu koku, sonra bir ses daha, bu kez netti, aşağıdan gelen bir çığlık, kız sesi, ama sadece bir saniye sürdü, ardından sessizlik, ölüm gibi, donuk, Mert göz göze geldi Veyran’la ve birlikte koştular, merdivenleri üçer beşer indiler, her adımda kütüphanenin çatısı sanki biraz daha çöküyordu üzerlerine, aşağı indiklerinde ışık gitti, tamamen, karanlık bir gömlek gibi üzerlerine yapıştı, sonra biri nefes aldı, çok yakından, o kadar yakından ki artık yalnız olmadıklarını anladılar, ama sesin sahibi görünmüyordu, bir şey elini Veyran’ın bileğine doladı, buz gibi, kemikli bir dokunuş, tam çekilecekken birden ışıklar geri geldi, bir flaş gibi, çok kısa, bir saniyelik, ama o bir saniyede duvarda bir siluet belirdi, kolları olmayan, başı eğik, karanlıktan ibaret bir varlık, sonra ışık söndü ve her şey yine karardı, Mert “Koş!” diye bağırdı, çıkış kapısını bulmaya çalıştılar ama bina artık onların hafızasındaki gibi değildi, duvarlar yer değiştirmişti, odalar birbirine girmişti, içeride zaman bile yamulmuştu sanki, her adım bir geçmişin içine atılıyordu, Veyran tam kapının koluna uzandığında arkasından biri fısıldadı: “Sen listedeki ilk isimsin.”, döndü ama kimse yoktu, sonra ayakları yerden kesildi, biri ya da bir şey onu geriye çekiyordu, Mert üzerine atıldı, kolundan yakalayıp çekti ve birlikte kapıdan dışarı fırladılar, ama çıkarken duvarda bir şey daha belirdi: bu kez isim listesi, hepsi kırmızıyla yazılmıştı, en üstte şu yazıyordu: Veyran, Berk, Mert, Şeyda, Lidya... ve altına yeni bir isim eklenmişti: Zemheri.

Veyran dışarı attığında kendini, ciğerlerine dolan hava bile yabancıydı, sanki biraz önce soluduğu karanlığın tadı hâlâ ağzında duruyordu, burnunun ucunda çürümüş duvarların, yıllardır açılmayan pencerelerin kokusu, elleri hâlâ titriyordu, çünkü onu çeken şeyin parmakları vardı, ince uzun ve kemikli, ama ondan daha korkutucu olan dokunuşun kendisi değil, onun içindeki anıydı, o anı; çocukken duvarda beliren gölgelerden kaçarken annesine koşamadığı o geceyi hatırlamıştı birden, o yalnızlığı, korunamamanın paslı tadını, gözleri dolmuştu ama ağlamadı, çünkü Mert yanındaydı ve güçlü görünmek bir ihtiyaç değil, bazen tek seçimdi, Mert ona baktı, “İyi misin?” dedi ama sesinde o da iyi değildi, korku ikisini de aynı renge boyamıştı, gözleri cam gibi parlıyordu ama içi darmadağındı, Veyran sadece başını salladı, kelimeler boğazında kaldı, çünkü asıl mesele Lidya’nın hâlâ orada olmasıydı, orada, o binada, ya da ondan geriye kalan ne varsa, Mert’in eli hâlâ sımsıkı kolyesini tutuyordu, bakışlarını ona çevirdiğinde o küçük kolyenin ağırlığı değil, taşıdığı anlam ezmişti yüreğini, Lidya sessizce kaybolmamıştı, biri ya da bir şey onu susturmuştu, ve şimdi sıra onlara gelmişti, çünkü listedeydiler, çünkü o isimler sadece yazılmamıştı, kazınmıştı, duvara, zamana, alınlarına, bir seçim değil bir lanet gibi, Veyran gözlerini kapattı, içinde bir yer paramparça olmuştu ama o yıkımı sakladı, çünkü birinin ayakta kalması gerekiyordu, gözlerini tekrar açtığında havada hâlâ o uğursuz sessizlik vardı, kuşlar bile susmuştu, rüzgâr bile geçmemişti yanlarından, dünya sanki onların acısını uzaktan izliyor gibiydi, Mert sırtını ağaca yasladı, başını geriye attı ve bir an hiçbir şey demedi, sonra mırıldandı, “Sence biz buraya birini kurtarmaya mı geldik, yoksa kendimizi kaybetmeye mi?”, bu soruya cevap vermek istemedi Veyran, çünkü içinde bir ses zaten cevabı fısıldıyordu: çok geçti, her şey için, çok geç, belki de Lidya hiç kurtarılmak istememişti, belki de o liste onun için bir çıkıştı, ama şimdi çıkış Veyran için bir seçeneğe dönüşmüştü, geri dönemezdi, artık sadece ileri gidebilirdi, çünkü o gölgeyi görmüştü, o sesi duymuştu, o dokunuşu hissetmişti, bu sadece bir arayış değil, bir uyanıştı, geçmişin kapısını aralayan o uğursuz geceyle hesaplaşmanın başlangıcıydı, ve karanlık artık sadece dışlarında değil, içlerindeydi, Mert kolyesini cebine koydu ve “Devam etmemiz lazım.” dedi, Veyran başını salladı ama o sırada bir telefon sesi duyuldu, uzaklardan, inceden, aralıklı, bir melodi gibi değil, bir uyarı gibi, Şeyda arıyordu, açtığında cümlesi kısa ve kırıktı: “Zemheri de kayıp.”, kalbi o an sıkıştı, çünkü Zemheri sadece bir insan değildi, onunla geçmişleri birbirine düğümlenmişti, çocukluklarının, sessizliklerinin ve yarım kalmış cümlelerinin taşıyıcısıydı, onu kaybetmek; hafızasından bir parçayı söküp atmak gibi olurdu, “Nerede?” dedi Veyran telaşla, Şeyda sadece fısıldadı: “Siz çıktığınızdan bir saat sonra... birileri onu okuldan aldı... ve bir not bıraktı...”, “Ne notu?” dedi Mert, Şeyda duraksadı, sonra sesi çatladı: “Liste devam ediyor.”, Veyran telefonun ekranına baktı, parmakları ter içindeydi, içinde büyüyen o soğuk his artık bir korku değil, bir gerçekle yer değiştirmişti, bu bir oyun değildi, bu bir test hiç değildi, bu... bir temizlikti, biri geçmişi, tanıkları ve sırları birer birer siliyordu, ve onlar hâlâ hayattaydılar, şimdilik.

Veyran, Şeyda’nın sesiyle titreyen telefonu avucunda sıkarak yere çöktü, gözleri sabitlendiği boşlukta görünmeyen bir şeyle kavga eder gibiydi, kelimeler zihninde uçuşuyor ama hiçbiri dilinden dökülmüyordu, çünkü o not, çünkü o kayıp, çünkü o isim… Zemheri. Çocukken geceleri battaniyenin altına saklanıp korkularını onunla paylaşmışlardı, şimdi o yoktu. Gözleri, sanki onu hâlâ yanında görmeye çalışıyormuş gibi etrafı taradı ama karşısında sadece çürük bir dünya duruyordu. Mert yaklaştı, onun diz çökmüş hâlini ilk kez görüyordu, “Kalk” dedi sessizce, “kendini bu zemine bırakma.” Ama Veyran kalkmadı, çünkü içindeki zemin çoktan çökmüştü. Mert cebinden o eski, buruşuk defteri çıkardı, kapağında hâlâ kurumuş kan lekesine benzeyen o paslı leke vardı, parmaklarıyla defteri açtı ve sayfaları hızla çevirdi. Boştu, birkaç isim dışında... hepsi çizilmişti. Ama bir şey dikkatini çekti. Zemheri’nin adı, diğerlerinden farklıydı. Üzerine çizgi atılmamıştı. Yanına sadece küçük bir işaret eklenmişti. Bir ters üçgen. Δ'nın aynadaki yansıması gibi. “Ne demek bu?” dedi Mert ama cevabı bilmek istemiyor gibiydi. Veyran başını kaldırdı, o da fark etmişti. “Bu bir bitiş değil… bu, başlangıç.” dedi kısık bir sesle. Mert deftere baktı, sonra başını usulca iki yana salladı. “Onlar bir plan yapıyor. Bizi teker teker çözmeye çalışıyor. Ve her biri geçmişimizden bir parçayı koparıyor. Bu yüzden Lidya, bu yüzden Zemheri…” O sırada telefon yeniden çaldı. Şeyda değil. Berk. Ama Berk, o sabah hiçbir şeye karışmak istemediğini söyleyerek ayrılmıştı yanlarından. Şimdi ise ekranda onun adı titriyordu. Veyran açtı. “Neredesin?” dedi hemen. Ama duyduğu sadece hırıltıydı. Sonra bir kapı gıcırtısı… ve sonra o fısıltı: “Kaçamadım.” Ses tanınmaz hâlde kırılmıştı. “Ne demek kaçamadın?” dedi Mert telefona yaklaşarak. Cevap beklenmedi. Çünkü arka planda bir şey patladı, cam kırıkları, metalin betona çarpışı, ve sonra sessizlik. Veyran’ın kalbi duracak gibiydi. “Ona bir şey oldu…” dedi. Gözleri karardı, başı döndü ama bu kez diz çökmedi. Sırtını dikleştirdi, nefesini derin çekti. “Gidiyoruz.” dedi. “Nereye?” diye sordu Mert. Veyran’ın sesi artık yumuşak değil, kırılmıştı ama netti: “Defterin doğduğu yere.” Mert’in gözleri büyüdü. “Oraya dönmeyeceğimizi söylemiştik.” Veyran bakışlarını onun gözlerinin içine dikti. “Sözler artık bizi korumuyor. Zemheri gitti, Berk kayboldu, Lidya susuyor. Ve biz hâlâ hayattayızsa, demek ki o yer, hâlâ bizi bekliyor.” Ve o an anladılar; bu liste, sadece isimlerden ibaret değildi. Bu liste, geçmişin hesaplaşmaya çağırdığı hayatta kalmışlardı. Ve kapılar bir bir açılmak üzereydi.

Gecenin içinden geçerken araba farlarının aydınlattığı yollar bile onlara ait değildi, asfaltın üzerindeki çatlaklar, yılların öfkesini taşır gibiydi, sessizlik sanki içlerine işliyordu, Veyran direksiyona yapışmış elleriyle suskunluğu sürüyordu, Mert yan koltukta ellerini birbirine kenetlemiş, gözlerini camdan dışarıya dikmişti ama hiçbir şey görmüyordu, çünkü zihinlerinin içinde çok daha karanlık bir yolculuk başlamıştı, onların gittiği yer sadece haritada değil, hafızada gizliydi, kaybolan bir çocukluk, unutulmuş bir bodrum, defterin ilk açıldığı yer, duvarlara çizilen o uğursuz işaretlerin doğduğu noktaydı, ve onlar şimdi o karanlığın kalbine geri dönüyordu, Veyran birden frene bastı, Mert öne savruldu ama tepki vermedi, çünkü önlerinde beliren şeyi o da görmüştü, yolun ortasında biri duruyordu, başında kapüşon, yüzü görünmüyordu, ama elleriyle bir şey tutuyordu, bir defter, hayır, o defter değildi, bu yeniydi, yepyeni, sanki taze bir lanet gibi sırtına yapışmıştı, Veyran kapıyı açmadan önce bir an Mert’e baktı, gözlerinde ne korku vardı ne de umut, sadece karar, sonra indi, adımlarını ağır attı, adam kıpırdamadı, sadece defteri uzattı, parmakları çok uzun, çok inceydi, tırnakları sanki koparılmış gibiydi, Veyran deftere uzandığında soğuk bir his omurgasından yukarıya doğru tırmandı, sanki biri içeriden nefesini kesmişti, defterin kapağında tek bir şey yazıyordu: “İkinci perde.”, o an Veyran anladı, bu bir oyun değildi, bu bir sahneydi ve onlar çoktan seyirci olmaktan çıkmış, oyuncuya dönüşmüştü, defteri açtı, ilk sayfada bir fotoğraf vardı, Lidya’nın, ama gözleri yoktu, üzerine siyah kalemle çizilmişti, ağzı da yoktu, susturulmuştu, ve hemen altında Zemheri’nin bir resmi vardı, ama onun yüzü hiç çizilmemişti, sadece boş bırakılmıştı, sanki kimliği silinmişti, “Bu... ne demek oluyor?” dedi Mert sessizce, Veyran cevap vermedi, çünkü cevabı anlamaktan korkuyordu, tam o sırada kapüşonlu adam usulca geri adım attı, arkasını döndü ve yolun kıyısındaki ormana doğru yürümeye başladı, Veyran birkaç adım attı ama Mert onu tuttu, “Hayır, bu bir tuzak olabilir.” dedi ama çok geçti, çünkü Veyran zaten içeriye adım atmıştı bile, ağaçların arasında ilerlerken her adımda çocukluğunun bir sesini duyar gibiydi, ağlayan bir bebek, kilitli bir kapı, karanlık bir merdiven, “Burayı tanıyorum…” diye mırıldandı ama kendi sesini bile tanıyamadı, Mert peşinden geldi, rüzgâr uğuldamaya başladı, yapraklar yere düşerken sanki adlarını fısıldıyordu, sonra birden ağaçların ortasında bir bina belirdi, yıllardır terk edilmiş bir okul, camları kırık, duvarları yosun tutmuş, girişte paslı bir zil vardı ve altında bir not: “Girmeden önce hatırla… kim olduğunu.”, Mert durdu, “Bunu yazan… bizi tanıyor.” dedi, Veyran ise sadece iç çekti, çünkü onu yazan sadece tanımıyordu, izliyordu, geçmişlerini seyrediyordu, zayıflıklarını biliyordu, ve onları adım adım o binaya sürüklüyordu, çünkü bu sadece bir geçmişin dönüşü değildi, bu onların sonunu yazacak olan başlangıçtı, defteri sıkıca tuttu, gözlerini kapattı ve kapıya dokundu, paslı menteşe çığlık attı, ve geçmiş yeniden açıldı.

 

Bölüm : 17.06.2025 10:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...