30. Bölüm

30. Bölüm- Eksilenle Kalan Arasında

Hamza
sonsuzgece23

🌑 2.050 sessizlik, tek bir hikâyede buluştu. Gözden kaçanlar, içe gömülen kelimeler ve yarım kalan bakışlar… Eğer bu hikâye sadece bir yüreğe bile dokunabildiyse, söylenmeyen her şey, bir anlam buldu demektir.

 

Hiçbir şey söylenmemişti o sabah. Ama herkes biliyordu bir şeyin değiştiğini. Lidya uyanır uyanmaz Mert'i aramıştı gözleriyle. Her sabah gözlerini ilk buluşturduğu o sandalye boştu. Odanın içine bir eksiklik sinmişti. Sessizlik bu kez huzur değil, haberci gibiydi. Mert'in sesini duyamamak, gölgesini bile görememek, Lidya'nın göğsüne keskin bir çivi gibi saplandı.

 

Lidya yavaşça masaya yaklaştı. Mert'in defteri oradaydı. Kapalıydı ama İçinde bir veda gizleniyordu sanki. Parmaklarıyla kapağın çizgilerini izledi. Açmaya cesaret edemedi.

 

Arven salondan içeri girdi. Bakışlarında endişe değil, kabulleniş vardı. "Lidya," dedi usulca, "Mert... sabah çıkmış. Ama kimseye bir şey dememiş."

 

Bu cümle Lidya'nın içinde bir kapıyı araladı. Göğsünde önce bir daralma, sonra bir yanma hissetti. O an, Mert'in gitmediğini, kaybolduğunu değil, yavaşça terk ettiğini anladı. Çünkü bazı insanlar bir sabah gitmezdi... Günlerce susarak, fark ettirmeden silinirdi hayattan.

 

Veyran mutfağın kapısında durdu. "Dün gece yazıyordu. Işığı gördüm. Ama yanına gitmedim. Gitmeliydim belki de..."

 

Leyla içeri girdiğinde her şeyin farkındaydı. "Masaya bir not bırakmış," dedi. Defteri Lidya'ya uzattı.

 

Lidya, elleri titreyerek defteri açtı. Mert'in el yazısı tanıdıktı. Satır satır çökütü içine.

 

"Bazen kalmak, gitmekten daha çok acıtır. Ve ben, bu deftere yazdıklarımın ötesinde bir şey bırakmak istiyorum size. Suskunluğun içinde kaldım. Ama bilmenizi isterim ki, her birinizi kendi içimde bir şekilde sevdim. Lidya, sana gelirsek... En çok seni sevdim. Ama seni sevmenin en doğru yolu, seni benden kurtarmaktı belki de. Kendimi sana böylesine yüklemeden, seni böylesine çöktürmeden."

 

Satırların sonuna geldiğinde, Lidya'nın gözlerinden yaşlar akmıyordu. Çünkü bazı acılar gözyaşıyla değil, içe çöken sessizlikle akıtılırdı.

 

Arven, masanın kenarına oturdu. "Mert bir daha geri gelmeyecek değil mi?"

 

Lidya başını salladı. Ama o sarsıntı, bir onaydan çok, bir çaresizliğin iziydi.

 

O an hep birlikte sustular. Ama bu kez suskunluk bir kabulleniş değildi. Bir yas, bir çöküş, bir eksilme anıydı.

 

Ve defterin bir sayfası daha, bir adım sessizliğe daha atıldı.

Lidya’nın gözleri Mert’in sırtında asılı kalmıştı.

Ne bir adım atabiliyor ne de seslenebiliyordu.

İçindeki ağırlık, bir adımın bile altından kalkamayacağı kadar büyüktü.

 

O gece bir şeylerin koptuğunu fark etmişti… ama adını koyamamıştı.

Şimdi ise yalnızca o isimsiz boşluğun içindeydi.

 

Mert arkasını dönmemişti.

Belki de dönse, her şey daha farklı olurdu.

Ama bazen bir insanın sırtı, yüzünden daha çok anlatırdı gerçeği.

Yalnızlığı, kırgınlığı, vazgeçişi...

 

Lidya'nın içinde kelimeler çırpınıyor ama hiçbir yere varamıyordu.

Ne gözyaşına dönüşebiliyor ne de bir cümleye sığabiliyordu.

 

Oysa bir cümleye ihtiyaç vardı şimdi.

 

“Gitme.” demeye.

“Kal.” demeye.

“Yalnız ölme.” demeye.

Ama sustu.

Çünkü bazen insan, susarak daha az acıttığını sanırdı.

Ama en çok o sessizlik yaralardı geride kalanları.

Mert yavaşça kapıya yürüdü.

Parmakları titriyordu.

Bu kez öfkeyle değil… yorgunluktan.

İçinde susturduğu her şey bedenine sığmaz olmuştu.

Kalbi… artık taşıyamayacak kadar yorgundu.

Eşiği geçtiğinde arkasında sadece sessizlik kalmadı.

Aynı zamanda bir daha geri dönemeyeceği bir şey de bıraktı.

Lidya o an dizlerinin üstüne çöktü.

Gücünü değil… duygusunu kaybetmişti.

“Keşke…” diye başladı ama devamını getiremedi.

Çünkü keşke'lerin yükü, bazen yaşanmışlıkların bile önüne geçerdi.

Arven odanın köşesinden izliyordu her şeyi.

İçinde bir çığlık vardı ama o da konuşamıyordu.

Belki herkes bir şekilde sustuğu için bu hale gelmişti her şey.

Belki de o yüzden bu kadar gecikmişti her yardım, her sarılma, her “yanındayım” fısıltısı.

Mert sokağa çıktığında gökyüzü griydi.

Ama onun içindeki karanlıkla kıyaslanamayacak kadar solgundu.

Bir yere gitmiyordu aslında.

Sadece gidiyordu.

Çünkü bazen gitmek için bir neden gerekmezdi.

Kalmak daha fazla acıtırsa,

insan sadece yürürdü…

nereye vardığını umursamadan.

Ayak sesleri uzaklaştı.

Kapı aralık kaldı.

Ama içeride kalan sessizlik artık bir huzur değil, uğultuya dönüşmüştü.

 

Arven ağır adımlarla Lidya’ya yaklaştı.

Elini omzuna koymak istedi, vazgeçti.

Çünkü bazı anlar vardı, bir dokunuş bile fazla gelirdi.

 

“Onu durduramazdık değil mi?” dedi Lidya.

Sesi, gözyaşı kadar titrek, iç çekiş kadar yavaştı.

 

Arven’in cevabı yoktu.

Ama bazen sessizlik, evetten ya da hayırdan daha çok acıtırdı.

 

Leyla içeriden çıktı.

Yüzünde ağlamaktan kızarmış gözlerle.

Ama ağlamamıştı.

Çünkü bazı acılar gözyaşı bile bulamazdı kendine.

 

“Mert’in gözleri çok boştu…” dedi.

“İlk defa onu bu kadar yorgun gördüm.

Sanki hiçbir şeye tutunmuyordu artık.

Ne bize, ne kendine, ne de hayata…”

 

Lidya başını kaldırdı.

“O bana tutunsaydı… belki kurtulurdu.”

 

Cümle odanın içinde çarptı, yankılanmadı, sadece battı.

Her kelimesi, içlerinden birine dokundu.

 

Veyran duvar kenarındaydı.

O da oradaydı. Ama sanki o da gitmişti bir yanıyla.

 

“Biz kimseyi tutamadık,” dedi.

“Sadece elimizden kayışlarını izledik.”

 

Kimse itiraz etmedi.

Çünkü herkes, haklı olduğuna değil… geç kaldığına emindi.

 

Mert’in gidişi öyle bir şeydi ki,

bir kapıdan çıkıp dağılmak değil…

bir ömrün içinden çekip gitmekti.

 

Arven elindeki deftere baktı.

Mert’in son notunu okudu tekrar:

“Bazen insan sadece dinlenmek ister. Ama kimse duymuyorsa, sonsuz bir sessizlik daha cazip gelir.”

 

Leyla yere çöktü.

Elleriyle yüzünü kapattı.

“Sessizce giden biri… bazen en yüksek sesi bırakır ardında.”

 

Lidya, Mert’in bıraktığı boşluğa döndü.

Hiçbir eşya değişmemişti ama her şey eksikti artık.

 

Ve o eksiklik…

bir ömür boyu tamlanamayacak kadar derindi.

Mert’in sesi yoktu artık…

Ama sesi olmayan bir insanın bıraktığı yankı, bazen en gürültülü çığlıktan fazlasını anlatırdı.

 

Lidya pencereye döndü.

Dışarıda güneş vardı.

Ama içindeki hava hâlâ karanlıktı.

İnsan bazen koca bir günü, hiç doğmamış bir sabah gibi yaşardı.

 

“Mert…” diye fısıldadı.

Sadece adını.

Ama o ad, dudaklarından değil, kalbinin en kırık yerinden dökülüyordu.

 

“Bana bir şey bırakmadın,” dedi ardından.

“Ne bir veda, ne bir cümle…

Sadece seninle giden bir parça kaldı içimde.”

 

Arven yaklaştı.

Defteri Lidya’ya uzattı.

“Kelimeler bir şey değiştirmez belki,” dedi.

“Ama söyleyemediğimiz her şey içimizde çürür. Yaz Lidya… yoksa sen de eksileceksin onunla birlikte.”

 

Lidya deftere baktı.

Sayfalar Mert’in dokunuşunu taşıyordu hâlâ.

Ve orada, en üstte onun bıraktığı o cümle duruyordu:

 

“Bazı insanlar giderken değil, sustuklarında kaybolur.”

Lidya’nın kaleminden düşen her harf, içinden bir parçayı koparıyordu sanki.

Yazmak, acının başka bir dilde yeniden yaşanmasıydı.

Ama bazı acılar, sessizlikle değil, kelimelerle gömülmeliydi.

 

“Mert,” diye fısıldadı bir kez daha.

Bu kez içinden değil, boğazında düğümlenen bir yangından koptu sesi.

“Keşke sesimi daha önce duyabilseydin.

Keşke seni sustuğun yerden çekip çıkarabilseydim…”

 

Defterin sayfasına damlayan yaş, mürekkebi dağıttı.

Ama o bulanıklık, cümleyi daha da gerçek kıldı:

 

> “Beni affetme… ama unutma.”

 

 

 

Arven, Lidya’nın yanına oturdu.

Kalemi aldı.

“Senin yokluğunda hepimiz biraz sustuk,” dedi.

“Birimiz daha sessizdi, birimiz daha suçlu.

Ama hepsinde senin yokluğun vardı.”

 

Leyla defterin kenarına bir fotoğraf koydu.

Gülümseyen bir an…

Ama arkasında saklanan yıkım, gözlere sığmayacak kadar büyüktü.

 

Veyran derin bir nefes aldı.

Sanki o nefesle birlikte içindeki suçunu da dışarı bırakmak ister gibiydi.

“Biz sadece seni değil, kendimizi de kaybettik,” dedi.

“Şimdi bu defter…

bir hatıradan çok, yarım kalmış bir yemin gibi önümüzde duruyor.”

 

Lidya son kez deftere baktı.

Bir satır daha ekledi.

Sesi neredeyse bir dua gibiydi:

 

> “Gittiğin yer sessiz olabilir, ama biz artık susmayacağız.”

 

 

 

Ve o an, hepsi ilk kez aynı yerde birleşti.

Kaybedilen birinin ardından kurulan sessiz bir birlik…

Bir yas değil, bir söz gibi.

Bir mezar değil, bir başlangıç gibi.

Kimse konuşmadı.

 

Ama odadaki sessizlik, bir yas değil; içten içe yükselen bir haykırıştı artık.

Birinin eksikliğiyle değil, herkesin içinde eksik kalanlarla yankılanan bir çöküştü bu.

 

Lidya ayağa kalktı.

Ellerini iki yana bıraktı.

Sanki taşıdığı her yük, artık yerlere dökülsün istiyordu.

“Mert…” dedi.

“Senin yokluğuna alışmadım.

Sadece artık… dayanamamayı öğrendim.”

 

Leyla başını önüne eğdi.

Gözlerinden bir damla bile akmadı ama içi darmadağın olmuştu.

“Bazen birinin ardından ağlayamazsın,” dedi fısıltıyla.

“Çünkü o kişinin gidişi, senden de birini götürmüştür.”

 

Veyran elini duvara yasladı.

Sarsılmamak için değil…

Dayanacak başka bir yer kalmadığı için.

“Bir sesin sustuğu yerde, bin pişmanlık konuşur,” dedi.

“Ben geç kaldım.

Bunu yüzüne söyleyemedim.”

 

Arven deftere baktı.

Sayfalara değil.

O sayfalarda artık olmayan bir yüzü görmeye çalışır gibiydi.

“Bir insan gider ve…

geriye bin cümle kalır.

Ama hiçbir cümle, onun ‘keşke’si kadar ağır değildir,” dedi.

 

Lidya, Mert’in adını dudaklarının arasında ezdi.

“Sen sustun…

Ama biz seni konuşturmadan bıraktık.

Şimdi bütün bu kelimeler…

Bizi affetmeyecek cümleler gibi çoğalıyor.”

 

Ve sonra duvarda asılı duran o eski, unutulmuş fotoğrafa baktılar.

Gözlerinin içine değil, artık eksik olan bir bakışa…

Çünkü o fotoğrafın içinden biri eksilmişti.

Ve geriye kalan her şey… Artık anlamını onun yokluğunda taşımak zorundaydı.

Kimse veda etmedi Mert’e.

Çünkü bazen veda, sadece yaşayanlara yapılırdı.

Oysa onlar hâlâ oradaydı ama içlerinden biri… artık hiçbir yerde değildi.

Lidya deftere son kez baktı.

Kalem hâlâ onun ellerindeydi ama artık hiçbir kelime yeterli değildi.

“Seninle birlikte içimizden bir parça da gitti,” dedi.

“Ve biz… bu eksikliği sadece kabullenmekle değil, içinde yaşamayı öğrenmekle cezalandırıldık.”

Arven başını eğdi.

İlk kez, bir sayfanın bitmesini değil, sonsuza kadar açık kalmasını istedi.

“Bazı hikâyeler yarım kalmaz…

Sadece anlatacak kişi kalmaz,” dedi.

Leyla masadan uzaklaştı.

Çünkü bazı yaslar susarak tutulmazdı.

Ama konuşmak da çare değildi.

“O susarken biz sustuk…

Şimdi konuşsak da neyi değiştirir?”

Veyran kapıya yaslandı.

Gözlerini kapattı.

Ama zihninde Mert’in gülüşü duruyordu.

“Sana geç geldik…

Belki de hiç gelmedik.

Ama biz, seni taşıyamayan omuzlarımızla yaşamak zorundayız artık.”

Lidya bir adım attı.

Masaya doğru değil. Geçmişe.

Gözleri dolmadı ama sesi titredi:

“Senin adın artık bir sessizlik değil Mert…

Bizim içimizde atmaya devam eden bir kalp gibi.

"Ama eksik. Hep eksik.”

Defter kapatılmadı.

Çünkü bu bir son değildi.

Bu, yarım kalan bir hayatın, kalanlarla devam etme çabasıydı.

Ve dışarıda rüzgâr hafifçe esti.

Camın önünden geçti.

Sanki Mert’in yokluğunu usulca anımsatmak ister gibi…

Ama içeride hiç kimse yerinden kıpırdamadı.

Çünkü bazı acılar geçmez.

Sadece insanı sessizleştirir.

Ve bu defterin bir yerinde…

Artık adı olmayan ama izleri kalan biri yaşıyordu.

Adı Mert’ti.

Ama onu en çok… söyleyemedikleri anlatıyordu.

Lidya kalemi eline aldı.

Ama yazmadan önce gözlerini kapattı.

Sanki onu son bir kez çağırmak ister gibi.

Sanki hâlâ bir ihtimal varmış gibi…

Ve sonra yazdı:

“Sana yetişemedim Mert. Belki çok denedim, ama sesimi bile duymadın.

Ama bil ki… gidişinle değil, kalamayışınla eksildim ben.”

 

Leyla sessizce ağlıyordu.

Veyran yüzünü gizlemişti.

Arven başını eğmişti.

Bu bir ölüm değildi sadece…

Bu, içinde kalmış onca cümlenin susarak gömülmesiydi.

Ve bazı ölümler… mezar taşında değil, sustuğumuz cümlelerin gölgesinde yaşardı.

 

 

 

 

Bölüm : 14.07.2025 13:04 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...