
“Bazı eksiklikler konuşulmaz, yaşanır.”
Kimse odaya ilk giren olmak istemedi. Kapı aralıktı, içerisi hâlâ dün gecenin izlerini taşıyordu. Sandalyeler yerli yerindeydi, masa üstünde kapanmamış defter, eksik bir cümle gibi duruyordu. Ama esas eksiklik, hiçbir kelimeyle doldurulamayacak kadar büyüktü.
Lidya kapının eşiğinde durdu. Elini tokmağa uzattı, ama çalmadı. Zaten içeride çalınacak hiçbir cevap kalmamıştı. İçine çöken ağırlıkla bir adım attı. Sessizdi. Ama içinde yankılanan bir şey vardı: Gitmeden önce Mert’in sesi. O gece söyledikleri, söyleyemedikleri, gözlerinde taşıdığı o son ifade.
Yavaşça masaya yaklaştı. Defterin sayfasına dokunmadı. Sadece baktı. O sayfa, hâlâ Mert’in parmak izlerini taşıyor olmalıydı. Sanki yazdığı her kelimenin kenarında biraz daha ölüme yaklaşmıştı.
Arven pencerenin önünde duruyordu. Dışarısı aydınlıktı ama içeride hava hâlâ karanlıktı. “Bunu nasıl kabul edeceğiz?” diye fısıldadı.
Lidya gözlerini defterden kaldırmadı. “Etmeyeceğiz,” dedi. “Sadece alışacağız. Her eksilişe bir yanımızı göme göme devam edeceğiz.”
O sırada Veyran içeri girdi. Yüzü solgundu, omuzları düşüktü. Ama bu sefer kaçmıyordu. “Ben... onun bana söylediklerini hatırlamaya çalışıyorum,” dedi. “Sanki unutmaktan korkuyorum.
“Unutmayacağız,” dedi Lidya. “Çünkü unutmak, onu ikinci kez kaybetmek olur.”
Berk kapıya yaslandı. Hiçbir şey söylemedi. Ama gözleriyle odayı taradı. Boş sandalye… defter… Lidya’nın yüzü… ve içindeki çaresizliği.
O an kimse ağlamadı. Gözyaşından öte bir şey vardı artık. Adını koyamadıkları ama hep içlerinde taşıdıkları bir acı.
Arven yavaşça sandalyeye oturdu. Mert’in en son oturduğu yere değil… onun karşısındaki boşluğa. Sanki hâlâ göz göze gelebileceklermiş gibi, başını kaldırdı ve baktı. O bakışta hayal kırıklığı, pişmanlık ve geç kalınmış sorular vardı.
“Ben onu duymadım,” dedi kısık bir sesle. “Yanımdaydı ama her suskunluğu, benim sessizliğimle yarıştı. Kaybedeceğimizi biliyordum belki… ama elimden gelen hiçbir şey yoktu.”
Lidya, sandalyesine oturmadı. Ayakta kalmak istiyordu. Dizlerinin titremesinden utansa da düşmekten değil, unutulmaktan korkuyordu.
“Bazen birini kurtarmak için değil, sadece yanında durmak için bile geç kalırsın,” dedi. “Biz Mert’in yanındaydık… ama hiç onun içinde olmadık.”
Veyran başını eğdi. Dudakları kıpırdadı ama hiçbir kelime çıkmadı. Bazı kelimeler sadece içte kırılırdı çünkü.
Leyla içeri girdiğinde gözlerinde ağlamaktan geriye kalan o keskin yanma vardı. Sadece deftere baktı. Sonra boş sandalye… sonra Lidya’ya.
“Bu defter artık sadece onun için değil,” dedi. “Bu, bizim görmediğimiz herkesin hikâyesi.”
Berk yerinden kıpırdamadı. Ama kalbi yer değiştirdi sanki. Derin bir nefes aldı. Sonra söylediği tek cümle odayı ağırlaştırdı:
“Mert’i biz öldürmedik belki ama… yaşatmayı da beceremedik.”
O cümle bir süre asılı kaldı havada. Kimse devam etmedi. Herkes kendi içine döndü. Kimi gözlerini kaçırdı, kimi ellerini sıktı, kimi nefesini tuttu. Sessizlik artık bir boşluk değil, bir çığlıktı.
Lidya pencereye yaklaştı. Gecenin koyu rengi, içerideki ağırlığı örtmeye yetmiyordu. Camdan dışarı değil, kendi yansımasına baktı.
“Mert’in gözlerinde en çok ne vardı biliyor musunuz?” dedi. “Kırılmamış bir umut. Hepimizin kırdığı.”
Arven gözlerini deftere dikti. Sayfalar artık geçmiş değil, bir mezarlık gibiydi. Her cümle bir pişmanlık taşıyor, her satır eksik bir vedanın izi gibi kokuyordu.
“Ben bazen düşünüyorum,” dedi. “Ya birimiz biraz daha fazla sorsa, biraz daha fazla dinlese… belki bugün burada oturmuyor olurduk.”
Leyla sessizce yaklaştı masaya. Elinde Mert’in bir zamanlar yazdığı ama kimseye göstermediği bir sayfa vardı. Kıvrılmış, kenarı yıpranmış, ama hâlâ canlıydı.
“Bu…” dedi, sesi çatallandı. “Son yazısıymış. Belki de vedasıydı, belki de son çırpınışı. Ama biz göremedik.”
Veyran yaklaşmadı. Kımıldamadı. Ama başını hafifçe kaldırdı. Sesi derinlerden geldi:
“Bir insanı sadece ne söylediğiyle değil, neyi söyleyemediğiyle tanırsınız. Ve biz Mert’i hiç tanımadık.”
Leyla, sayfayı yavaşça defterin üzerine bıraktı. Kağıt sessizce süzüldü, sanki ağır bir yük taşıyormuş gibi. Herkes eğildi o yazıya. Hiçbir kelime yüksek sesle okunmadı ama herkes okudu. Herkesin gözünde başka bir kelime kaldı.
“Mert bir veda etmedi,” dedi Lidya, sesi kısık ama net. “Sadece usulca gitti. Anlaşılmayı beklemeden, affedilmeyi bile istemeden. Bizden daha fazla dayanamadı.”
O an Arven’in elleri titredi. Kendi yazılarıyla defteri doldurmuştu ama bu satırlar, onun bile taşıyamayacağı kadar gerçekti.
“Mektubunda ‘Ben zaten hiçbir zaman tam olmadım,’ yazmış,” dedi Arven. “Ama biz onun eksikliğini ancak yokluğunda fark ettik.”
Berk sessizce ayağa kalktı. Herkesin arkasında duruyordu, ama bu kez sesi öndeydi:
“Mert, hepimizin sessiz tarafıydı. Sustuğu her an, aslında bizi bağırarak uyandırmaya çalıştı. Ama biz... duymazdan geldik.”
Veyran ileri doğru bir adım attı. İlk kez yüzünde öfke yerine kırgınlık vardı.
“Onu mezara değil,” dedi, “kendi suskunluğumuza gömdük.”
Lidya gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı. “Bu defter bizim affımız değil. Bu defter, onun varlığını inkâr etmeden yaşamaya çalışmamız.”
Ve o an, o sayfa defterin ortasında açık kaldı. Hiçbiri çevirmedi. Hiçbiri kapatmadı. Sanki kapatsalar, bir daha hiç açamayacaklarmış gibi.
Lidya elini masanın üstündeki eski kayıt cihazına uzattı. Parmakları ürkekçe tuşa dokunduğunda, odadaki herkesin soluğu kesildi.
Bir tık sesi… ardından sessizlik. Sonra o ses. Mert’in sesi.
“Eğer bunu dinliyorsanız… demek ki artık sustum.”
Sesi yorgundu, ama içinde hâlâ tanıdık bir sıcaklık taşıyordu.
“Bu hayatta en zor şey, söyleyemediklerimizin içinde yaşamakmış. Ve ben… sizi içimde susturarak yaşadım.”
Arven, başını yavaşça eğdi. Gözleri dolmuştu. O an, hiçbir kelime onun yerini tutamazdı.
“Zemheri’yi kaybettik sandık… ama ben hep kendimi kaybettim aslında. Onu duymazken, kendi sesimden de uzaklaştım.”
Leyla ellerini birbirine kenetledi. Mert’in sesi içlerine işliyordu. Öyle bir boşluk bırakıyordu ki kelimeler, sadece sessizlikle dolabiliyordu.
“Beni affedin demiyorum. Sadece bilin… ben sustum, çünkü söylemeye cesaretim yoktu.”
Lidya gözlerini kapadı. Mert’in sesi, içindeki bütün duvarları yıkmıştı.
“Eğer bir gün bu cihaz çalışırsa, bilin ki o gün… ben gerçekten gitmişimdir. Ama sesim kaldı. Çünkü bazen bir insan sadece kelimeleriyle yaşar. Ve ben, artık sesimde kalmak istiyorum.”
Cihazdan son bir nefes gibi bir tıslama duyuldu. Ardından sessizlik… ama bu defa farklı bir sessizlikti.
Lidya, başını kaldırdı. Gözleri dolu, ama kararlıydı.
“Biz, onun sustuğu yerden devam edeceğiz,” dedi. “Çünkü bu ses… bir veda değil. Bir çağrı.”
Kimse konuşmadı.
Ses durmuştu, ama içlerinde hâlâ yankılanıyordu. O cümleler… içlerinden geçerken hiçbirini aynı bırakmadı. Her biri bir yerinden eksilmişti sanki. Eksildikçe ağırlaştılar. Ağırlaştıkça sustular.
Arven, kayıt cihazına baktı. O küçücük kutunun içinden çıkan ses, onlara yıllardır söyleyemediklerini haykırmıştı.
“Mert…” dedi kısık bir sesle, “Sen bunu yalnızken kaydettin. Ve şimdi… biz yalnızız.”
Leyla başını çevirdi. Gözleri duvara takıldı. Boş bir noktaya. Belki Mert’in sesinin çarpıp geri döndüğü yere. Belki de yıllarca bakmadıkları bir gerçeğe.
“Biz hâlâ buradayız,” dedi. “Ama artık hiçbirimiz aynı değiliz. O sesi duyduktan sonra, hiçbir şey aynı kalamaz.”
Lidya, cihazı eline aldı. Parmakları titriyordu. Cihaz değil, sanki Mert’in parmaklarına dokunuyordu. Zamanla taşlaşmış bir vedaya, zamansız bir el uzatış gibiydi.
“Mert’in sesi bizi terk etmedi,” dedi. “Ama onun yokluğu... bir gölge gibi kaldı üzerimizde. Ve biz, o gölgeyle yaşamayı öğrenmek zorundayız.”
Veyran arkasını döndü. Gözlerini saklamak ister gibiydi ama sesi buna engel oldu.
“Söyleyemediği ne çok şey varmış... Ve biz, hepsini zamanında duyabilecek kadar cesur değildik.”
Arven, yerinden kalktı. Masaya yürüdü. Cihazın yanına bir kâğıt bıraktı. Üzerine tek bir cümle yazdı:
"Bazı sesler, sustuktan sonra bile içimizde çınlamaya devam eder."
Lidya yazıya baktı. Sonra başını kaldırıp onlara döndü.
“Biz şimdi o sesi taşımak zorundayız. Sessizce değil… anlatmaya devam ederek. Çünkü sustuğu yerden devam etmek, onu yarım bırakmamak demek.”
O an odada hiçbir duvar kalmadı. Ne bedenlerinin çevresinde ne de kalplerinin içinde.
Sadece bir ses… artık yok olan birinin ardında bıraktığı yankı değil, onlara emanet edilmiş bir vasiyetti.
Ve onlar… ilk kez bu kadar ağır bir emaneti ellerinde taşıyor gibiydi.
Lidya parmaklarını cihazın üzerine koydu. Sanki hâlâ sıcaktı. Sanki Mert’in sesi orada değil de, onun tam karşısında yankılanıyordu. Gözlerini kapattı. Gözlerinin ardında bir görüntü belirdi: Sessizce oturmuş, bir sandalye üzerinde kaybolmuş bir adam. Yalnız ama son kez konuşmaya kararlı bir adam.
“Bu bizimle kalacak,” dedi fısıltıyla. “O sustu, ama biz onun sessizliğini duymaya mecburuz artık.”
Veyran duvara yaslandı. Gözleri dolmuştu. Ama ağlamıyordu. Mert’in sesi, ona ağlamayı değil, hatırlamayı öğretmişti.
“İçimizde bıraktığı boşluk, onun varlığından daha büyük,” dedi. “Ama belki de bazı insanlar, giderken tamamlar bizi. Çünkü o boşlukta yankılanan her kelime, artık bizim kendi sesimiz olmalı.”
Arven, masadan cihazı aldı. Sanki taşımıyordu da, kalbini avuçlarında tutuyordu.
“Bu bir son değil,” dedi. “Mert’in söylediği her şey… bir başlangıcın kırık sesi. Biz şimdi o sesle yola devam edeceğiz.”
Leyla, pencereye yaklaştı. Dışarıda rüzgâr vardı. Dallar kıpırdıyordu, ama gökyüzü hareketsizdi.
“O gitti,” dedi. “Ama içimizde bir yere tutundu. Ve biz artık onun yerine de yaşayacağız. Onun affedemediklerini, onun susup geçtiği şeyleri… anlatacağız.”
Lidya gözlerini açtı. Cihazın tuşlarına uzandı. Ama bu kez çalmadı. Yalnızca avuçlarında tuttu.
“Bazı sesler… sadece birine ait değildir. Bazı sesler, herkesin içine gömülür. Ve biz o sesi taşırsak… belki bir gün, birileri daha geç kalmaz.”
Ve o an herkes sustu. Ama bu, kabullenmenin sessizliğiydi. Teslimiyetin değil, hatırlamanın. Kaybetmenin değil, hatırladıkça yaşatmanın sessizliği.
Bir sandalye boştu. Üzerine kimse oturmadı.
Çünkü bazı boşluklar dolmazdı.
Ve bazı sesler… sustuktan sonra bile hayat kurtarabilirdi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |