
Zaman bazen yürümeyi unutuyor. Bazı sabahlar, insanın içi uyanmıyor. Gözlerini açsa bile, hayata bakmayı beceremiyor. Lidya o sabah gözlerini açtığında ilk defa geçmişine değil, geleceğine dair bir boşlukla yüzleşti. O boşluk, artık Mert’in sesiyle dolmayacaktı. Artık hiçbir şey onun sesine ulaşamayacaktı. Ve hiçbir suskunluk, onun yokluğundan daha sessiz olmayacaktı.
Odanın köşesinde eski bir kutu… kapağı aralıktı. Tozlar bile dokunmaya çekinir gibiydi. Lidya, parmaklarını usulca uzattı. Kutunun içinden eski bir kitap çıktı, sayfaları sararmış, köşeleri yıpranmış. Kitabın arasında, buruşturulmuş bir kâğıt... gözleriyle değil, kalbiyle hissetti önce onu. Bir mektuptu bu. Zarfsız, tarihsiz, hitapsız... Sadece satır satır eksik bir vedaydı.
Eli titreyerek açtı kâğıdı. Yazı Mert’indi. Onun kararsız ama derin harfleri, yine kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. Okuyamadı. Yutkundu. Sonra yeniden denedi. Kalbi her satırda biraz daha ağırlaştı. Ve bir cümlede durdu; nefesi gibi eksik, kalbi gibi tamamlanmamıştı o cümle:
"Eğer bir gün gidersem, seni en çok sensizliğimde seveceğim."
O an, dünya sessizliğe gömüldü. Dışarıda bir kuş bile susmuş gibiydi. İçeride ise geçmişin bütün sesi yankılanıyordu. Lidya, mektubu göğsüne bastırdı. O satırlar, artık onun omzunda değil; kalbinin tam ortasında duruyordu.
Ve bazı insanlar vardır, giderken bile birini yanında götürür.
Mert, giderken Lidya’nın içinden bir parçasını da almıştı.
Bazı vedalar sessiz değildir. Bağırmaz insan… ama içinde bir şey kırılır. Öyle derinden, öyle sessizce ki, o kırılma sesi sadece sahibine yankılanır. Lidya o sabah bunu öğrendi. Mert gitmişti. Ama onun ardından gelen sessizlik, bir yokluk değil; bir doluluktu. Onca kelimenin, bakışın, suskunluğun arasında kalan her şey, şimdi tek bir histe toplanmıştı: eksiklik.
Mutfakta bir fincan... içinde soğumuş bir kahve. Sanki Mert az önce içmiş gibi. Sanki hâlâ odadaymış gibi. Her detay onun varlığını fısıldıyordu Lidya’ya. Saatin tik takları bile onun adını sayıklıyor gibiydi. Ama hiçbir ses onu geri getirmiyordu. Hiçbir dua, hiçbir gözyaşı zamanı geri saramıyordu.
Lidya pencerenin önüne yürüdü. Dışarıda rüzgâr vardı ama içindeki fırtına kadar değil. Bir martı geçti gökyüzünden; kanatları hür, bakışı özgür. “Keşke sen de böyle gidebilseydin” dedi içinden. “Keşke bu kadar acı bırakmadan.”
Kitabın arasına koyduğu mektubu yeniden açmadı. Bazı kelimeler bir kere okunur çünkü… Sonra ya içimizde kalır ya da bizi içimizde bırakır. Lidya, mektubun ona bıraktığı boşluğu değil, o boşluğun içindeki yankıyı taşıyordu artık. Mert’in son cümlesi, onun yeni sessizliği olmuştu.
Ve bir an durdu…
Evin içinde bir anı canlandı. Kahkahaları, tartışmaları, bir defa daha sevdiği gözleri hatırladı. Bir ömrün içine sığmayacak kadar çok şeyi yaşadıklarını fark etti.
Ama bazı hayatlar, bazı aşklar… hep yarım kalırdı.
Lidya'nın elleri titriyordu. Ne zaman bir eşyaya uzansa, o anıya da dokunuyordu. Mert’in gömleği hâlâ sandalyenin arkasındaydı. Üzerinde onun kokusu… Yalnızca bir parfüm değil, ona ait her şeyin özü saklıydı o kumaşta. Parmağını yakasına götürdü, sonra çekildi. Dokunmak, unutmayı zorlaştırıyordu.
Duvarlardaki fotoğraflara baktı. Gülümseyen yüzler, göz göze bakışlar… O karelerde hâlâ hayattaydı Mert. Hâlâ bir şey anlatıyordu. Ama şimdi o bakışlar boşluğa bakıyor gibiydi. Ve Lidya, o boşlukta kendini kaybolmuş hissetti. Sanki bütün geçmişi, o karelerin içine sıkışıp kalmıştı. Geleceği ise... tamamen silinmişti.
Bir sandalyeye oturdu. Başını ellerinin arasına aldı. Sessizlik büyüdü. İçinde konuşamayan binlerce kelime vardı. Mert’e söyleyemediği, anlatamadığı her şey… Kalbine biriktirdikleri şimdi bir çığlığa dönüşmeye hazırdı. Ama yine susuyordu. Çünkü bazı acılar konuşmakla hafiflemiyordu. Aksine, dillendikçe daha da derine batıyordu.
Ve sonra...
İçindeki en derin yerden bir cümle yükseldi:
"Ben sensiz ne yapacağımı bilmiyorum."
İtiraf gibi, dua gibi…
Kaybolmuş bir çocuğun annesini ararken fısıldadığı bir kelime gibiydi. O cümlede hem geçmişin yasını tuttu hem de geleceğin çaresizliğini. Mert artık yoktu. Ama acısı, hayatın tam ortasındaydı.
Kapının ardında kalan sessizlik, Lidya'nın içinde büyüyen bir çığlığa dönmüştü. Oysa dışarıdan bakan biri, onun sadece biraz yorgun olduğunu sanırdı. İnsan, en çok içinden parçalanırken susmayı öğreniyordu. Ve Lidya, bu suskunlukta her geçen saniye biraz daha eksiliyordu.
O sabah Mert’in telefonunu eline aldı. Ekranı hâlâ parlıyordu, ama numaralar, mesajlar… artık bir anlam taşımıyordu. Bir sesli mesaj vardı. Tarihi, Mert’in gidişinden sadece bir gün öncesine aitti. Parmakları ekranda tereddütle gezindi. Dokunsa ne değişecekti ki? Ama insan bazen, duymak istemediği şeylere bile ihtiyaç duyardı. Yalnızca sesini bir kez daha duymak… Belki de hayatta kalabilmek için tek gerekçeydi.
Tuşa bastı.
Mert’in sesi yankılandı odada.
“Eğer bu kaydı dinliyorsan, demek ki bazı yollar yarım kalmış. Bazı vedalar tamamlanmamış... Lidya, sana her şey için teşekkür edememiş olabilirim. Ama bil ki, kalbimde senden başka hiçbir şey yoktu. Gitmek istemedim. Ama bazen, kalmak... daha çok yıkıyor insanı. Ve ben seni bir enkaza çevirmemek için sustum. Belki de en çok bu yüzden sevdim seni; özgür ol diye, nefes al diye.”
Ses sustu.
Ama kelimeler hâlâ havadaydı.
Lidya elindeki telefonu yavaşça masaya bıraktı. O an hiçbir şey söyleyemedi. Gözleri dolmuştu ama ağlayamıyordu. Çünkü bazı acılar, gözyaşına bile sığmazdı. Ve o an, onun için sadece bir kayıt değil… bir vasiyetti. İçinde kalan her şeyi, Lidya’nın kalbine mühürlemişti Mert. Sonsuz bir sessizlikle.
Lidya uzun süre kıpırdamadı. O sessizliğin içinde, sanki Mert’in sesini yeniden duymayı bekliyordu. Ama cihaz sustuğunda dünya da sustu. O an, geçmişle gelecek arasındaki çizgi yok oldu. Her şey olduğu yerde dondu. Bir insanı kaybetmek bazen ölümle olmuyordu; bazen sadece bir kelime yetiyordu… ya da bir sessizlik.
Kalktı. Pencereye yürüdü. Gri gökyüzü kararmaya durmuştu. Yağmur ince ince başlıyordu. Bu şehir hep aynıydı; insanlar değişiyordu, ama sokakların hüznü sabitti. Camın ardından dışarıya baktı. Kalabalığın içinde herkes bir yerlere yetişirken o, kendi içinde kaybolmuştu. Belki de en zoru buydu: Herkes yaşarken, senin içten içe ölmen.
Bir mektup açtı sonra. Mert’in el yazısıyla yazılmıştı. Sayfalar eskimişti ama kelimeler hâlâ sıcaktı.
"Sen bu satırları okurken belki de ben yokum. Ama bil ki, seni düşündüğüm her an bir ömre bedeldi."
Lidya o cümlede kaldı.
Her kelime, kalbine saplanan bir bıçak gibiydi.
Ve bazen en keskin acı, en çok sevdiğin sesin yokluğunda yankılanırdı.
Lidya'nın parmakları, mektubun kenarında titriyordu. Harflerin arasına sinmiş hatıralar, birdenbire gözlerinin önüne dökülmeye başladı. Mert’in kahkahası, sessizliğin içinde çınladı sanki. Gözlerini kapattı. Birlikte yürüdükleri o taşlı sokak… deniz kenarındaki bank… gecenin en derin saatinde konuşmadan anlaştıkları o anlar… Hepsi birer film şeridi gibi geçti zihninden. Ama bu filmin sonunda hep aynı cümle vardı: “Artık yok.”
Defterin arasından küçük bir fotoğraf düştü yere. İkisi gülümsüyordu. Ama o gülüşün ardındaki yalnızlığı şimdi daha net görüyordu Lidya. İnsan bazen en parlak anlarında bile içten içe çürüyebiliyordu.
Bir kalem aldı. Mert’in bıraktığı sayfanın arkasına yavaşça yazdı:
"Beni en çok sen yaşattın… ama en çok sen öldürdün de."
Yazıyı bitirdiğinde titriyordu.
Yalnızlık artık bir hissiyat değil, bedenine yapışmış bir ağırlıktı.
Ve o ağırlıkla yaşamak, nefes almak değil… sadece hayatta kalmaktı.
Lidya, mektubu katladı. Cihazı, defteri, odayı… her şeyi olduğu gibi bıraktı. Sanki her eşya Mert’in son dokunuşunu taşıyordu ve onları bozmak, o izleri silmek gibi geliyordu.
Kapıyı kapattığında içinden bir şey koptu. Gözleri doldu ama ağlamadı. Gözyaşı bazen az gelir, bazı acılar sığmaz hiçbir damlaya.
Merdivenleri ağır ağır indi. Sokağa çıktığında yağmur daha da hızlanmıştı. Islanmak umrunda bile değildi. Belki de bu yağmur, içine bastırdığı fırtınayı dışa vuran tek şeydi.
Yavaşça yürümeye başladı. Adımlarının sesi bile eksikti artık. Arka sokaklardan birinde, Mert’le ilk kez göz göze geldikleri köşeye geldi. Durdu. Elleri cebindeydi, başı öne eğikti.
“Sen gittikten sonra hiçbir sokak tamamlanmadı,” dedi içinden. “Hiçbir yol, sana çıkmadı…”
Kafasını kaldırdığında bir duvarın köşesine yazılmış bir cümle gördü. Belki bir yabancı yazmıştı, belki yıllar önce… ama kalbine öyle tanıdık değmişti ki:
"Biten hiçbir şey, gerçekten bitmez. Sadece şekil değiştirir."
Ve Lidya orada, o yazının önünde usulca gözlerini kapadı.
İçinden geçen son cümleydi bu belki de:
“Sen hâlâ benim en yaralı yerimde yaşıyorsun Mert… Ve ben, oraya dokunmadan yaşamayı öğreniyorum
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |