
Lidya o gece, kimsenin bilmediği bir şeyle savaşıyordu, dışarıdan bakıldığında sadece susuyor gibi görünse de içindeki gürültü, beton bir duvar gibi çökmüştü üzerine, çünkü bazı acılar bağırmazdı, sadece gözlerini dikerdi insanın içine, Mert bunu fark etmişti, sessizliğin içindeki çığlıkları öğrenmişti artık, o yüzden konuşmadı, sadece yanında yürüdü, okulun arka bahçesinde yerden soğuk yükseliyordu, gecenin her saniyesi, Lidya’nın içine sızan eski bir anı gibi derinleşiyor, uzuyordu, ay ışığı ağaçların arasından titreyerek düşüyor, ama Lidya’nın göğsündeki sıkışmayı aydınlatacak bir ışık yoktu, Mert omuz hizasında durdu, gözleri onun yüzüne değil, yere düşen gölgesine takılıydı, sanki gölgeler insanın gerçek tarafını saklıyordu, Lidya gözlerini kaçırmadan konuştu, “Ben bazen sevilmekten korkuyorum,” dedi, “Çünkü birileri beni severse, gitmeleri daha da acıtıyor,” Mert başını çevirmedi ama yüzünde bir titreme belirdi, çünkü bu cümle onun da içinde yıllardır kıpırdamadan duran gerçeğe dokunmuştu, “Peki ya gitmezlerse?” dedi, “Ya biri kalırsa, senden kaçmadan, eksiklerini alıp gitmeden?”, Lidya başını kaldırdı, gözlerinde dalgın bir ışıltı vardı, “Kalmaya çalışan herkesin bir bahanesi oldu şimdiye kadar,” dedi, “Beni sevmek değil mesele, yanımda kalmaya dayanmak zor,” Mert ilk kez onun gözlerinin içine uzun uzun baktı, ne bir adım ileri attı ne geri çekildi, sadece oradaydı, sabit ve sessiz, ama varlığıyla konuşan bir gölge gibi, sonra cebinden kolyesini çıkardı, Lidya’ya uzattı, “Bu bana onu hatırlatıyor,” dedi, “O da senin gibi konuşmazdı, ama gözlerinde hep bir vedanın gölgesi vardı,” Lidya kolyeye baktı, sanki o küçük metal parçası, eski bir hatıranın mezar taşıydı, dokunduğunda parmakları titredi, “Lidya,” dedi Mert, “Beni sevmek zorunda değilsin, bana inanmak zorunda da değilsin, ama burada, şu anda... benimle kal,” o cümle Lidya’nın yıllardır duyamadığı bir şefkatti, bir vaat değil, bir kabul, Mert ona tamamlanmayı değil, eksikliğiyle var olmayı öneriyordu, Lidya gözlerini kapattı, bir damla yaş yanaklarına doğru yavaşça indi ama kimseye göstermedi, çünkü bazı gözyaşları başkası için değil, sadece kalbin içindeki bir yükü taşımak içindi, Mert eliyle saçının arkasına uzandı, hiçbir şey söylemedi, sadece temas etti, o kadar, bazen bir dokunuş bin cümleye bedeldi, çünkü insanlar kelimelere değil, sessizliğe sığınmak isterdi, ve o gece, Lidya ilk defa gitmek istemedi, ilk defa biriyle kalmak, birinin içinde dinlenmek istedi, ama bu huzur uzun sürmedi, çünkü telefon titredi cebinde, Şeyda'nın ismi ekranda parladı ve sonra o ses: “Berk kayboldu,” Lidya gözlerini açtı, Mert’in göz bebeklerinde bir şey kırıldı, çünkü artık bu sadece bir arayış değil, bir savaşın başlangıcıydı, bu liste onları ayırmadan önce, bir şeyin onları birbirine bağlaması gerekiyordu ve belki de bu bağ, sevgi değil, aynı korkuda el ele tutunmaktı. Lidya o an telefondan gelen sesi duyduğunda sanki dünya birkaç saniyeliğine döndü ama durdu, zamanın içinden bir bıçak geçmiş gibi her şey kesildi, Mert telefona cevap veremedi, sadece ekrana baktı, Şeyda’nın sesi çok uzaktan geliyordu ama söyledikleri çok yakındı, “Berk kayıp…” dedi tekrar, sessizce, sanki kelimeyi fazla yüksek söylerse gerçek olacağını sanıyormuş gibi, Lidya ayağa kalktı ama dizleri titredi, çünkü daha yeni kendini birine bırakmanın sınırına varmışken şimdi bir başkasını kaybetmenin eşiğine itilmişti, Mert başını kaldırdı, “Nasıl yani? Nerede?” diye sordu, sesi kesik kesikti, ama içinde hem öfke hem korku vardı, Şeyda’nın sesi donuk geldi: “Okulun eski kayıt odasına girmiş… sonra yok, kameralar orada çalışmıyor, güvenlik bilmiyor, kimse bilmiyor…” Lidya’nın içinden bir şey koptu, sanki içeride eski bir cam çatlamış gibi, ne olduğunu bilmiyordu ama hissediyordu, o odada bir şey vardı, sadece insanlar değil, hatıralar kayboluyordu orada, o sırada Mert bir adım attı, Lidya’ya baktı, “Gidiyoruz,” dedi, sesinde emir değil, korkuyla karışmış bir kararlılık vardı, Lidya başını salladı ama ayakta durmakta zorlanıyordu, içinden geçen şey sadece korku değildi artık, bu işin içinde bir sistem, bir düzen, hatta bir irade vardı, birisi ya da bir şey, onları tek tek seçiyor, geçmişleriyle yüzleşmeye zorluyordu, Mert kolyesini tekrar cebine koydu, gözleri karanlığa çevrildi, “Bizi izliyorlar,” dedi, Lidya irkildi, “Kim?” dediğinde sesinde ne alay vardı ne umut, sadece çıplak bir korku, Mert bir an sustu, sonra gözleri uzak bir noktaya daldı, “Bilmiyorum… ama bu sadece tesadüf değil… bu liste sadece kurbanları değil, tanıkları da topluyor,” o an her şey sessizleşti, rüzgâr yoktu, kuş sesi yoktu, hatta uzaktan gelen sokak lambasının titrek ışığı bile sanki sönecek gibi zayıflamıştı, Lidya içinden geçen o tuhaf titreşimi bastırmaya çalıştı ama olmadı, Berk’in adı bir çentik gibi düştü içine, o da listedeydi, belki de hep oradaydı, sadece zamanı gelmişti, Mert kolundan tuttu Lidya’yı, “Eğer bu gerçekten bir oyun değilse… kurallarını öğrenmeden oynamamamız gerekiyor,” dedi, Lidya derin bir nefes aldı, “Bence kurallar bile yok… sadece cezalar var,” o cümle Mert’i ürpertti ama inkâr edemedi, çünkü içten içe o da aynı şeyi hissediyordu, karanlık artık peşlerinden gelmiyordu, içlerinde büyüyordu, ve bu kez sadece birini değil, hepsini alacaktı, eğer önüne geçilmezse, ve Lidya o an anladı ki sevgi bazen bir sığınak değil, bir hedef olabiliyordu, çünkü birini seversen, onu da kaybetmek zorunda kalırsın, bu yüzden korktu, hem Berk için hem Mert için hem de kendisi için, çünkü hiçbir şey artık sadece kendileriyle ilgili değildi, hepsi bir şeye bağlıydı, o listeye, o isimsiz gölgeye, geçmişin günahlarına ve geleceğin sessiz cezalarına. Bazen birinin yokluğu, varlığından daha yüksek sesle konuşur, Berk kayıptı ama sanki her yerdeydi, duvarların dokusunda, koridorların gölgesinde, söyledikleri kadar söylemedikleri de yankılanıyordu zihinde, Mert ve Lidya okula vardıklarında bahçe yine sessizdi ama bu sessizlik artık koruyucu değil tehditkârdı, çünkü sessizlik bazen çığlıkların kamuflajıdır, Şeyda onları girişte bekliyordu, gözleri uykusuzluktan kızarmış, elleri cebinde ama parmakları titriyordu, “Hiçbir şey yok…” dedi, “Ne iz ne ses… sadece bu,” uzattığı not, bir kağıt parçasından fazlasıydı, kağıt yıpranmıştı ama üzerindeki cümle taze bir bıçak gibiydi: “Listede kalanlar, zamanı geldiğinde susar.”, Lidya bu cümleyi okuduğunda içi çekildi, çünkü bazı cümleler okunduktan sonra değil, anlaşıldıktan sonra acıtırdı, Mert notu aldı, cebine koymadı, çünkü bazı sözler taşınmazdı, sadece hatırlanırdı, sonra birlikte kayıt odasına yöneldiler, basamakları inerken her adım ağırlaşıyordu, çünkü bazı kapılar açılmak için değil, geçmişi içeride tutmak için kapanır, kapı eskiydi, Mert kolunu uzatıp ittiğinde gıcırdayarak açıldı, içeride hava bayattı, nefes almak demek, çürümüş anılara akciğerini açmak gibiydi, Lidya içeri girdiğinde ilk fark ettiği şey toz değildi, ışığın yokluğuydu, bu odada gün hiç doğmamış gibiydi, dosyalar dağınıktı, bazıları açılmış, bazıları yerlere saçılmıştı ama en köşedeki çekmece dikkatini çekti, küçük, metal ve kilitliydi, Mert eğilip yokladı, “Kilit kırılmış,” dedi, Lidya yavaşça kapağını kaldırdı ve içinden çıkan şeyi görünce bir an nefesi kesildi: bir fotoğraf, çok eski, ama üzerindeki yüzler tanıdıktı, kendisi… Mert… Berk… ama bir de diğerleri, henüz hikâyeye dahil edilmemiş yüzler, unutulmuş isimler, ya da hiç anılmamış kurbanlar, Şeyda yaklaştı, “Bu ne zaman çekilmiş olabilir?” dedi fısıltıyla ama içten içe cevabı biliyorlardı, bazı sorular sadece çaresizliği duymak için sorulurdu, çünkü cevaplar zaten biliniyordu, Mert başını iki yana salladı, “Bu… bu biz daha çocukken çekilmiş olmalı, ama ben böyle bir anı hatırlamıyorum,” dedi, Lidya gözlerini kısmıştı, “Çünkü bu bir anı değil, bir kayıt,” dedi yavaşça, “Bu bizim geçmişimizden değil, geçmişimizin kayıtlarından biri… biz sadece yaşamadık, izlendik de,” o an odadaki hava ağırlaştı, sanki her cümle arkasında başka bir gerçeği sürüklüyordu, Şeyda bir şey söylemeye çalıştı ama sesi boğazında düğümlendi, Mert duvara yaslandı, “Liste… belki de isim değil, iz peşindeydi,” dedi, Lidya başını eğdi, içinden geçen düşünceyi kimseye söyleyemedi çünkü bazı gerçekler dile gelince daha öldürücü olurdu, ama aklında bir cümle dönüp duruyordu: “Bizi unuttular sanmıştık. Ama biz hiç silinmemişiz ki.” Mert duvara yaslanmışken yüzü soluktu, ama ifadesi daha çok yıllardır bastırdığı bir gerçeği yutmakla alakalıydı, Lidya'nın elinde tuttuğu eski fotoğraf hâlâ parmaklarının arasında titriyordu çünkü bir resim bazen bir geçmişten fazlasını hatırlatır, bir kimliği, bir sırrı, hatta bir kehaneti bile taşıyabilir, o karedeki yüzler onlara yabancı değildi ama zamanın içine gömülmüş bir şey gibiydi, neredeyse bilinçli şekilde unutulmuş bir an, Lidya'nın içindeki o sızı dalga dalga yayılırken birden ses geldi, kapı, yavaşça ama kendiliğinden kapanmaya başladı, rüzgâr değildi bu, çünkü odada hava bile yoktu, Şeyda anında döndü ama kolu hareket etmedi, sanki kasları donmuştu, Mert hızla kapıya yöneldi, ancak birkaç santim kala kapı hızla kapandı ve karanlık onları tekrar yuttu, Lidya geriye çekildi, nefesleri hızlandı, bir şey vardı odada, sadece toz değildi bu, bir varlık, görünmeyen ama hissedilen, o kadar gerçek ki tüyler diken diken olmuştu, Mert elini duvara uzattı, ışık düğmesi çalışmıyordu, telefonlarını açtılar, ama o an ışık bile bir güven vermiyordu, çünkü bazı karanlıklar sadece gözle değil ruhla hissedilir, Lidya fotoğrafı hâlâ elinde tutuyordu, arkasını çevirdiğinde parmakları titredi, çünkü arkaya silik bir kalemle yazılmıştı: “Unutanlar, hatırlamaya zorlanır.”, Mert bu cümleyi görünce içinden geçen şeyi bastıramadı, çünkü anladı ki bu artık sadece bir liste değil, bu bir plan, bir geri dönüş, bir hatırlatma, kim olduğunu, neyi unuttuğunu, kimi korumaya çalıştığını, Şeyda bir köşeye çekilmiş dizlerini karnına çekmişti, fısıldadı, “Ben o yüzleri biliyorum… ama ne zaman gördüm hatırlamıyorum,” Lidya başını yavaşça çevirdi, “Çünkü onları bir kere değil… her gece rüyamda gördüm,” dedi, ve o an Mert’in yüzü değişti, çünkü o da aynı rüyayı yıllardır görüyordu ama hiç kimseye anlatmamıştı, okulun arka bahçesinde bir bina, pencere arkasında bir kız çocuğu, sessiz ama gözleriyle yardım isteyen biri… ve her seferinde kapıdan içeri adım atamadan uyanmak, Mert nefes aldı, o an aklına kazınan görüntü netleşti: pencere arkasındaki o kız Lidya’ydı, Lidya ise fısıldadı, “Belki de listeyi hazırlayan biziz… sadece farkında değiliz,” bu cümle Mert’i derinden sarstı çünkü geçmişiyle bağ kuramayan birinin geleceği olmazdı ve şimdi onların geçmişi bir başkasının kontrolündeydi, Şeyda duvara başını yasladı, "Eğer bu bir ceza ise… neyin bedelini ödüyoruz?" dediğinde, içerideki sessizlik kısa bir an için her şeyi durdurdu, Lidya gözlerini kapattı, çünkü cevabı biliyordu, sadece söyleyemiyordu: “Gerçeği.” Kapalı odanın içinde zaman sanki durmuyor, eziliyordu, nefes almak zorlaşmıştı ama kimse konuşmaya cesaret edemiyordu, çünkü her kelime içlerindeki gerçeği ortaya çıkaracak bir kurşundu sanki, Lidya, elindeki fotoğrafı sıkıca tutmaya devam etti, artık parmak izleri iz bırakmıştı üzerinde ama onun önemi fotoğrafın kendisinde değil, taşıdığı gizli soruda saklıydı: “Biz o gün oradaydık da neden hatırlamıyoruz?”, Mert duvar boyunca yürüyüp yere çömeldi, başını ellerinin arasına aldı, “Ben bir gece... sekiz yaşımdayken… penceremin önünde bir gölge görmüştüm,” dedi, sesi çatlamıştı, “Beni izliyordu, konuşmadı, kıpırdamadı, sadece baktı… sabaha kadar uyuyamadım, anneme söylediğimde ateşim var sanıp bana ilaç verdiler,” Lidya gözlerini Mert’ten ayırmadı çünkü o gölge, onun da hayatına sızmıştı bir zamanlar, kimsenin inanmadığı o hayal, şimdi Mert’in sesiyle ete kemiğe bürünüyordu, Şeyda dizlerinin üzerinde hafifçe öne eğildi, “Benim de oldu öyle bir şey… ama ben… ben onu takip ettim…” cümlesi yarıda kaldı, sanki kelimenin devamı bir sırrın tetikleyicisi gibiydi, Mert başını kaldırdı, “Ne demek takip ettin?”, Şeyda gözlerini kısıp boşluğa bakar gibi yaptı, “Okuldaydım… geç bir vakitte… o gölgeyi tekrar gördüm… koridorda yürüyordu, sessizdi ama ayak sesleri vardı, gerçek gibiydi, ben de arkasından gittim… sonra merdivenlerden indi… ama bir anda yok oldu… ve ben bir duvara yazılmış tek bir kelime buldum: ‘Unutma’,” Lidya titredi, içindeki boğuk hissin sebebi sadece korku değil, geçmişin kapısını zorlayan hatırlamalardı, Mert ayağa kalktı, gözleri netleşmişti, sanki zihninde eksik bir parça yerine oturmuş gibiydi, “Belki biz hiçbir zaman yalnız değildik… sadece yalnız sanıldık,” dedi yavaşça, “Ve şimdi… bu liste… bizi tekrar hatırlatmak için yazılıyor,” Lidya ona döndü, “Ama kim hatırlamak istiyor bizi?” diye sordu, sesinde hem merak hem öfke vardı, Şeyda gözlerini kıstı, “Belki de biz kendimizi unutmuştuk,” o cümle Mert’i sarstı çünkü bazı gerçekler fısıldandığında daha derin iz bırakırdı, Lidya odanın köşesine yöneldi, yerde bir defter parçası vardı, sayfası yırtılmış, köşesi yanık, ama üzerine sadece bir cümle yazılmıştı: “Görülmeyenler, görülmek istediklerinde tehlikeli olur.”, o cümle bir kehanet değil, bir uyarıydı, çünkü artık anlıyorlardı, bu hikâyede sadece onlar kayıp değildi, geçmişin tamamı karanlığa gömülmüştü, ve her yeni adım, gölgelerden bir yüz daha çıkarıyordu, Lidya derin bir nefes aldı, defteri göğsüne bastırdı, gözleri doldu ama ağlamadı çünkü bazı gözyaşları içeride akar, dışarı çıkmaz, Mert sessizce yana yaklaştı, “Artık dönmek yok değil mi?”, dedi, Lidya sadece başını salladı, evet… dönmek yoktu çünkü gerçek bir kere uyandığında geri uyuyamazdı, ve şimdi sıradaki adım belki de onları tamamen geri dönüşsüz kılacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |