7. Bölüm

7. Bölüm – Sessizlikten Kazınanlar

Hamza
sonsuzgece23

O gece, hiçbir sokak lambası yeterince aydınlatmadı yollarını. Çünkü bazı karanlıklar dışarıdan değil, içeriden gelirdi. Veyran yürüyordu ama ayakları değil, içinde yıllardır susturulan çocuğun çığlığı ilerliyordu. Her adımı bir anıya çarpıyor, her nefesi geçmişin paslı kapılarını aralıyordu. Sanki gökyüzü bile kaçmıştı üstlerinden, çünkü bu hikâyede artık tanık olmak bile ağırdı. Mert sessizdi. Yanındaydı ama sanki başka bir zamana sarkmış gibiydi, elindeki kolyeyi avuçlarının arasında sıkarken bile gözleri bir noktaya değil, Lidya’ya saplanmıştı. O yoktu, ama yokluğu susarak haykırıyordu her şeyde. Veyran, rüzgârın bile yüzünü okşamadığı o gecede, kendi nefesinden bile irkiliyordu. Çünkü içeride gördüğü şey bir varlık değil, bir geçmişti. O dokunuşun bedeninde değil, zihninde açtığı yarayla mücadele ediyordu. Bir elin soğukluğu değil mesele; o elin hatırlattığı korumasızlık, o çocukluğun sığınamayan hâliydi mesele. Bir zamanlar annesinin kapısını tıklatamayan çocuktu hâlâ içinde, o yüzden şimdi kimseye seslenemiyordu. Mert bir şeyler söylemek istedi, dudağı kıpırdadı ama sesi çıkmadı. Çünkü bazen en çok sessiz kalanlar en derin acıyı taşır. Veyran gözlerini kapattı. Annenin eksikliğini, arkadaşların yokluğunu, adının bile unutulmuş olmasını taşıyordu omuzlarında. Ve o an, içinde bir şey yıkıldı ama kimse duymadı. Çünkü bu dünya, yalnız yıkılanların sesini duymaz.

Veyran’ın sessizliği, sıradan bir suskunluk değildi. Bu, içinde yıllardır biriken kelimelerin kendine bile yabancılaştığı bir çöküştü. Sanki diline gelen her cümle geçmişin bir parçasını hatırlatıyor, boğazına düğümleniyordu. Mert onun yanına yürüdü ama adımlarında ağırlık vardı; yalnızca bedeninin değil, taşıdığı suçlulukların da. Çünkü Lidya yalnız değildi kaybolurken, onu arkada bırakan herkes kadar Mert de bu hikâyenin içinde kirliydi. Ve bazı suskunluklar vardır, içine insanı çeker de oradan çıkamazsın. Şimdi ikisi de oradaydılar, duygularının tutsağı, pişmanlıklarının zemininde yürüyen iki yarım insan. Veyran, hafifçe başını çevirip Mert’e baktı. Ama bakış değildi bu, bir sorguydu. “Sen ne kadarını biliyorsun?” demedi ama gözleriyle sordu. Mert o sorunun cevabını çok önce kaybetmişti. Çünkü bazı şeyler sadece yaşanırken değil, unutulurken de kanatır insanı. Kolyesini cebine koyduğunda elinde hafifleyen şey maddeydi, ama içinde daha ağır bir yük büyüyordu. Lidya kaybolmamıştı, Lidya susturulmuştu. Ve bu susturuluş, sadece bir kaybolma değil, geçmişin hesaplaşmasıydı. Veyran bunu biliyordu. Çünkü o dokunuşu tanımıştı; o dokunuş yalnızca bir varlığa ait değildi, bir anıya, bir hayalete, bir travmaya aitti. O binanın duvarlarında hâlâ yaşayan bir şey vardı. Belki bir sır, belki bir lanet. Ama şimdi en net olan tek şey, bu hikâyenin artık geri dönüşü olmadığıydı. Gözlerinin ucundan inmek isteyen yaşları tuttu, çünkü Mert’in gözleri hâlâ ona bakıyordu. Güçlü görünmek bir zırh değil, bir zorunluluktu bu dünyada. Ve kimse, bir çocuğun karanlıkta annesine sarılamadığı o geceyi Veyran kadar hatırlayamazdı.

Sessizlik öyle bir şeydi ki, bazen bir haykırıştan daha gürültülüydü. Veyran bunu çok iyi biliyordu. Sustukça içindeki duvarlar çatlıyor, kelimeler yerine sığamadıkları duygularla gözlerinin içinde dönüp duruyordu. Mert, onun bu halini anlayabiliyordu ama dokunamıyordu; çünkü bazı acılara dokunmak, onları iyileştirmezdi — sadece daha da büyütürdü. O an, o terkedilmiş sokakta, zaman durmuş gibiydi. Rüzgâr esmiyor, kuşlar susuyor, hayat sadece onların içinde akıyordu. Bir şey kırılmıştı. Ne olduğunu söylemek zordu ama o kırılma hissi, her ikisinin de içine sızmıştı. Veyran başını eğdi. Asfaltın üstünde gölgesini değil, geçmişini görüyordu. Küçük bir çocuk, ellerini kulağına kapatmış, karanlıktan kaçarken ağzını da kapatıyordu — çünkü bu dünyada sesini duyan kimse olmamıştı. O çocuk büyüdü, bir adam oldu ama hâlâ o geceden çıkamamıştı. Mert, cebinden küçük bir kâğıt parçası çıkardı, Lidya’nın el yazısıyla yazılmıştı. "Eğer bir gün göremezseniz beni, bilin ki ben hâlâ buradayım. Sadece başka bir biçimde." O cümle, Veyran’ın içine kılıç gibi saplandı. Bu bir veda değildi; bu bir işaret, bir çığlıktı. Sessizce atılmış bir yardım çağrısı. Ve şimdi her şey bu cümlenin etrafında dönmeye başlıyordu. Belki de Lidya kaybolmamıştı. Belki de görünmek istememişti. Ama neden? Neden böyle bir listeye dâhil olmuştu? Kim yazmıştı bu isimleri? Ve neden sırayla eksiliyordu herkes? Veyran başını kaldırdı. Gözleri doluydu ama yine de bakıyordu. Çünkü bazen acıya bakmak, ondan kaçmaktan daha insaniydi. Mert ona döndü, “Ne yapacağız şimdi?” dedi sessizce. Cevap gelmedi. Çünkü bazen yapılacak şey yoktur. Sadece yürünmesi gereken bir yol vardır. Ve o yol, bazen hiçbir yere çıkmaz, ama yine de gitmek zorundasındır.

Veyran usulca yürümeye devam etti, adımları sanki birer mezar taşı gibi ağırdı, her biri birini geride bırakıyor ama hiçbirini unutmuyordu, çünkü geçmiş; taşınmaz sanılan bir yük değil, her nefeste içe çekilen görünmez bir dumandı, seni içten içe boğan ama kimsenin fark etmediği bir karanlıktı, Mert onun arkasından geliyordu ama aradaki mesafe sadece fiziksel değildi, ikisini ayıran şey suskunluk değildi, cesaretsizlikti, çünkü bazen insan sevdiği birinin acısına yaklaşamaz, sadece izler, dokunursa dağılır sanır, oysa Veyran’ın içindeki çoktan dağılmıştı, Lidya’nın adı geçtiğinde gözlerinde oluşan o bulanıklık yalnızlıktan değildi, içinden sökülen bir parçanın iziydi, çünkü bu hikâyede kimse bir başkasının sadece arkadaşı ya da geçmişi değildi, hepsi birbirine tutunmuş, çürük dalların üstünde yaşayan yaralı ruhlardı, kolyeyi tutan Mert’in parmakları titriyordu, ama bu sadece korkudan değildi, suçluydu o da, çünkü bir sırrı saklamakla onu işlemek bazen aynı ağırlığı taşıyordu, “Bu listeyi biri yazdıysa, bizi neden seçtiğini biliyor,” dedi Veyran, sesi neredeyse rüzgârla karışacak kadar alçaktı ama kelimeler ağırdı, çünkü bu cümle bir gerçekliği kabul etmekti: birilerinin gözünde onlar çoktan kurban seçilmişti, Mert ona yetişip yanına geldiğinde bir evin önünde durmuşlardı, rüzgâr bu kez biraz daha sert esmiş, kapının önündeki paspası kaldırıp altına sıkıştırılmış bir kağıt parçasını açığa çıkarmıştı, Veyran eğilip aldı, sadece üç kelime yazıyordu: “Hâlâ izliyorum sizi.” O anda zamanın nabzı durdu, çünkü bazen kelimelerden daha soğuk olan şey; onları yazanın gölgede bekliyor olmasıydı, Mert kağıda bakarken nefesini tuttu, o ev Lidya’nın eski evi değildi, ama onun çocukken gittiği psikologun kliniğiydi, yani biri onların geçmişini sadece izlemiyor, içinden geçiyordu, Veyran elini duvara yasladı, gözleri kapandı bir anlığına, içinde bastırdığı her anı, her korku, her terk ediliş yeniden kabardı, çünkü bazı cümleler sadece okunmaz, insanın ruhuna kazınır ve o üç kelime artık hepsinin kaderini değiştirecekti: hâlâ izliyorum sizi.

Veyran kağıdı avucunda buruşturduğunda, sanki sadece bir notu değil; kendi içinde bir korkuyu da ezdi, ama bazı korkular kağıt gibi buruşmazdı, bazıları kan gibi damlar insanın içine, Mert’in gözleri hâlâ duvarda, oraya asla yazılmamış ama her saniye görülebilen o hayalî listeyi okuyordu, çünkü o liste artık dışarıda değil, içlerindeydi, her sessizlikte bir isim eksiliyordu ve onlar bunu sadece izliyordu, ya da izliyor sandıkları şeyin ta kendisiydiler, Veyran başını çevirdi, karşı kaldırımdaki aynaya baktı, o aynada kendi yüzünü değil; kaybettiklerinin gölgelerini gördü, Lidya’nın bakışı, Arven’in suskunluğu, Zemheri’nin eksikliği, hepsi onun gözlerinin içine dönüp soruyordu: “Neden sustun?”, bu soru boğazına oturdu, cevap veremedi, çünkü bazı cevaplar sadece yaşanarak verilir, anlatılarak değil, Mert bir adım geri attı, “Belki de bu not, bizim için değil,” dedi yavaşça, “belki de bir uyarı değil, bir davet,” Veyran gözlerini kısmadan baktı ona, çünkü bazı cümleler düşünülerek değil, hissedilerek anlaşılırdı ve bu öyle bir andı, ayakta durdukları kaldırım bile yabancıydı artık, şehir aynıydı ama yollar değişmişti, geçmiş onların peşini bırakmıyor, her adımda biraz daha sıkıyordu boğazlarını, birden telefon çaldı, Şeyda’ydı, ama bu kez sesi bile titremiyordu, çünkü bazı acılar sesi değil ruhu susturur, “Bir ses kaydı geldi,” dedi sadece, Mert hemen açtı, kulaklarına dayadı telefonu, karşıdan gelen ses ne bir çığlık ne de bir konuşmaydı, sadece bir nefes alışverişi, ama o nefesin arasına karışan bir cümle vardı: “Listede kalmanın bedelini ödeyin,” bu bir tehdit değildi, bu bir hüküm gibiydi, Veyran bir anlığına gözlerini kapattı, içinden geçen her düşünce sustu, çünkü bazen insan düşünmeyi bile bırakır, sadece hisseder ve o an hissettiği şey, korkudan öte bir şeydi; çaresizlik, geçmişin izleriyle örülmüş bir labirentin tam ortasında kalmışlardı ve hangi yöne dönseler, duvarlarda tanıdıkları yüzlerin gölgeleri vardı, Lidya’yı kurtarmak artık sadece bir görev değil, bir kefaret haline gelmişti, ama bu kefaretin bedeli ne olacaktı? Kendilerinden daha ne kadarını kaybedebilirlerdi? Veyran gözlerini açtı, gökyüzü kapalıydı ama içindeki karanlık daha derindi, “Artık hiçbir şey bizi eski halimize döndüremez,” dedi kendi kendine, Mert onun yanında durdu, birbirlerine baktılar, sessizce, çünkü artık konuşmak gereksizdi, bu yol konuşarak değil; hayatta kalarak yürünürdü, adımlarını attılar, bilmedikleri bir sona doğru, ve o sırada arkalarında bir fısıltı daha duyuldu, bir rüzgârla karışmış, bir duvardan sıyrılmış gibi: “Sıradaki sizsiniz.”

 

 

 

 

 

Bölüm : 20.06.2025 15:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...