8. Bölüm

8. Bölüm – İniş

Hamza
sonsuzgece23

Adımları dikkatliydi Veyran’ın, ama içinde kopan gürültü sessizliği parçalıyor gibiydi. Ayakları karanlık zemine basarken bir geçmişin üzerine yürüdüğünü hissediyordu. Mert bir adım öndeydi; elleri cebinde değil, tetikteydi. Her şeyi görebilirmiş gibi yürümüyordu, her şeyin onu gözetlediğini bilerek ilerliyordu. İstasyona vardıklarında havadaki rutubet, sadece tenlerine değil, geçmişlerine de sızdı. Nefes almaları zor değildi ama aldıkları nefesin onlara ait olmadığı kesindi. Burası terk edilmiş bir metro istasyonu değildi artık. Burası terk edilmiş anıların mezarıydı. Duvarlara sinmiş korkular vardı, suskunlukla yıkanmış yıllar. Lambalar yanmıyor değildi, ama ışık vermekle karanlığı artırmak arasında bir yerde sıkışmışlardı. Mert’in gözleri etrafı tararken, Veyran sessizliğin altındaki uğultuyu duymaya çalıştı. Gerçek sessizlik, hiçbir şeyin olmaması değil, her şeyin fısıldıyor olmasıydı. Koridorun sonunda eski bir güvenlik kapısı vardı. Paslı bir kilit, üzerinde çizikler. Açıldı. Tuhaf bir şekilde kolay açıldı. Sanki oraya gelenin zaten gelmesi gerekiyormuş gibi. İçeri adım attıklarında sesler yankılanmadı; zemin, ayak seslerini yutuyordu. Burası bir geçit değil, bir hazırlıktı. Duvarlarda kimliksiz fotoğraflar, çatlamış camlar, bir zamanlar birilerine ait olan eşyalar... ve her şeyin arasında fark edilmemesi gereken ama orada duran bir defter. Şeyda eğildi, yerden aldı. Üzerinde hiçbir yazı yoktu. Sayfalarını çevirdiğinde ise kelimeler değil, çizikler vardı. Tırnak izleri, eksik harfler, yarım bırakılmış cümleler. “Liste devam ediyor,” dedi Şeyda, boğazı kurumuş gibi. Mert’in bakışları, defterden çok Veyran’a yönelmişti. O an anladı; bu defter, kalanların değil, gidenlerin sesiyle yazılmıştı. Arka duvara çizilmiş bir harita vardı. Haritanın üzerinde, kırmızıyla çizilmiş tek bir rota. Başladığı yere geri dönen, kendi içine kıvrılan bir çizgi. Veyran parmağını uzattı, çizgiyi takip etti. Her kıvrım bir ihtimaldi. Her dönüş bir soru. Ve çizginin başladığı yerde bir işaret: “Son Durak”. Mert, gözlerini haritadan ayırmadan fısıldadı, “Bizi ileri götürmüyor. Sadece derine iniyoruz.” Kapının ardında bir tünel vardı. İçeriye adım attıklarında hava değişmedi ama zaman değişti sanki. Tünel, basit bir geçiş değildi. Bu bir inişti. İçlerine, unuttuklarına, sakladıklarına. Zemheri’yi bulmak artık bir ihtimal değil, bir sorumluluktu. Çünkü artık sadece o değil, kendileri de kayboluyordu. Kendi iç karanlıklarına çekiliyorlardı. Ve bazı karanlıklar, ışıkla değil, cesaretle aydınlatılırdı. Karanlık ilerledikçe, içlerindeki sessizlik büyüyordu. Her adım, içlerinde başka bir yankıyı çağırıyor, başka bir boşluğu hatırlatıyordu. Mert sustuğu zamanlarda daha çok anlatıyordu sanki. Parmak uçları hafifçe duvarı yokladı, betonun soğukluğu eline değil, kalbine değdi. Veyran’ın gözleri ileriyi değil, geçmişi görüyordu artık. O geceyi. Kapının açık kaldığı ama sesinin çıkmadığı o geceyi. Ve bir çığlık gibi hatırladığı o dokunuşu. Annesinin nefesini değil, yokluğunu duyduğu o anı. O yüzden adımlarını daha hızlı atıyordu şimdi; geçmişinden kaçmak değil, ona yetişmek istiyordu. Şeyda geride kaldı, sesi çıkmadı. Gözleri yerde, ruhu yukarıdaydı. Zemheri’nin ismi ağzına gelmiyordu ama aklından düşmüyordu. Onunla çocukken oynadıkları bir oyunu hatırladı. Gözlerini bağlar, birbirlerinin adımlarını tahmin ederlerdi. Şimdi adımlar yoktu. Sadece eksiklik vardı. Ve eksilen, sadece bir insan değildi; çocuklukları, güven duyguları, birlikte susabildikleri o sessiz huzur da onlarla birlikte gitmişti. Tünelin bir noktasında, eski bir peron çıktı karşılarına. Üzeri küfle kaplı, saat durmuştu. 04:17. Belki yıllardır öyleydi. Belki o an durmuştu zaman. Ve şimdi tekrar başlamıştı. Mert saatin altındaki panoya yaklaştı. Üzerinde kirli camın ardına sıkıştırılmış bir fotoğraf vardı. Dört kişilik bir grup. Net olmayan yüzler. Ama birisi tanıdıktı. Lidya. Genç, mutlu, gülümseyen. Ama o gülümsemenin arkasında, şimdi bildikleriyle başka bir anlam vardı. Bir not iliştirilmişti fotoğrafın kenarına: “Bizi unutanlar, en çok hatırlanması gerekenlerdir.” Veyran gözlerini kaçırdı. Bu cümle, içindeki boşluğa saplanan bir çivi gibiydi. Çünkü unutmak istedikleriyle baş başa kalmışlardı. Ve artık her yeni bilgi, bir cevap değil, yeni bir yara gibi açılıyordu. Tüm bu yolculuk, yalnızca bir kaybın peşinden değil, bir iç hesaplaşmanın içine yürümekti. Tam dönüp gideceklerdi ki, yerin altından gelen bir ses duydular. Bir çocuk fısıltısı gibi. Anlaşılmaz. Net değil. Ama canlı. Veyran irkildi, Mert dondu kaldı. “Biri var,” dedi Mert. “Ya da... bir şey.” İçlerinden biri, korkunun koluna değil, kaderin boğazına sarılmaya karar verdi. Veyran öne çıktı. Gözleri karanlığa değil, içindeki gölgelere bakıyordu artık. Çünkü bazen en çok karanlıkta görür insan. Ve bazı karanlıklar, içinde ışık aramaz; yalnızca seni içine alır. Veyran, karanlığın içine birkaç adım daha attığında, kalbi göğsünde değil, boğazında atıyordu sanki. Korku artık bir duygu değil, bir duyuruydu. İçinden geçen hiçbir düşünce tamamlanmıyordu çünkü her biri başka bir ihtimale çarpıp yarım kalıyordu. Mert arkasından geldi, omzuna dokunduğunda gözlerini kapatmak zorunda kaldı Veyran. O dokunuş, bir güven değil, bir hatırlatmaydı; burada oldukları yerin sıradan bir yer olmadığını, her adımın bir şeyi tetiklediğini hatırlatan. Onlar bir iz sürmüyorlardı, bir hikâyenin içine düşmüşlerdi ve çıkış yolu sadece cesaretten değil, kabullenişten geçiyordu. Birden tavanın içinden su damladı yere. Küçük ama keskin bir ses. Ve ardından gelen sessizlik, o sesi çoğalttı. Mert başını kaldırdı, gözleriyle suyun geliş yönünü takip etti ama gözleri bir noktada durdu. Duvarın çatlak kısmında, kurumuş bir el izine benzeyen lekeler vardı. Onları ürküten şey, iz değil, izlenmişlik hissiydi. Bir şey vardı burada. Hissedilmiyordu sadece, seziliyordu. Bir varlık değil belki ama bir ağırlık. Sessizliğin içinde yaşayan, zamanla çürüyen bir anı gibi. Şeyda’nın sesi duvarlardan süzüldü sonra, “Burada yalnız değiliz.” dedi. Sözleri titrekti ama gerçekti. Hiçbiri yalnız değildi ama bu, teselli değildi artık. Çünkü yalnız olmamak, güven değil, tehditti bu hikâyede. Mert'in yüzü solgundu, gözleri büyümüştü. “Biri bizi izliyor.” demedi. Sadece derin bir nefes aldı ve sustu. Çünkü bazen söyleyememek, söylemekten daha çok yakar insanı. Veyran ileri doğru yürümeye devam etti, duvarlara hafifçe dokunarak. Parmak uçları, sanki oradaki duyguları hissediyordu. Bir köşede, kırık bir çocuk bileziği buldu. Üzerinde solmuş harflerle “L” yazıyordu. Lidya’nın değil belki, ama bir başka kaybolmuşun. Yine de elleri titredi, çünkü kayıplar birbirini çağırırdı. Birbirini tanımasalar bile, aynı sessizlikte buluşurlardı. Ve o anda, bir ses geldi derinlerden. Bir müzik kutusunun yorgun melodisi gibi. Kesik kesik, boğuk ama tanıdık. Veyran'ın gözleri büyüdü, o sesi çocukken annesinin odasında duymuştu. Aynı ezgiyi. Yıllardır duymadığı bir melodi, şimdi toprağın altından çıkıp kalbine saplanmıştı. “Bu mümkün değil.” dedi fısıltıyla ama mümkünlük, artık kurallarla ölçülmüyordu. Bu yolculukta mantık değil, geçmişin çürümüş sesleri vardı pusula yerine. Mert ona döndü, gözleri doluydu ama ağlamıyordu. “Geçmişimiz bize oyun oynamıyor, Veyran. Biz onun içine sıkıştık sadece. Ve her adımda biraz daha küçülüyoruz.” Veyran yere çöktü, ellerini başına götürdü. “Ben bu oyunun kurbanı değilim.” dedi içinden. Ama sesi duyulmadı. Çünkü bazen insanın sesi değil, suskunluğu yankılanır duvarlarda. Bir duvarın önünde durdular. Hiçbir harita, hiçbir işaret göstermemişti bu yeri. Ama Veyran biliyordu; hissettiği boşluk artık sadece ruhunda değildi, bu duvarın ardında bir şey vardı. Bir hatıra değil, canlı bir şey. Bastırılmış, unutulmaya zorlanmış, ama unutuldukça güçlenmiş bir gerçek. Parmaklarını taşların arasına soktu, hafifçe ittiğinde, duvardan gelen uğultu içlerine işledi. Sanki kendilerini değil, bütün bir geçmişi oynatıyorlardı yerinden. Mert bir an duraksadı, “Ya orada görmek istemediğimiz bir şey varsa?” dedi. Cevap beklemiyordu. Çünkü bazı sorular cevaplanmazdı, yaşanırdı. Veyran tüm gücüyle itti taşı ve aralanan açıklıkta, loş bir oda belirdi. Tavanı alçak, havası bayat, yılların sessizliğini içinde büyütmüş bir yerdi. Şeyda dudaklarını ısırdı, gözleri duvarlara takıldı. Duvarlara kazınmış kelimeler vardı. Biri “Ben sustum.” yazmıştı, diğeri “Beni gören oldu mu hiç?”. Her kelime bir çığlıktı burada. Her harf, bir haykırışın kalıntısıydı. Ve işte o anda, Mert’in kolyesi yere düştü. Zinciri çözülmemişti, ama bir güç çekmiş gibiydi boynundan. Kolye yuvarlandı, duvarda “L” harfinin önünde durdu. Lidya’nın harfi. Ama oraya Mert yazmamıştı. Gözleri birbirine çevrildi. Sessizlik artık dayanılmazdı. Veyran başını çevirdiğinde, bir köşede duran kutuya kilitlendi bakışları. Eski, tozlu, paslı ama özenle yerleştirilmiş bir kutu. İçinde ne olduğunu bilmiyorlardı ama hissettikleri, o kutunun bu hikâyenin merkezine dokunduğuydu. Parmaklarıyla açtı kapağını. İçinden eski bir ses kaydı çıktı. Kaset. Ve üzerine tükenmiş bir kalemle yazılmış iki kelime: “İlk sır.” Veyran’ın kalbi öyle bir çarptı ki, içindeki boşluk bile yankılandı. Mert kaseti aldı, “Bunu oynatmamız gerek.” dedi. Ama Veyran’ın gözleri hâlâ kutudaydı. Çünkü kutunun dibinde başka bir şey daha vardı. Kırık bir saç tokası. Lidya’nın tokası. Yutkundu. Zaman durmuş gibiydi. O an sadece üç şey vardı odada: nefesler, sessizlik ve artık geri dönülemeyecek olan gerçek. Lidya buradaydı. Bir zamanlar. Belki hâlâ. Ama şimdi sadece izleriyle konuşuyordu. Ve bu izler, onları karanlığın daha da derinine çağırıyordu. Şeyda bir adım geri attı, “Bu artık bizim taşıyabileceğimiz bir şey değil.” dedi. Mert sessizdi. Sadece başını eğdi. O da biliyordu. Bu artık bir arayış değil, bir teslimdi. Karanlığa, geçmişe, su yüzüne çıkmamış her şeye. Ve kapının eşiğinde, Veyran döndü, bir kez daha baktı o odaya. İçinde bir parça daha kopmuştu. Ama bu sefer acıdan değil, anlayıştan. Her şey anlamını yitirirken, anlam kazanmaya başlamıştı. Çünkü bazı gerçekler görmezden gelinemezdi. Ve bazı insanlar, sadece kaybolmak için değil, bir şeyleri göstermek için de yok olurdu. O odadan çıktıklarında artık hiçbiri aynı değildi. Ayakkabılarının altına yapışan toz bile daha ağırdı, ciğerlerine dolan hava değilmiş gibi geldi, sanki o kaset hâlâ ellerinde değil, boğazlarına sarılmıştı. Mert yürürken bir an durdu, avuçlarının içi terliydi, kolyesini boynuna tekrar takmaya çalıştı ama elleri titriyordu. Şeyda bir kelime bile etmeden ilerliyordu, gözlerinde bir ağırlık, ama gözyaşı yoktu; bu artık ağlamayı bile geçecek bir çaresizliğin belirtisiydi. Veyran başını gökyüzüne kaldırdı, güneş vardı ama içini ısıtmıyordu, çünkü o an fark etti ki sıcaklık bazen sadece yanılgıydı; insanın tenine dokunsa da ruhuna ulaşmazdı. Gökyüzü bile uzakta kalıyordu artık, sanki her şey onlardan uzaklaşmıştı, hatta umut bile. Oysa Lidya'nın sesini duymamışlardı, ama onun yokluğu, bir çığlık kadar yüksek geliyordu. Sanki her adımda ayaklarının altından geçmişin kırıkları yükseliyordu. Duvarlardaki yazılar, kutudaki toka, kasetin üzerindeki “ilk sır”… hepsi, anlatılmayan bir hikâyenin başlangıcıydı ve bu hikâyeyi sadece hayatta kalanlar değil, kaybolanlar da yazıyordu. O gece eve dönmediler. Şehir sessizdi ama sokak lambaları titriyordu, kaldırım taşları bile daha soğuktu, ve Mert suskundu. Normalde suskunluklar rahatsız ederdi Veyran’ı, ama bu gece susmak bile yeterince yüksek bir çığlıktı. Bir kafede oturdular, sıcak bir şeyler içmek bahaneydi, aslında içlerinden hiçbir şey geçmiyordu. Şeyda oturduğu sandalyede elini cebine attı ve küçük bir kağıt çıkardı. “Bu... Lidya’nın defterinden. Ben çalmıştım.” dedi fısıltıyla. Kağıtta sadece bir cümle yazıyordu: “Bazı yerlerde zaman durmuş gibidir, ama insanın içi hep akar.” Veyran uzun süre kağıda baktı, sonra gözlerini kapattı. Çünkü bazı cümleler sadece gözle okunmazdı, içte yankılanırdı. Mert başını eğdi, “O kayıtta ne varsa... bizi bekliyor.” dedi. Kimse bir şey demedi. Ama hepsi biliyordu. O kaset artık sadece bir nesne değildi. O bir sınavdı. Geçmişi, gerçeği ve kendilerini sorgulayacakları bir kapıydı. Geriye dönmek yoktu artık. Çünkü bu yolun geri dönüşü yoktu. Ve belki de bazı şeyler ancak karanlıkta bulunurdu.

Bölüm : 21.06.2025 14:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...