
Bazı insanlar sessiz gider, ama bıraktıkları sessizlik kulaklarda değil, kalpte çınlar. Veyran o gece yalnız değildi ama kimse onun ne taşıdığını bilmiyordu; bazı acılar görünmez olurdu, çünkü onları görünür kılmak insanı çıplak bırakırdı. Herkesin baktığı ama kimsenin görmediği bir halde yürüyordu, ayaklarının altı değil, geçmişi çatırdıyordu. İçinde ne taşıdığını sorsan, ne söylerdi bilmiyorum ama gözleri anlatıyordu: “Ben sustukça büyüyen bir şeyim.” İnsan bazen ne yaşadığını bilmiyor, sadece kırıldığını hissediyor ve kırıldığın yerin tarifini kimseye yapamıyorsun. O gece, sokaklar bile susuyordu, hava bile konuşmuyordu, çünkü kelimeler bazen fazlaydı. Mert, uzaktan onu izliyordu ama birini sevmek, her zaman onu anlayabilmek değildi; bazen en büyük sevgiler en sessiz duruşlarda gizlenirdi. Ve bazı insanlar, birini gerçekten sevdiklerinde yalnız bırakmazlardı ama bazen bırakmamak bile yetmezdi. Veyran durdu. Sol omzunu tuttu. İnsan omzunda ne taşıdığını yalnızken fark eder. O an her şeyi düşündü: çocukken unutulmuş bir oyuncak gibi kenara atıldığı günleri, biri bağırdığında hala neden titrediğini, neden sevince korktuğunu, neden en çok susanları anlamaya çalıştığını. Bir insan ne kadar sustuysa o kadar çok şey anlatır. Bir insan ne kadar dayanıklıysa, aslında o kadar çok parçalanmıştır. Veyran sadece nefes aldı. Ve bir an, sadece bir an, içinden geçen şu cümleyi duydu: “Beni en çok, kimse fark etmediğimde yandığım yerler yordu.” Mert, adımlarını yavaşça ona yaklaştırdı ama kalbinin gürültüsü ayak seslerinden daha çok duyuluyordu. Sessizlik bir yandan iyileştiriyor, bir yandan parçalıyor gibiydi. İçindeki kelimeler boğazında birikip nefesini kesiyordu; konuşsa kırılacak, susarsa eksilecekti. “Yanına geldim” demedi, zaten gelmişti. “İyisin değil mi?” de demedi, çünkü o sorunun cevabını duymak istemedi. Yalnız birinin gözlerine bakanlar, bazen kendi yalnızlıklarını da görür. Mert’in içinde kalan en büyük cümle şuydu: “Keşke seni hiç incitmeyecek bir hayatın olsaydı.” Ama herkesin keşkesinin arkasında biraz çaresizlik, biraz geç kalmışlık vardı. Veyran’ın gözleri dolmuştu, ama hâlâ güçlü görünmeye çalışıyordu, çünkü güçsüzlüğünü gösterecek kadar bile güvene sahip değildi. “Ben bazı şeyleri anlatamam Mert,” dedi, sesi duyulmayacak kadar kısık, ama gözleri bağıra bağıra söylüyordu. Mert cevap vermedi. Bazen sessiz kalmak, bir omuz vermekten daha çok şey anlatır. Sonra birlikte yürümeye başladılar. Ama bu yürüyüş bir yere gitmek için değildi; bu yürüyüş kaçamadıkları şeylerle birlikte ilerleyebilmek içindi. Her adımda biraz daha geçmişe battılar. Her adımda biraz daha sustular. Ve bazı suskunluklar insanı en çok orada konuşur: kalbinin kıyısında.Adımlar arttıkça kelimeler daha da geri çekiliyordu, sanki dünya artık konuşmalarla değil, susarak anlaşmak isteyenlerin oyunu olmuştu. Veyran'ın içi, adı konulamayan bir ağırlıkla doluydu. Ne tam acıydı ne de sadece korku; bu, kaybedilen birinin ardından bile yaşayamadığın yasın kendisiydi. Mert bir ağacın dibinde durdu, yüzünü gökyüzüne çevirdi. “Bazen hayat, insanı sevdiklerine karşı suçlu bırakıyor,” dedi. “Ne yaparsan yap, eksik kalıyorsun.” Veyran ona baktı, o cümle göğsünün tam ortasına saplandı. Çünkü kendini en çok yalnız hissettiği gecelerde, suçladığı biri yoktu. Suçlayacak kimse olmadığında insan kendini suçlamaya başlar. “Sence biz... gerçekten görülebiliyor muyuz?” dedi fısıltıyla. “Ya da sadece varmış gibi mi yaşıyoruz?” Mert gözlerini yere indirdi. “Ben seni gördüm,” dedi. “İlk kez biri bu kadar görünür oldu benim için.” O an kurulan cümle, geçmişte bir yerlere saplanan çiviyi çekip çıkarır gibi oldu. Sessizce içlerinden dökülen şeyler, kelimelerle değil, beden duruşlarıyla anlatılıyordu. Veyran hafifçe başını salladı. “O zaman neden hâlâ bu kadar kayıpmış gibi hissediyorum?” Mert bir adım attı, tam karşısına geçti. “Çünkü bazı insanlar, kendilerini bulmak için önce kaybolmak zorunda kalırlar.” Veyran gözlerini kapattı. İçindeki fırtına biraz daha kabardı ama bu defa altında ezilmedi. Sadece birinin anladığını hissetti. Ve bazen birinin anlaması, seni kurtarmaz belki ama düşerken tutunduğun son dal olur. Bir sessizlik daha çöktü aralarına ama bu seferki öylesine bir sessizlik değildi; sanki kelimelerin cesareti kırılmıştı da söylemek istediklerini yutmuşlardı. Mert, cebinden Lidya’nın kolyesini çıkardı. Avucunun içine aldı, başparmağıyla nazikçe dokundu. “Bu kolye onun boynundayken... her şey biraz daha yerindeydi,” dedi. Sesi titremiyordu ama kelimeleri yorgundu, tıpkı geçmişinden yıllar boyu yük taşıyan biri gibi. Veyran’ın gözleri, o küçük parçada sıkışmış anılara takıldı. “Peki ya şimdi?” diye sordu. Mert başını eğdi. “Şimdi her şey yerinde ama hiçbir şey ait değil.” O cümle havada asılı kaldı. Öylece, yavaşça göğsüne saplanan bir bıçak gibi. Veyran’ın içi sıkıştı. Bazı acılar anlatılmazdı, sadece bir bakışta fark edilirdi. O an birbirlerine bakarken söyledikleri hiçbir şey, içlerinde dönen fırtınayı tarif edemezdi. Lidya’nın gidişi, sadece bir kayboluş değildi. Bir eksilişti. Herkesin içinde bir boşluk bırakan, açıklanamayan, onarılmayan bir eksiklikti. Mert yere çömeldi, eliyle toprağı kavradı. “Ben onun gidişine razı olmadım,” dedi. “Ama gitmek isteyen birini tutmak da... haksızlık. Yine de... onunla ilgili her şey hâlâ buramda.” Kalbine işaret etti. “Bazen gözümün önünde beliriyor. Yüzü, sesi, hatta suskunluğu. Her şeyini özledim ama en çok... bana hiçbir zaman tam olarak anlatamadıklarını.” Veyran usulca yaklaştı, gözleri Mert’in gözlerinde değildi, kalbindeydi. “Belki anlatamadıkları, aslında en çok hissettikleriydi,” dedi. “Bazı insanlar konuşmadan daha çok şey bırakır geride.” Mert gözlerini kapattı. Ve o an, sadece Lidya’yı değil, geçmişin ağırlığını da gömdü içine. Toprağa değil, kalbine. Mert’in gözleri, geçmişin hiç kapanmayan bir penceresi gibi donuktu. Veyran bir süre onu izledi, sonra yavaşça cebinden bir kâğıt çıkardı. Kat yerlerinden yıpranmış, kenarları kararmıştı. “Bu dün gece kapımın altından atılmış,” dedi. Kâğıdı uzattı. Mert aldı, açtı. Sadece üç kelime yazıyordu: “Bir sonraki sensin.” Gözleri büyüdü, boğazı kurudu. “Bu... bu bir tehdit mi?” dedi. “Hayır,” dedi Veyran. “Bu bir hatırlatma.” “Hatırlatma mı?” Veyran usulca başını salladı. “Bu listenin, sadece kaybolanlarla değil, kalanlarla da işi var. Ve biz kalabalığın arasında değiliz artık. Gören, bilen ve duyan tarafız. Bu listeye karışan herkes ya susturuluyor ya da kendi sessizliğine gömülüyor.” Mert kâğıda tekrar baktı. “Bu harfleri tanıyorum,” dedi. “Lidya’nın yazısı bu olamaz ama... biri onun kalemini taklit etmiş gibi. Aynı incelik, aynı kesiklik.” Belki de bu, onun son izidir,” dedi Veyran. “Ya da bize bıraktığı bir yol haritası.” Birden telefonları aynı anda titredi. Şeyda’dan mesaj gelmişti. Sadece bir konum. Altında ise tek bir cümle: “Onun başladığı yerde bitiyor her şey.” Mert hemen haritayı açtı. Eski tren istasyonunun arka tarafındaki terk edilmiş hangarlar. Orası yıllardır kimsenin uğramadığı bir boşluktu. “Ne demek istiyor bu?” dedi. Veyran bir adım geri çekildi. “Bence artık sorular sormayı bırakma zamanı geldi. Gidip cevapları alma zamanı.” Mert bir süre düşündü. Sonra sessizce başını salladı. “Gidelim.” Ve o an, her şeyin sessizliğini delen tek şey; içlerinden yükselen bir karardı. Geriye dönüş olmayacaktı. Her adım, daha da karanlığa atılacaktı. Ama bazen karanlığa yürümek, ışığı yeniden bulmanın tek yoluydu. Görülmeyenler Listesi’nde artık sadece kayıplar yoktu. Artık avlananlar da listedeydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |