31. Bölüm

Bölüm 31 – Sessizliğin En Uzun Günü

Hamza
sonsuzgece23

Lidya, karanlığın içinde yürürken nefesi ciğerine değil, kalbine doluyordu sanki. Her adımı, geride bıraktığı bir şeyin yankısı gibiydi. Ama artık yankılar bile ona cevap vermez olmuştu. Arven’in sessizliği, Mert’in yokluğu, Şeyda’nın son bakışı… Her şey üstüne çöküyordu ama o hâlâ yürüyordu. Çünkü durursa, düşecekti. Düşerse, bir daha kalkamayacağını biliyordu. Mert’in sesi hâlâ kulaklarında dolaşıyordu: “Beni böyle bırakma.” Ama bıraktı. Hayat, bazen en çok inandığın yerden vururdu insanı. Şimdi kalbinin içinde sadece boşluk vardı. Ve o boşluk, artık hiçbir şeyle dolmuyordu.

 

Lidya aynaya baktığında sadece kendini değil, eksilmiş zamanları, yarım kalmış cümleleri ve geri dönmeyecek bir yüzü görüyordu. O aynada artık geçmişe açılan bir kapı vardı. Ne zaman gözlerini kıssa, Mert’in sesi yankılanıyordu kulaklarının en dip yerinde. Sessizliği delip geçen o yumuşak ama yorgun ses… "Bir gün her şey geçecek Lidya… ama biz geçemeyeceğiz." demişti bir gece. O an ne demek istediğini tam anlamamıştı, şimdi ise kelimesi kelimesine hissediyordu. Mert, yalnızca gitmemişti; bir şeyleri de götürmüştü yanında. Sanki içinden bir parçasını söküp almıştı da, şimdi Lidya ne yapsa o boşluğu dolduramıyordu. Eşyalar yerli yerindeydi, fotoğraflar duvarda duruyordu, defter hâlâ masanın üstündeydi. Ama hiçbir şey tamam değildi. Gözyaşı dökmek istiyordu ama bir damla bile akmıyordu. İçinde öyle bir susuzluk vardı ki, acının bile sesi boğuluyordu. Camdan dışarı baktığında insanlar yürüyordu, hayat devam ediyordu. Herkes bir yere yetişiyor, birileri gülüyor, birileri sevinçle bağırıyordu. Ama o camın arkasında duran kendisi, o insanların hiçbirine ait değildi artık. Mert’in yokluğuyla, dünyanın tamamına yabancılaşmıştı. Kalabalıklar bile sessizdi şimdi. Arven içeri girdiğinde konuşmadılar. Sadece göz göze geldiler. Arven'in bakışlarında da bir eksiklik vardı artık. Herkes biraz Mert’le gitmişti sanki. Ve Lidya, ilk defa gerçekten yalnız kalmıştı.

 

 

 

Arven pencerenin önünde durdu. Rüzgâr, perdenin ucunu hafifçe dalgalandırıyor ama içerideki hava hâlâ ağırdı. “Bazen,” dedi sessizce, “birini kaybettiğinde değil… onu yaşarken anlayamadığında yıkılırsın.” Lidya, gözlerini ondan kaçırmadı. Arven’in sesindeki kırılganlık, kelimelerden daha fazlasını taşıyordu. Mert’i yalnız bırakmışlardı. Hepsi. Birlikteyken bile… yalnızdı. Oysa hep yanlarında sanmışlardı. Hep güldüğü için iyi olduğunu düşünmüşlerdi. Şakalarıyla karanlığını örttüğünü fark etmemişlerdi. Şimdi o karanlık, herkesin içine sızmıştı. Sessizlik bir hatıra değil, bir hesaplaşma gibiydi artık. Lidya deftere yöneldi. Parmakları kapağa uzandı, ama hâlâ dokunmaya cesareti yoktu. “Sence,” dedi neredeyse fısıltıyla, “biz onu yaşarken öldürdük mü?” Arven cevap vermedi. Bazen hiçbir cevap, bazı soruların taşıdığı acıyı hafifletmiyordu. Zaten cevap değil, iç rahatlığı istiyordu Lidya. Ama o da yoktu. Mert’in ismini söylemek bile zor geliyordu artık. Harf harf içini kesen bir şeydi sanki. Ama susmak da çare değildi. Arven yavaşça yaklaştı, Lidya’nın yanına oturdu. “O hiçbir zaman gerçekten gitmeyecekti,” dedi. “Çünkü biz onu hiçbir zaman tam anlamıyla tutamadık. Hep aramızdaydı ama hiç yanımızda olmadı.” Gözleri duvarda asılı duran bir çizime takıldı. Mert’in eskizlerinden biriydi. Yarım kalmış bir yüz… Bir gözü eksikti. Arven iç çekti. “Sanki hep yarımdı. Ve biz, onun o yarım yanını sevmeyi değil… göz ardı etmeyi seçtik.” Lidya başını eğdi. O eksik çizimin içine gömüldü bakışları. Mert’in eksik kalan gözleri gibi… şimdi herkesin içi eksikti. Ve o eksiklikle yaşamaya mecbur kalmışlardı.

 

 

 

Leyla elinde tuttuğu eski bir notu deftere yerleştirirken titredi parmakları. Kâğıdın köşesi yıpranmıştı, yazılar silikleşmişti ama hâlâ Mert’in el yazısı okunuyordu. “Bir gün her şey geçer… ama içimizde kalan geç kalmışlık, hiç geçmez.” Bu satırı defalarca okudu Leyla. Her kelimesi boğazına düğümlenmişti. O an ne kadar geç kaldıklarını fark etti. Onu yaşarken susturduklarını… Onu severken duymadıklarını. Berk karşı köşede, gözleri cama sabitlenmişti. “Ben onun gittiğini sandım,” dedi ansızın. “Ama aslında çok daha önce gitmişti. Biz sadece yokluğunu fark etmekte geç kaldık.” Cümle, odanın içine ağır bir sis gibi çöktü. Herkes suskundu ama iç sesleri bağırıyordu. Arven parmaklarıyla defterin kenarını sıvazladı. Gözleri boşluğa dalmıştı ama zihni geçmişin en keskin noktasındaydı. “Ona bir kere olsun ‘iyi misin’ deseydik, belki bu kadar susmazdı,” dedi. Lidya başını çevirdi. Göz göze geldiler. İkisi de aynı yükle eziliyordu. “Ben onun gözlerinin içindeki yorgunluğu gördüm,” dedi Lidya. “Ama onunla yüzleşmek, kendimle yüzleşmek gibiydi… kaçtım.” Leyla gözlerini yumdu. “Hepimiz kaçtık. Herkes kendi acısına sığındı. Ama onu kimse sığınak yapmadı.” Berk yavaşça ayağa kalktı. Cümleler içinde büyüyen bir sessizlik gibi yürüdü masaya. “Bu defter… sadece bir anı değil artık,” dedi. “Bu defter… bizim hiçbir zaman söyleyemediğimiz tüm cümlelerin kefareti.” Ve ardından kalemi aldı. Sayfanın tam ortasına tek bir cümle yazdı: “Gittikten sonra değil, yaşarken kaybetmiştik onu.”

 

 

 

Lidya başını öne eğdi. Gözkapaklarının ardında biriken geçmiş, tek tek gözünün önünden geçiyordu. Zemheri’nin sessizliği, Mert’in bakışları, Arven’in içine gömdüğü onca şey… Her biri sanki şimdi bir mezar taşı gibi ağırdı. “Bazı insanlar gitmeden önce de ölmeye başlar,” dedi usulca. “Ve biz... her geçen gün buna şahit olup hiçbir şey yapmadık.” O cümle, defterin boş sayfası kadar beyaz ve keskin kaldı odanın içinde. Arven, Lidya’nın hemen yanına geldi. Sanki yanında durarak bile bir şeyleri onarmaya çalışıyordu. Ama bazı kırıklar, yalnızca sessizlikte yankılanırdı. “Ben hâlâ onun odasına bakamıyorum,” dedi. “Sanki içeri girsem, yine orada olacak. Kitaplarını karıştırıyor, sessizce camdan dışarı bakıyor gibi. Ama sonra hatırlıyorum… artık o oda sadece içimde.” Berk yaklaşmadan konuştu. “Ve içimizdeki o odalar... hep karanlık kaldı.” Leyla gözyaşlarını tutamadı artık. Elini dudaklarına götürdü, bir çığlığı bastırır gibi. “Mert hepimizden daha güçlü görünürdü. Ama belki de en kırılganımız oydu.” O an odadaki hava değişti. Geç kalmış cümleler, bir cenaze gibi dizildi zihinlere. Mert’in bıraktığı boşluk, artık sadece yokluk değildi. Aynı zamanda bir yük, bir sorumluluktu. Ve bunu taşımak, yaşamak kadar zordu. Lidya derin bir nefes aldı. Kalbinden geçen cümleyi söylemekte zorlandı ama yine de dile getirdi. “Ben onun gidişine değil… bana rağmen gidişine üzüldüm. Belki de en çok ben yordum onu.” Sessizlik bir kez daha çöktü. Ama bu sessizlik, artık sadece bir durgunluk değil, içlerinde çoğalan bir itirafın yankısıydı.

 

 

 

Veyran kapının eşiğine yaslandı. Bir şey söylemedi. Ama gözlerinin içindeki çatlak, kelimelerin söyleyemediklerini fısıldıyordu. Mert’in ardından gelen bu sessizlik... alışılacak bir boşluk değildi. Onun gülüşü, odanın en kuytusunda hâlâ asılı gibiydi. Zaman geçmiyordu. Anılar durmuş, yalnızca kalp atışları yankılanıyordu içeride. Lidya başını çevirdi, Veyran’a baktı. “Keşke biri o gün bir cümle kurabilseydi,” dedi. “Keşke biri sadece ‘kal’ deseydi.” Arven ileri adım attı. “Ama hepimiz sustuk,” dedi. “Kendimizi bile ikna edemezken, onu nasıl tutabilirdik?” Leyla gözlerini kapattı. “Ben hâlâ duyamadığım o vedayı içimde taşıyorum. Sanki bir yerlerde bir cümlesi kaldı… ve o cümle beni her gün biraz daha eksiltiyor.” Masanın ortasındaki defter hâlâ açıktı. Ama bu kez yazılmıyordu. Herkes, kendi içinde yazıyordu sanki. Mert’in yokluğuyla gelen bu sessizlik, her sayfayı bir mezar taşına çevirmişti. Berk sandalyeye oturdu. Başını dizlerine yasladı. “Ben onun en çok içinden geçenleri merak ediyorum,” dedi. “Bize söylemediklerini. İçinde çürüyen ama dışarı sızmayan o hisleri.” Lidya başını salladı. “Bence o da bizim gibi... anlatacak yer aradı. Ama o yer hiçbir zaman biz olmadık.” O cümle, herkesin yüzüne bir tokat gibi çarptı. Çünkü kabul etmek en çok orada acıtıyordu. Mert onları terk etmemişti. Sadece, onun için asla yeterince ‘orada’ olamamışlardı.

 

 

 

O gece bir yıldız daha kaymadı gökyüzünden. Çünkü gökyüzü bile Mert’in yokluğuna susmuş gibiydi. Her şey yerli yerindeydi, ama hiçbir şey yerinde değildi artık. Arven pencereye yaklaştı. Dışarıda hiçbir ses yoktu, içerideyse sustuklarının yankısı büyüyordu. “Mert öldü,” dedi ilk kez. Kelime ağzından düştüğünde odaya ağır bir sis yayıldı. “Ve biz hâlâ yaşadığımızı sanıyoruz.” Lidya başını eğdi. Gözlerinden yaş değil, kelimeler aktı içine. “Ben onun gidişini bir gün anlayacağımı sanmıştım,” dedi. “Ama bazı gidişler, zamanla açıklanmaz. Sadece daha çok acıtır.” Leyla, masadaki defteri kapattı. Ama bu kapanış bir son değil, kabullenişti. “Bu defter artık dolu… ama kalbimiz hâlâ boş.” Veyran gözlerini yere dikti. “Keşke onu sevebildiğimiz kadar anlayabilseydik.” Berk sessizce ayağa kalktı. Sadece bir fısıltı kadar sesi vardı. “Biz onun sustuğu yerde gürültü yaptık. Ve o, o gürültünün içinde yok oldu.” Kimse ağlamadı. Ama odadaki her nefes ağlamak gibiydi. Zemheri’yi kaybettiklerinde içlerinden bir şey kopmuştu. Ama Mert’in gidişi, eksik olan her parçayı yerinden sökmüştü. Lidya gözlerini kapattı. “Bazı ölümler, bir bedeni değil… bir hayatı alır. Bizim hayatımız artık aynı değil.” Arven son kez pencereden dışarı baktı. Gecenin koynunda kaybolan bir adama değil, sustukları her şeye veda etti. “Mert artık yok,” dedi. “Ama onun eksikliği… her an bizimle olacak.” Ve o an herkes bir şeyin farkına vardı. Bu hikâyede ne zaman biri giderse, geride kalanlar biraz daha kayboluyordu. Ama yine de anlatmak gerekiyordu. Çünkü sustukça… daha çok ölüyorlardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 14.07.2025 19:13 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...