34. Bölüm

Bölüm 34 – Kırılganın Ardından

Hamza
sonsuzgece23

 

Mert’in yokluğu, bir eksiklikten öte, içlerinde açılmış bir yaraydı artık. Her kelimeye sinen, her bakışta çoğalan, her gece biraz daha büyüyen bir yara… Adını anmak cesaret istiyordu. Ama artık susmak, çok daha ağır geliyordu.

 

Lidya pencerede değildi bu kez. Odanın ortasında durmuş, elinde tuttuğu kırık bir saate bakıyordu. Zaman durmuştu belki ama içindeki sancı, hâlâ tik taklar gibi atıyordu.

“Saatin durduğu an mı öldü bir insan, yoksa içindeki zamanı kaybedince mi?” diye fısıldadı. Kimse cevap vermedi.

 

Arven, köşede sessizce oturuyordu. Deftere değil, boş bir sandalye’ye bakıyordu. “Orası hâlâ onun gibi duruyor,” dedi. “Boş, ama var.”

 

Leyla konuşmadı. Gözleri dolu değildi. Artık ağlamayı bile geçmişti. Bazı acılar, gözyaşını bile reddederdi. Sadece içinden bir cümle geçti:

“Bazı insanlar giderken değil, gittikten sonra gerçekten kalır.”

 

Berk, elleri cebinde, duvara yaslanmıştı.

“Birinin yokluğu, bazen odadaki en ağır varlık olur,” dedi. “Biz hâlâ burada kalabalığız. Ama o yokken… her şey dağınık.”

 

Lidya saati masaya bıraktı. Camı çatlamıştı. Ama en çok kendisi kırılmış gibiydi.

“Onu kurtaramadık. Belki de hiç tanıyamadık,” dedi.

Sonra başını kaldırdı. “Ama şimdi… anlatmak zorundayız.”

 

Hiçbir şey başlamadı. Ama hiçbir şey bitmedi de. Çünkü bazı hikâyeler, bir eksikle tamamlanır.

 

Sözcükler birbirine karıştı, anlamlar dağıldı. Herkes bir cümlesini kaybetmiş gibiydi, tamamlayamadan yutulan kelimelerle... Sadece sessizlik yankılandı bu kez ürkütücü değil, hatırlatıcı bir sessizlikti.

 

Lidya, Mert'in yokluğuna en çok sustuğunda inanıyordu. Çünkü onun sesi artık yalnızca içinden geçiyordu.

Bazı insanlar gidince, geride bıraktıkları sadece eşyaları değil, en çok susuşları olurdu.

 

"Ne garip," dedi Lidya, camdan dışarı bakarken, "onu en çok sustuğumda duyuyorum."

 

Arven, usulca yanına yaklaştı. Elinde tuttuğu eski bir kâğıdı uzattı Lidya'ya.

“Zemheri’nin sesi… belki sana da bir şey anlatır,” dedi.

 

Kâğıdın arkasında bir ses kaydı linki vardı. O eski günlerde sesli mesaj olarak gönderilmiş, sonra unutulmuş bir kayıt.

Lidya önce dokunamadı. Parmak uçlarında bir titreme vardı. Dinlemek, yeniden kırılmayı göze almak demekti. Ama bazen, insan en çok kendini parçalayarak bulurdu.

 

Tuşa bastı.

 

Zemheri’nin sesi, yıllar öncesinden bir fısıltı gibi geldi.

“Bazı insanların vedası, gitmeden önce başlar Lidya. Onların ruhu çoktan uzaklaşmıştır. Gözlerinde kalan bir hüzünle, geride bırakacakları enkazı çoktan görmüşlerdir. Ve sen… bir gün, o gözlerin içindeki fırtınayı anladığında, geç kalmış olacaksın.”

 

Lidya nefesini tuttu. Gözlerini kapadı. Mert’in gidişine değil, kalışına ağladı bu kez. Çünkü en çok kalanlar yıkardı insanı… ve bazen, bir kalış, bin gidişe bedeldi.

 

Kayıt bittiğinde odada yine o tanıdık sessizlik kaldı. Ama bu kez farklıydı. Artık bir şeyler eksilmiş değil, yer değiştirmişti.

 

Lidya başını cama yasladı. Dışarıda yağmur başlamıştı. Damlalar, geçmişin parçalarını camda biriktiriyor gibiydi. Her biri bir hatıraydı. Her biri birer “keşke”.

 

“Ben hâlâ buradayım,” dedi fısıltıyla. “Sen yokken bile, sana en çok benzeyen bu sessizlikte yaşıyorum.”

 

Arven elini Lidya’nın omzuna koydu.

“Bazen kayıplarımız, birilerine dönüş yolları bırakır,” dedi. “Belki de Mert, seni kendine döndürmek için gitti.”

 

Lidya gözlerini kapattı. Kalbinde bir yer sızladı.

Mert’in dokunuşu değil, yokluğu yakıyordu artık. Çünkü bazı insanlar bir daha dönmeyeceklerini bile bile giderdi. Ve o boşluk, ömür boyu sürecek kadar gerçekti.

 

Bir deftere uzandı. Sayfaları arasında kurumuş bir menekşe buldu.

Mert’in bıraktığı tek izdi bu belki de; solmuş ama hâlâ onun gibi kokuyordu.

 

Sayfanın kenarında solgun bir not vardı:

 

“Eğer bir gün artık dayanamazsan, gökyüzüne bak. Seni oradan izliyor olacağım… kendimden bile sakındığım gözlerle.”

 

Lidya parmaklarıyla notun üzerinden geçti.

“Beni unuttun sandım,” dedi sessizce.

Oysa en çok orada, en unutmayan yerindeydi Mert. Kalbinde.

 

Ve Lidya, o an anladı; bazı aşklar yalnızca yaşanmazdı, bazıları yaşarken ölür, öldükçe de yaşamaya devam ederdi

 

Lidya defteri kapattı ama içinde bir şey hâlâ açık kalmıştı. Tamir edilemeyen bir yarık gibi... Ne kadar kapatmaya çalışsa da, Mert’in sesi hâlâ kulaklarındaydı. “Seni oradan izliyor olacağım…”

 

O an gözyaşları aktı. Sessizdi. Bir şey kopmamıştı bu kez, aksine bir şey yerine oturmuştu. Belki de bazı acılar, iyileşmek için değil, tamamlanmak için vardı.

 

Arven pencereye yaklaştı.

“Bazen hayat, bizden birilerini çekip alır ama aslında başka bir şeyi geri verir,” dedi.

“Ne gibi?” diye sordu Lidya, sesi çatallıydı.

“Senin kendini…”

 

Bu cümle kalbine bir bıçak gibi saplandı. Çünkü ne zamandır unuttuğu şeyi hatırladı: Kendi varlığını. Mert’i sevmek, onu unutmak değil; onunla birlikte kendini de kaybetmekti.

 

Masanın köşesinde bir anahtar vardı. Küçük, eski… Zemheri’nin bıraktığı. Üzerinde bir not:

“Her kapı açılmaz. Ama bazıları yalnızca kayıplarla aralanır.”

 

Lidya anahtarı avucuna aldı. Soğuktu. Ama artık korkmuyordu.

Bu defa gideceği yer bir geçmiş değil, bir yüzleşmeydi.

 

Kalktı, paltosunu giydi. Dışarıda hâlâ yağmur vardı. Her damla, Mert’le geçirdiği bir anıydı sanki. Islanmak, unutmaktan daha anlamlıydı artık.

 

Arven arkasından seslendi:

“Gittiğin yer sana ait olsun, Lidya. Ama unutma, dönmek zorunda değilsin. Sadece bulduğun şeye tutun.”

 

Lidya kapıyı açarken arkasına dönmeden cevapladı:

“Ben artık kaybolmak istemiyorum Arven. Bu kez... kendimi bulmaya gidiyorum.”

 

Sokağa adım attığında şehir başka bir dilde konuşuyordu sanki. Her kaldırım çizgisi, geçmişin izlerini taşıyordu. Rüzgâr, kimsenin duymadığı bir ağıtı fısıldıyordu kulaklarına.

Lidya, cebindeki anahtarı yokladı. Küçük bir metal parçasıydı ama içindeki ağırlık, yılların suskunluğu gibiydi.

 

Adımları, hiç bilmediği ama içsel olarak tanıdığı bir binaya yöneldi. Mert’in bir zamanlar bahsettiği, “sessizlikle konuşan ev” dediği yer…

Kapısına vardığında durdu. Sırtını kapıya yasladı. İç çekişi ağır, yüreği yorgundu.

 

Anahtarı çıkardı. Eli titremedi. Çünkü artık bu yolculuk korkudan değil, kabullenişten doğuyordu. Anahtar döndü.

Kapı açıldığında rutubet değil, geçmiş kokusu karşıladı onu. Raflarda tozlu kitaplar, duvarda yarısı silinmiş bir harita…

Ve masanın üstünde…

 

Mert’in el yazısıyla yazılmış bir kâğıt:

“Bu hayat, eksik kalmış cümlelerle değil, tamamlanamamış kalplerle yazılıyor Lidya. Eğer bir gün beni ararsan, en çok sustuğum satırlarda bulacaksın.”

 

Lidya kâğıdı avuçladı. Dizlerinin bağı çözüldü.

Kendini masanın kenarına bıraktı. Gözleri boşluğa değil, hatırladıklarına doldu.

 

“Sen… hep en çok sustuğun yerlerde vardın zaten,” diye fısıldadı.

Sonra cebinden küçük bir kâğıt çıkardı. Üzerine bir cümle yazdı:

 

“Görülmeyenler listesine, bir kalp daha eklendi bugün. Eksik ama gerçek.”

 

Ve o an, dışarıda gök gürledi.

Yağmur yeniden başladı.

 

Ama bu kez, ıslanmak… unutmak değildi.

Yaşadığını kabul etmekti.

 

Lidya, o küçük kâğıdı masanın üstüne bıraktığında parmak uçlarıyla iz sürdü kelimelerde.

Sanki Mert’in sesi duvarlara sinmişti.

Sanki onun sustukları hâlâ bir köşede nefes alıyordu.

 

Gözlerini kitaplığa çevirdi. Bir kitabın arasından çıkan sararmış bir fotoğraf ilişti gözüne.

İki siluet…

Biri ona aitti, diğeri… omzuna yaslanmıştı.

Mert, en çok orada gülümsüyordu. Gözleri uzaklara değil, ona bakıyordu.

Sanki, "Buradayım," der gibi.

 

Lidya fotoğrafı eline aldı, gözlerini kapattı.

Zamanın bir yerinde donmuş anılarla konuştu o an.

İçinden sessizce geçen cümle, içini delip geçti:

“Sen gittin ama bazı yerlerde hâlâ varsın.”

 

Bir şeyler koptu kalbinin içinde.

Gözyaşı sessiz aktı.

Ses çıkarırsaydı, belki de dayanamayıp bağıracaktı.

Ama o, susmayı seçti.

Tıpkı Mert’in en çok yaptığı gibi.

 

Odanın köşesinde, eski bir teybin durduğunu fark etti.

Üzerinde küçük bir not: “Yalnızca sen dinle.”

 

Kaseti yerleştirdi.

Teyp tıkırdadı.

Sonra Mert’in sesi…

Kırık, buruk, ama yine de tanıdık.

 

"Eğer bu sesi duyuyorsan Lidya, demek ki gerçekten gitmişim. Ama bir şey eksik kaldı. Sana ‘hoşça kal’ bile diyemedim. Çünkü bazı veda cümleleri, insanın kalbinde ömür boyu susar. Sana ne yaşattıysam, ne bıraktıysam içimde taşıdığım en saf şeydi. Sen, bendeki iyiye inanan tek kişiydin. Ve bu dünya seni unutsun diye yaratılmadı.”

Teybin sesi kesildi.

O an tüm dünya sustu.

Gerçek anlamda sustu.

 

Ve Lidya'nın gözleri, boş bir sandalyeye takıldı.

O sandalye artık yalnızdı.

Ama içinde hâlâ onun varlığı oturuyordu

 

Kasetin bitiş sesiyle odada yalnızca boşluğun uğultusu kaldı.

O boşluk ki, ne bir eşya ne bir kelimeyle dolabiliyordu.

Mert’in sesi hâlâ kulaklarında yankılanırken, Lidya ellerini kalbinin üstüne koydu.

Sanki onun sesi oraya sinmişti.

Sanki, kalp artık sadece kan değil, anı pompalıyordu.

 

Gözleri o boş sandalyeye kaydı bir kez daha.

Kıpırtısız, hareketsiz ama bir o kadar anlamlıydı.

Orada hiç kimse oturmuyordu.

Ama orada sadece Mert vardı.

 

“Beni orada en çok sen dinledin.”

dedi fısıltıyla.

“Ve ben seni hiç duymadım… Şimdi her kelimene geç kalmış gibi sarılıyorum.”

 

Gözyaşları ellerine damladı.

Ama ağlamıyordu sadece.

Kendini bırakıyordu.

O sandalyeye, o kasete, o hatıralara…

Birini sevip kaybetmenin tüm biçimlerine.

 

Kapı hafifçe aralandı.

Rüzgâr perdeleri savurdu.

Odada Mert’in son defa yürüyüşü gibi bir ses yankılandı.

Lidya korkmadı.

Çünkü bu sessizlik, artık bir tehdit değil, bir veda şekliydi.

 

Masaya eğildi.

Teybin üstüne usulca kendi notunu bıraktı:

 

“Bazı sesler gitmez. Sadece kalbimizin içindeki bir köşeye oturur. Ve bazen sadece orada, bizimle yaşamaya devam eder…”

Lidya odadan çıkarken dönüp arkasına baktı.

Ne kaybettiğini değil, ne kadar sevdiğini anladı.

Ve o sevgi, artık bir yas değil…

Bir kabul hâline gelmişti.

 

Mert’i unutmamıştı.

Ama artık onunla yaşamanın bir yolunu bulmuştu.

 

 

 

 

 

Bölüm : 16.07.2025 08:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...