4. Bölüm

Bölüm 4 – Kırılma Noktası

Hamza
sonsuzgece23

Zamanın kırıldığı bir an vardı; ne ileri ne geri gidebildiğin, ne nefes alabildiğin ne de kaçabildiğin… sadece donup kaldığın, tüm dünyanın üzerine çöktüğü o uğursuz boşluk. Veyran tam da o andaydı. Parmak uçlarına kadar donmuştu sanki, ama yüzünü yakan tek şey soğuk değildi. Şeyda'nın sesi hâlâ zihninde yankılanıyordu: “Zemheri kayıp.” Bu iki kelime beynine kurşun gibi işlemişti. Korku artık kanında dolaşıyordu, kalbinin ritmi bile değişmişti. Zemheri… çocukluklarının gizli ortağı, sessizliklerinde bile anlaşabildikleri kişi. Şimdi yoktu. Üstelik biri almıştı. Okuldan. Gözlerinin önünde değil, arkalarında değil… tamamen görünmez bir elin çekip aldığı gibi. Ve geride yalnızca bir not bırakılmıştı. Liste devam ediyordu. Bu, tehditten öte bir hüküm cümlesiydi. Bir zincirin halkasıydılar. Sıradaki kimdi, bilmiyorlardı ama hissediyorlardı. Sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı çünkü liste rastgele yazılmamıştı. Her isim bir kırgınlıktı, bir sırdı, bir suçun tanığıydı. Veyran’ın içi buzla kaplandı. Korku değil artık, soğukkanlı bir fark edişti onu saran şey. Düşman artık dışarıda değil, geçmişlerindeydi. O gece… yıllar önceki o gece… unutulmuş sandıkları ama hep içlerinde yaşayan karanlık… şimdi kanlı bir el gibi boyunlarına sarılmıştı. Mert sessizdi, sadece yürüyordu, adımlarında kararlılık değil, çaresizlik vardı. Cebinde Lidya'nın kolyesi, sıkılmış bir yumruk gibi, hatıraların ağırlığını taşıyordu. Veyran ona baktı, bir şey söylemek istedi ama kelimeler ya boğazında düğümlendi ya da artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Gözleri, sokak lambalarının altında yanan bir boşluk gibi parlıyordu. Artık her şey değişmişti. Bu, sıradan bir kayıp değildi. Bu, bir yok oluşun başlangıcıydı. Ve onlar, henüz düşmemiş son taşlardı.

Veyran’ın ayakları yola değil, karanlığın içine basıyordu sanki. Zemheri'nin kaybolduğu anı düşündükçe zihninin içi sisle kaplanıyordu. Birilerinin onu okuldan alması demek, onların içinden birini izliyor olmaları demekti. Bu kadar yakındalardı. Bu kadar hazır. Ve belki de çoktan yeni hedeflerine karar vermişlerdi. “Liste devam ediyor” cümlesi sadece bir uyarı değil, bir infaz sırasının ilanıydı. Şeyda'nın sesi hâlâ kulaklarında çınlarken Mert bir anda durdu, gözleri kısıldı. Veyran onun baktığı yere döndüğünde sokağın ucunda kıpırdamadan duran, siyah montlu bir adam gördü. Yüzü görünmüyordu, başı hafif öne eğikti, ama hissettirdikleri ürpertici bir tanıdıklık taşıyordu. Mert, “O az önce de karşımızdaydı…” dedi sessizce. Veyran'ın kalbi hızla atmaya başladı, gözlerini adamdan ayıramıyordu. “Koş,” dedi Mert aniden, sesi sert ve netti. Soru sormadı, neden demedi. Veyran da koşmaya başladı, adımlarının sesi boş sokakta büyüdü. Rüzgâr keskinleşti, hava giderek ağırlaşıyordu. Bir köşeyi döndüler, nefesleri boğazlarını yakıyordu, ayakları kaygan kaldırıma çarpıyor, bedenleri korkuyla itiliyordu ileri. Ama adam da yürümeye başlamıştı. Koşmuyordu. Sadece yürüyordu. Yavaş, ama sanki nereye gideceklerini biliyormuş gibi. Bu daha da korkunçtu. Kaçtıkları şey onları kovalamıyordu bile. Çünkü zaten yakalamıştı. Mert bir binanın arkasına girdi, Veyran da ardından. Sırtını duvara yasladı, gözleri panik içinde etrafı tararken cebinden telefonu çıkardı. Şeyda’yı aradı. Açmadı. Arven’i aradı. Meşguldü. Rüzgar… telefonuna ulaşılmıyordu. Bu bir yalnız bırakılma değil, bilinçli bir koparılmaydı. Veyran gözlerini kapattı, içinden geçen tek şey şuydu: "Birileri ipleri tek tek kesiyor." Mert dizlerinin üzerine çöktü, başını iki eliyle tuttu. “Bu bir av,” dedi neredeyse fısıltıyla. “Ve biz avız.”

Veyran, nefesinin kesildiğini hissetti. Göğsü sanki içeriden sıkılıyordu, havanın yetmediği o an, duvarın arkasında bir gölge beliriverdi. Mert başını kaldırmadan, fısıltı gibi bir sesle “Geldi” dedi. O kelime içlerine buz gibi indi. Bir an için her şey sustu, kalp atışları hariç. Ve sonra bir cam sesi duyuldu, ince ama sert. Veyran gözleriyle Mert’e baktı, onlarca düşünce bir saniyeye sığdı: Kaçmak mı, saklanmak mı, savaşmak mı? Ama savaşacak bir düşmanları bile yoktu. Gölge duvara doğru yürümeye başladı, adımları duvarda titreşim gibi hissediliyordu. O an Mert ayağa kalktı ve Veyran’ın kolundan tutup arka çıkışa yöneldi. “Bizi içeride sıkıştırmalarına izin veremeyiz.” Sesindeki panik bastırılmış ama gerçekti. Arka kapıyı açtılar, çıkarlarken binanın arkasında duran eski çöp konteynerinin yanında bir şey fark ettiler. Küçük, siyah bir kutu. Üzerinde bir kağıt vardı. Mert tereddütle aldı, Veyran geri çekildi. Kağıtta sadece üç kelime yazıyordu: “Bir son, bir tanık.” Mert kutuyu açtı. İçinden Lidya’nın bilekliğini çıkardı. Aynı bileklik… onu en son taktığında kahkahalarla gülmüştü. Şimdi bir ölüm ilanı gibiydi. Ve kutunun içinden bir ses kaydı da çıktı. Eski bir teyp sesiyle çalmaya başladı: “Geriye dönmek isteseydin, nerede kaybettin kendini?” Veyran’ın gözleri doldu. Bu sadece tehdit değil, zihinsel bir işkenceydi. Onları sadece öldürmüyorlardı, parça parça dağıtıyorlardı. Şeyda’ya ulaşmayı tekrar denediler, ama telefon meşguldü. Mert birden dönüp, “Bizi içeriden biri satıyor” dedi. Bu bir varsayım değil, bir his değil, bir eminlikti. Veyran yutkundu, gözleri uzaklara kaydı. “Kim?” diye sormadı bile. Çünkü cevap vermeye hazır değildi. O an bir araba sesi duydular. Siyah bir minibüs, farları kapalıydı ve sokağın başında durdu. İçinden biri inmedi. Kapılar da açılmadı. Ama oradaydı. Bekliyordu. Ve bu bekleyiş bile, hareket etmekten daha korkutucuydu. Veyran, “Artık bir şey yapmamız lazım” dedi. Mert başını salladı. “Ama bu kez biz oynayacağız.”

Minibüs hâlâ oradaydı, farları yanmıyordu ama varlığı sokaktaki tüm ışıkları susturmuş gibiydi, gölgeler daha koyu, hava daha ağırdı, Mert bilekliğe son bir kez baktı, sonra ceketinin iç cebine yerleştirdi, “İçeri dönmeliyiz, bu kutuyu buraya kim bıraktıysa hâlâ yakında,” dedi, sesi kararlı ama gözleri yorgundu, Veyran başını eğdi, burnunun ucuna kadar gelen öfkeyi yutmak zordu, birilerinin oyununa dönüşen hayatlarının başrolü olmaktan çoktan yorulmuştu ama geri çekilmek artık bir seçenek değildi, çünkü ortada bir gerçek vardı ve o gerçek, göz göre göre kaybolan arkadaşlarıydı, anılarıydı, yarımlıklarıydı, “Saklanarak değil, çözerek çıkacağız bu işin içinden,” dedi Veyran, sesi alçak ama keskin, gözleri karanlığın içine doğru baktı, sonra birden, uzaktan bir çığlık duyuldu, kadın sesi, ama boğuk, bastırılmış, belki de sadece zihnindeydi ama Mert de dönüp baktıysa gerçekti, “Bu ses okuldan geldi,” dedi Mert, o anın tereddütsüzlüğüyle koştular, sessizce ama hızlıca, binanın arka girişinden içeri sızdılar, terkedilmiş koridorlar soğuktu, ayak sesleri yankılanmasa bile kalpleri her adımı bağırarak atıyordu, ikinci kat merdivenlerine geldiklerinde duvarda bir şey gördüler, kanla yazılmış bir kelime: “Dönüş”, Veyran eliyle duvara dokundu, parmakları titredi, bu kelime hem bir uyarıydı hem de bir hüküm, “Biri burada bir ritüel yapıyor, yoksa bu kelimenin anlamı nedir?” dedi Mert, Veyran konuşmadı, çünkü o kelime ona bir geceyi hatırlatmıştı, annesinin evi terk ettiği günü, “Geri dönerim” demişti kadın, ama bir daha asla dönmemişti, şimdi bu duvarda yazan o sözcük, geçmişin yarasıyla örtüşüyordu. Üçüncü sınıfın eski sınıf kapısına geldiklerinde kapı aralıktı, içeriden bir fısıltı geliyordu, o kadar hafifti ki, rüzgarın sesi gibi ama içinde kelimeler vardı, “...unutulmak...çözülmek...adak...”, Veyran gözlerini kapattı, birden içini garip bir sıcaklık kapladı, sanki biri ruhuna dokunmuştu, Mert kapıyı yavaşça itti, sınıfın ortasında eski bir masa, üzerinde mumlar, etrafında kırmızı iple çizilmiş bir daire, ve ortada… bir telefon, ekranı açık, video oynuyor ama ses yok, Veyran öne doğru eğildi, videoda Lidya vardı, bir koltukta oturuyor, gözleri kapalı, ama yaşıyordu, video canlı mıydı, önceden mi çekilmişti belli değildi, ama onun o hâlini görmek; paramparça ediciydi, Mert telefonu aldı, ekranda sadece bir buton belirdi: “Devam etmek istiyor musun?”, Veyran ve Mert birbirlerine baktı, bu bir tuzaktı ama geri çekilmek, bir canı kaybetmekti, Veyran düğmeye bastı, aniden telefon karardı ve ardından yeni bir mesaj geldi: “Bir tanesi seçilmeli.”, o an sınıfın kapısı hızla kapandı, kilitlendi, Veyran koştu, zorladı ama açılmıyordu, içeride sıkışmışlardı, odanın ışıkları birden kapandı, sadece mumların titrek alevi kaldı geriye, sonra videodan bir ses yankılandı: “Liste, sırayla ilerler... önce Lidya, sonra Zemheri, sıradaki kim?” Mert telefonu yere fırlattı, cam sesi, duyguların patlaması gibi dağıldı sınıfa, “Bu bir oyun değil! İnsan hayatlarıyla oynuyorsunuz!” diye bağırdı, ama cevap gelmedi, sadece bir gülüş, tiz ve rahatsız edici, sonra kapı kendiliğinden açıldı, dışarıda rüzgâr esmeye başladı ama gerçek bir rüzgâr değildi bu, içinde karanlık taşıyordu, Mert ve Veyran sessizce dışarı adım attılar, her şey yerli yerindeydi, koridor bomboş, ama içeriden çıktıkları sınıfın kapısında şimdi başka bir kelime vardı: “BİRİ SEÇİLDİ.” Veyran dizlerinin bağı çözüldü, yere çöktü, içini kaplayan duygunun adı korku değildi artık, bu... bir teslimiyetle savaştıktan sonra gelen kabullenişti, bir savaşın içindeydi ama düşmanın ne olduğunu hâlâ bilmiyordu, tek bildiği, artık hiçbir şeyin aynı olmayacağıydı.

Veyran ayağa kalktığında dizleri hâlâ titriyordu, gözleri duvardaki o üç kelimeye kilitlenmişti: “Biri seçildi.” Bu, sadece bir tehdit değildi; bu, onların varoluşuna açılan bir savaşın ilanıydı. Mert arkasında durmuş, sessizce onunla birlikte o cümleye bakıyordu ama aklında başka bir şey vardı: Az önce izledikleri görüntüde Lidya’nın oturduğu koltuk... tanıdıktı. O koltuk okulda değildi. O, onun çocukluk evindeydi. “Veyran,” dedi sesi buğulu bir sis gibi kırılgandı, “Bu video... o evde çekilmiş,” dediğinde içlerinde bir şey koptu. O ev, Mert’in annesinin yıllar önce ortadan kaybolduğu evdi. Kaderin kalemini tutan biri vardı ve bu hikâyeyi onlar yazmıyordu. Koşmaya başladılar. Merdivenleri ikişer üçer atlayarak, sokak kapısından çıktıklarında gece daha da kalınlaşmış gibiydi. Her sokak lambası altlarında gölgelerini daha derin yapıyordu. Yüzlerine çarpan hava, sadece soğuk değil; acı taşıyordu. Mert’in evi şehrin kenarında, eski bir semtteydi. Oraya vardıklarında tüm sokak sessizdi. Evin kapısı aralıktı. Mert duraksadı. Veyran onun yüzüne baktı. O an gözlerinde çocuğuna dönen bir adam vardı. Yıllarca o kapının ardındaki cevaplardan kaçmıştı, şimdi o cevaplar onu çağırıyordu. Sessizce içeri girdiler. Evin içi bozulmamıştı ama yaşanmamış gibiydi. Hava ağırdı. Her şeyin üzerinden yıllar geçmişti ama hâlâ annenin izi vardı; kokusu yoktu ama gölgeleri duvarlardaydı. Salona girdiklerinde koltuk oradaydı. Aynı koltuk. Ama üzerinde Lidya yoktu. Sadece yerde bir defter. Mert eğildi, defteri aldı. İlk sayfada onun annesinin el yazısı vardı. “Beni susturduklarında sesim rüzgârda kalacak,” yazıyordu. Sayfaları çevirdikçe yazılar değişti. Farklı el yazıları. Farklı ifadeler. Farklı acılar. Her biri, bir hayatın iç sesiydi. Son sayfada tanıdık bir isim: Zemheri. Veyran’ın elleri buz kesti. Sayfanın altında bir tarih vardı. Bugünün tarihi. Ve bir saat: 00.00. Mert saate baktı: 23.48. Bu bir sayım değildi. Bu bir infaz saatine işaretti. Veyran defteri eline aldı, “Bu… bu bir mezar taşı değil… bu, yaşayanların listesiydi,” dedi. O anda üst kattaki odadan bir kapı sesi geldi. Mert bir an bile durmadan yukarı fırladı. Veyran arkasından gitti. Oda kapısı aralıktı. İçeri girdiklerinde her şey boştu. Sadece duvarda bir ayna. Aynanın üzerine yazılmıştı: “İzliyorsak, varız.” Veyran aynaya yaklaştı, yüzüne bakmadı. Sadece bir şeyi fark etti. Aynada arkasında biri daha vardı ama döndüğünde kimse yoktu. Aynaya tekrar baktığında o figür gitmişti. O figür... annesine benziyordu. Mert sessizdi. Gözleri, aynada kendi yansımasına değil, geçmişine saplanmıştı. O an, evin dışında bir motor sesi duyuldu. İkisi de pencereye koştu. Yavaşça yaklaşan siyah camlı bir araç durdu. Camı inmeden geri geri gidip uzaklaştı. “Bizi izliyorlar,” dedi Mert, sesi donuktu. Veyran defteri göğsüne bastırdı. “Ama artık sadece kurban değiliz,” dedi. Çünkü şimdi onların da bir listesi vardı. Ve o liste, susturulanların sesiyle yazılacaktı.

 

 

 

Bölüm : 17.06.2025 18:52 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...