
Geceye çarpan adımlarının sesi içindeki sessizliği bastırmıyordu, çünkü o sessizlik artık onun bir parçasıydı, bir organ gibi, bir yara gibi… Veyran, sokağın kıvrımlarına sinmiş karanlığı yararak yürüyordu ama adımlarını durduran şey soğuk değildi, rüzgâr değildi, gölgelerin uzanışı hiç değildi; durduğu yerde gözlerini kısmış, kaldırım taşının arasına sıkışmış bir şeyi izliyordu, küçücük bir şeydi bu, belki bir düğme, belki bir boncuk, ama onun için zamanı çatlatan bir anıydı, çünkü orada, tam o noktada bir zamanlar annesiyle yürümüştü, elinden tutan o kadın şimdi bir hatıra kadar uzaktaydı, hatta bazen var mıydı, yok muydu, onu bile bilemiyordu, zihninde onu ararken bulanıklaşan yüzler, kısık sesler, soğuk eller… ama hiçbir zaman sarılmamıştı ona, hiçbir zaman “korkma” dememişti, işte o yüzden Veyran’ın içinde büyüyen korkular asla küçülmemişti. Mert uzaktan seslendi, sesi rüzgâra karıştı ama anlamı ağırdı, çünkü artık geri dönüş yoktu. Veyran başını kaldırdı, gecenin içinden gelen o çağrıya kulak vermekle, kalbinin sesine yenik düşmek arasında sıkıştı bir an, sonra yürümeye devam etti. O sırada hafifçe titreyen sokak lambası, gölgelerin yerini değiştiriyor, suretleri tanınmaz hâle getiriyordu, ama o neyin gerçek, neyin hayal olduğunu çoktan unutmuştu. Duyduğu sesler bazen kendi geçmişinin yankılarıydı—ama o kelimeyi kullanmak istemiyordu artık, çünkü bazı kelimeler, içini kemiren şeyleri yeniden diriltirdi. Ve bu gece… bu gece kelimelere gerek yoktu. Ayakta durmak bir zaferdi. Nefes almak bir dirençti. Kalbinin atması ise, her şeye rağmen hâlâ bir yerlerde yaşadığını hatırlatıyordu. Ama asıl tehlike dışarıda değil, içerideydi. Çünkü o gece kapılar kapatılmamıştı, bazıları bilinçaltında açık bırakılmıştı, yıllar önce kilidi kırılmış, ama hâlâ kapanmamış bir kapı şimdi tekrar aralanıyordu. Veyran, duvarların arasından geçen soğuk bir nefes gibi hissetti o anıyı—annesiyle bir odada kilitli kaldığı o günü, kapının ardında duran ve ona yardım etmeyen yetişkinleri, sustuğu için cezalandırılan çocukluğunu… İşte o gün bir şey kırılmıştı içinde. Ve şimdi her şey, ama her şey o kırığın üzerine inşa edilmişti. Mert yanına geldi, gözleri doluydu ama ağlamıyordu, çünkü ikisi de aynı şeyi öğrenmişti zamanla: Bazı gözyaşları dışarı dökülmezdi. İçeride birikir, insanın içinde göl olurdu. Ve bu gece… o göl taşmak üzereydi. Mert sessizce cebinden küçük, yıpranmış bir kâğıt parçası çıkardı. Kenarları yanmış gibiydi, ortasında silik bir isim, tanıdık bir harf izi... Lidya. Veyran gözlerini kâğıda dikti, harfler kıpırdamıyordu ama kelimelerin yükü boğazına oturdu. Bu sadece bir isim değildi, bu bir çağrıydı, bir suçlamaydı belki de. “Biri bize oyun oynuyor,” dedi Mert fısıltıyla, “ama biz oyuncak değiliz.” Ama ikisi de biliyordu, bu sadece bir oyun değil, bir planın içindeydiler. Liste bir harita gibiydi; geçmişte bastıkları her adımı işaretliyordu, unuttuklarını sandıkları her anı aslında birer ipucuydu. Mert’in sesi titriyordu ama kararlıydı, “Bu sefer gireceğiz oraya, ve bu kez cevapları almadan çıkmayacağız.” dedi. Veyran başını salladı ama kalbi donuktu. Çünkü bazı cevaplar iyileştirmezdi insanı, aksine parçalarını daha da un ufak ederdi. İçinde yankılanan sessiz çığlıkları bastırmak için gözlerini sıkıca kapattı, ama göz kapaklarının ardında bile o görüntü vardı—Zemheri’nin yüzü. Okul çıkışı kaybolan sessiz çocuk, o çocuk… onun gibi korkak ama güçlü, kırılmış ama direnmişti. Onu biri almıştı. Ya da bir şey. Şimdi sıra onlara gelmişti. Çünkü liste durmuştu ama hikâye devam ediyordu. Arven’den hâlâ haber yoktu, Şeyda sessizleşmişti, Berk ise hiç susmamış gibi susturulmuştu. Ve gecenin karanlığında ilerledikçe, yollar daha da daralıyordu. Veyran nefesini tuttu, eski fabrikanın arka girişine vardıklarında zaman yavaşladı sanki. Mert duvarı yokladı, tuğlaların arasında bir delik buldu, elini soktuğunda küçük bir anahtar çekip çıkardı. Bu bir tesadüf olamazdı. “Bizi biri izliyor,” dedi Veyran, sesi neredeyse bir nefes kadar inceydi, “ve bu biri… bizim hikâyemizi bizden iyi biliyor.” Mert cevap vermedi. Çünkü bazen sessizlik, bir çığlıktan daha güçlüydü. Kapı gıcırdayarak aralandı. Ve karanlık, onları içine çekti. Adım attıkları anda zamanın dışına düşmüş gibiydiler. Fabrikanın içi yıllardır dokunulmamıştı belki ama içerideki hava yeni bir şeyin kokusunu taşıyordu. Karanlık sadece görmeyi engellemiyordu, düşünmeyi de boğuyordu. Her şey sessizdi, ama o sessizlikte bir bilinç vardı, duvarların kulağı, paslı rafların hafızası, yıllar önce orada kalmış adımların izi… Veyran’ın parmakları hafifçe titrediğinde Mert’in koluna dokundu. Geriye dönmek için değildi bu temas. Hayatta olduklarını hatırlamak için. Çünkü artık yaşamla ölüm arasındaki fark sadece birkaç saniyeye sıkışmış gibiydi. Loş bir ışık süzülüyordu tavan aralığından, yer yer kırılmış camların arasından sızan ay ışığı beton zemine gölgeler düşürüyordu. Ve o gölgeler, sadece nesnelerden oluşmuyordu. Mert ileride bir masa gördü, üzerinde dağınık notlar vardı. Her biri farklı el yazısıyla yazılmıştı. Ve ortalarında, yıllar öncesinden kalma bir okul rozeti. Veyran uzanıp aldı rozeti, gözleri doldu. Bu, Lidya’nın rozeti olamazdı. Ama aynısıydı. Aynı çizik, aynı yerden çatlamıştı. “Bu sadece bir mesaj değil,” dedi Mert, “bu bir kurgu. Birileri bize geçmişimizi hatırlatıyor. Belki de unutmamamız için değil, delirmemiz için.” Derken bir ses… metalin yere çarpması gibi. Bir anda her şey dondu. Nefeslerini bile almayı unuttular. Mert elini cebine attı, küçük çakı gibi bir şey çıkardı, Veyran ise gözlerini karanlığa sabitledi. Gözlerini kısıp odanın diğer köşesine baktı… orada biri vardı. Bir gölge değil bu kez, gerçekten biri. Ama yüzünü göremediler. Sadece konuştu. “Çok geç kaldınız,” dedi kadınsı ama uğursuz bir sesle, “O şimdi bambaşka bir yerde.” Veyran ileri atıldı, “Lidya nerede?” diye sordu. Ama ses cevap vermedi. Yalnızca gülümsedi ve arka kapıdan yok oldu. Mert onun peşinden koşmak istedi ama Veyran kolundan tuttu, “Hayır,” dedi, “bu... bu bir tuzak. Burada başka bir şey var.” O üç kelimeyi okuduğu anda içinde bir şey kırıldı Veyran’ın. Gözbebekleri büyüdü, elleri kağıdı sımsıkı kavrarken tırnakları neredeyse eti yırtacaktı. “Sıradaki sensin, Veyran.” Sanki yıllardır kendi adını ilk kez bir başkasının ağzından duymuş gibiydi; öyle yabancı, öyle soğuk… Kağıttaki harfler titriyor gibiydi, ya da o kadar çok titriyordu ki yer sabit kalıyor, dünya kayıyordu altından. Mert bir adım geri çekildi. Sanki o cümle sadece Veyran’a değil, ikisine de yazılmıştı ama biri önce yanmalıydı. Kimi zaman hayatta kalmak için değil, ölebilmek için sıraya girilirdi. “Bu mümkün değil,” dedi Mert boğuk bir sesle, “bunu bilen kimse kalmamıştı.” Cümlesi havada dondu. Çünkü orada, o eski fabrikanın ortasında, zaman sadece geçmişin değil, geleceğin de kabusu olmuştu. Veyran yavaşça doğruldu, notu avucunun içinde buruşturdu ama atamadı. Atmak, kabullenmekti. Oysa şu an yapabildiği tek şey, inkâr edebilmekti. Duvarlarda bir şey vardı. Yeni. Taze çizilmiş. Kanla değil, kömürle değil, başka bir şeyle… belki korkunun kendisiyle. Simgeye benzeyen işaretler, bazıları harf, bazıları sadece çizik. Veyran yaklaşınca fark etti; onlar çizik değildi. Onlar isimlerdi. Kazınmış. Kurbanların değil, tanıkların. Ve bir tanesi, netti: “Zemheri.” Kalbi göğsünü delip kaçacakmış gibi çarpmaya başladı. Zemheri'nin adı oradaydıysa… birileri onu buraya getirmişti. Ama nasıl? Neden? Ve hâlâ burada mıydı? “Onu almışlar,” dedi Mert, sesi çatlamıştı, “ama neden? Neden o?” Veyran cevap veremedi. Çünkü bazı soruların cevabı yoktu. Ya da vardı da, duyunca insanın kalbini paramparça ediyordu. Duvarın dibinde duran eski bir projeksiyon cihazı vardı. Tozla kaplıydı ama Mert onu fark etti. Yaklaştı, çalışıp çalışmadığını bile düşünmeden fişe taktı. Ve cihaz... aniden canlandı. Boş duvara yansıyan görüntü, bir sınıfın içindendi. Eski bir kayıt. Tarih belli değildi ama görüntü netti. Masaların arkasında oturan beş çocuk. Beş yüz. Biri Veyran’dı. Diğerleri: Mert, Berk, Şeyda ve Lidya. Sınıfta öğretmen yoktu ama gözleri önünde olanlar her şeyden daha öğreticiydi. Bir ses yankılandı—kesin, sert ve tanıdık: “Unutanlar, hatırlamaya mahkumdur.” Veyran dizlerinin üstüne çöktü. O görüntü… o görüntü orada olmamalıydı. Çünkü o günle ilgili hiçbir kayıt kalmamıştı. Çünkü o gün… biri ölmüştü.“Bunu kim çekti?” dedi Mert neredeyse fısıltıyla. Veyran’ın gözleri buğulandı. “O gün orada bir kişi daha vardı. Bizden biri sandık. Ama hiç kimse değildi. Her şeyi izleyen, sessizce kalan, hatırlayan biri…” Ve tam o anda projektör kapanmadan önce ekrana son bir kare daha yansıdı. Sınıfın kapısı. Ve kapının üstüne kazınmış bir cümle: “Görülmeyenler Listesi daha tamamlanmadı.” Sessizlik… sadece duvarlarda değil, bedenlerinde yankılanan sessizlikti bu. Projektör sustuğunda oda yeniden karanlığa gömüldü ama bu karanlık artık eski karanlık değildi. Bu, bilen bir karanlıktı. Gören, izleyen, unutmayan. Veyran ayağa kalkarken ayaklarının altındaki yer bile düşecekmiş gibi sarsılıyordu. Gözlerinde biriken yaşları silmedi, çünkü artık saklanılacak bir duygusu kalmamıştı. Gerçeklik, bütün çıplaklığıyla üzerlerine devrilmişti. Mert’in sesi titriyordu, “O gün biri ölmüştü… ama biz sustuk. Hepimiz. Belki o yüzden sırayla alıyorlar bizi. Belki… bu ceza.” Veyran başını iki yana salladı. “Hayır. Bu ceza değil. Bu… temizlik. Hatırlayanlar kalamaz bu oyunda. Çünkü hatırlayan, taşıyan olur. Taşıyansa... düşer.” Birden dışarıdan gelen bir sesle irkildiler. Metal bir kapının yavaşça kapanışı. Sessiz ama tehditkâr. Mert pencereye yöneldi ama dışarıda kimse yoktu. Sadece boşluk. Ya da öyle sandılar. Gözlerini biraz kısıp dikkatle baktığında, duvarın dibinde bir şey hareket etti. Küçük, gri bir defter. Biri az önce oraya bırakmış gibiydi. Mert hızla aşağı inmek isterken Veyran kolundan tuttu. “Tuzak olabilir.” Ama merak, korkudan her zaman bir adım önde koşar. Merdivenlerden sessizce indiler. Defteri aldılar. Sayfaları çevirdikçe içeride tanıdık isimler gördüler. Şeyda, Berk, Lidya, Zemheri… ve en son satırda yeni bir not: “İtiraf edene kadar, oyun sürecek.” O an her şey netleşti. Bu bir cinayet değil, bir suskunluk lanetiydi. Ve o gün, yıllar önce, o sınıfta, bir kişi ölmüş ama beşi susmuştu. Herkes aynı anda suçsuz ve suçluydu. Sadece biri konuşsaydı… belki her şey farklı olurdu. Ama konuşmadılar. Çünkü korktular. Çünkü çocuklardı. Ama şimdi büyümüşlerdi ve korkunun yerini kefaret almıştı. Veyran defteri kapattı, gözlerini Mert’e dikti. “İtiraf etmeden durmayacaklar. Gerçek anlatılmadan... bu liste tamamlanmayacak.” Mert başını eğdi. “Ama hangimiz anlatacağız? Hangimizin sesi artık bir şey ifade eder?” Veyran bir adım attı ileri. “Ben.” Çünkü bazen hayatta en büyük direniş, geçmişi yeniden dile getirmektir. Ve en büyük savaş, insanın kendine karşı verdiği savaştır. Veyran o gece bir karar verdi: Artık saklanmayacaktı. Ne sessizliğin ardına, ne de korkunun gölgesine. O sınıfta yaşananları, o kapının ardında unutulanları, o gün gömülen sesi… geri getirecekti. Ve o an, duvarın üstündeki eski boya dökülmeye başladı. Altından yeni bir isim çıktı. “Veyran.” Görülmeyenler Listesi artık sadece bir liste değildi. Bir hatırlatma, bir kehanet, bir kapanmayan kapıydı. Ve o kapı açıldığında, içinden yalnızca geçmiş çıkmayacaktı. İçinden, herkesin sustuğu o sessizlik de çıkacaktı. Ve bu kez, biri susmayacaktı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.65k Okunma |
2.9k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |