
Bazı insanlar sessiz doğar. Ama sessizliğin bir bedeli vardır: Ya duyulmak için yakarsın, ya da duyulmasın diye yakarsın. Mert, ikincisini seçti. O, bir adamdan çok; bir fikir, bir suskunluk, bir infazdı. Babasının yarım bıraktığı cehennemi tamamlamak için doğdu. Ve gözlerinin içi, bir yangının soğumuş hâli gibiydi... dumanı yoktu ama hâlâ kavuruyordu. Örgüt onun ellerinde sadece büyümedi. Şekil değiştirdi. Kurallar, sözler ve bağlılıklar... artık tek bir dudağın kıvrımına bakıyordu. İhanet mi? Onun için sadece zamana yayılmış bir intihardı. Ve her ihanet, onun zihninde defalarca öldürülmüştü zaten; beden, yalnızca geriden gelirdi. Mert, sevmezdi. Çünkü sevgi, yumuşatırdı insanı. Oysa onun dünyasında yumuşayan tek şey… kurşun geçirmiş bir kalbin son atışıydı. Kevser, defteri göğsüne bastırırken gözleri karanlığın içinden sıyrılan bir gerçeği arıyordu. Her adımında geçmişin üzerine basıyor gibiydi; kırılgan ama hâlâ keskin. Lidya arkasından geliyordu, sessiz ama tetikte. Sanki suskunlukları bile örgütün duvarlarına çarpıp parçalanıyordu. Demir’in sesi kulaklarında çınlamıyordu artık. Ama varlığı… hâlâ boynuna dolanmış bir kelepçe gibi hissediliyordu. Lidya, bir anda durdu. Duvarın çatlağından içeri sızan sönük ışık, yüzüne düşen gölgeleri daha da keskinleştirmişti.
Bu defa konuşan oydu. "Bazen kaçmak, sadece ileri gitmek değildir Kevser. Bazen, geçmişin önünde diz çökmeden geleceğe adım atamazsın" Kevser başını çevirmedi. Ama sesi, yıllardır sakladığı bir yara gibi ağırdı. "Ben diz çöktüm, Lidya. Yıllar önce... Ceyran’ın mezarında, Yusuf’un defterinde, kendi vicdanımda. Ama bir kere affetmedi seni hayat; yüzleşmediğin her şeyle geri döndü." Aralarındaki sessizlik, örgütün içinde var olan görünmez bir ceza gibi çöktü. Bu bir yolculuk değildi. Bu bir infazdı. Her biri kendi sessizliğini kurban veriyordu. Ve tam o anda... tünelin sonunda silik bir ayak sesi duyuldu. Derin, kararlı, yabancı olmayan. Mert’in varlığı, odanın havasını ağırlaştırmıştı. Kan kokusu, suskunluk ve geçmişin yükü bir araya gelerek nefes almayı zorlaştırıyordu. Gözleri karanlıkta parlayan adam, kelimeleriyle değil; varlığıyla hükmediyordu odaya. Demir, yavaşça adım attı. Her hareketi, yılların yükünü taşıyan bir sessizliğin içinde yankılanıyordu. “Neden geri döndün?” dedi. Sesi titremiyordu ama içinde kırgınlık, hesap sorma ve kırılgan bir umut vardı. Mert, kan lekeleri arasında hafifçe gülümsedi. “Çünkü suskunluk artık bir lüks değil. Bize nefes aldırmıyor.”
O an, dışarıdan gelen patlama sesiyle herkes irkildi. Sığınak, ölümle dans eder gibi sarsılmıştı. Kovalamacanın, savaşın ve ihanetin tam ortasındaydılar. Ama bu odada, söylenmeyen sözler ve gizlenen gerçekler daha tehlikeliydi. Kevser, koridorun ucundan adımlarla içeri girdi. Yüzündeki korku yerini, adeta yanar bir kararlılığa bırakmıştı. “Mert, bu defteri almak istiyorsan… önce bizimle yüzleşmen gerekecek.” Lidya ve Fatih arkadan sessizce geldiler. Üçü birden, gözlerindeki ışıltı ve bedenlerindeki kararlılıkla Mert’i çevreledi. Ölüme meydan okuyanlar gibi duruyorlardı. Mert, o an gözlerini yumuşattı, ama sesi hala keskin ve acımasızdı. “Sizler, Yusuf’un gölgesinde yaşıyorsunuz. Ama unutmayın, gölge olmadan ışık da olmaz. Ve ben… o ışığı söndürmeye değil, kendi karanlığımı yakmaya geldim.” Demir adımını attı. “O zaman gel, göster kendini. Korkularımızı değil, gerçeklerimizi ortaya koy.” Oda, beklenmedik bir sessizliğe büründü. Bir süre sonra Mert, ağır adımlarla masaya yaklaştı. Elindeki defteri açtı, ama gözleri sayfalardan çok etraflarındakilere takılıydı. “Bu defter… sadece geçmişin değil, geleceğin de anahtarı.” dedi. “Ve bu anahtarı kullananlar, sadece biz değiliz.” Bir anlık gerginlikte kapı hızla açıldı. İçeriye yeni bir siluet girdi; karanlığın içinde sessiz ama ölümcül bir gölgeydi. Kim olduğu henüz bilinmiyordu. Ancak herkesin yüreğinde aynı korku filizlendi.
Mert, derin bir nefes aldı. “Hazır olun. Çünkü bu gece… sadece geçmiş değil, tüm geleceğimiz yanacak.”
Fatih’ti. Ama yüzündeki ifade, geçmişinden değil... başka birinden geliyordu. Zaman, bu odada işlemiyordu. Duvarlar, yıllardır aynı nefesi tutuyor gibiydi. Ne sıcaklık sızıyordu içeri, ne de merhamet. Mert’in kurduğu düzen, sadece disiplinle değil; sessiz kabullenişlerle örülmüştü. Herkesin bir görevi vardı. Herkesin susması gereken bir an, herkesin itaatle eğilmesi gereken bir gölge… Ve o gölge, çoğu zaman Mert’in ayaklarının dibine düşüyordu. Bir adamın salt korkuyla değil, inşa ettiği korkunun alışkanlıkla karışmış izleriyle hükmetmesi... işte bu, Yusuf’un hiç başaramadığı şeydi. Çünkü Yusuf fikirdi. Ama Mert, fikrin gömleğini çıkarıp silah giymişti. Kendini tanımlarken aynalara ihtiyacı yoktu. O, insanların en zayıf kaldığı yerde dikiliyordu. Gerçekle yüzleşemeyen herkes için bir alternatifti. Yalanlarla beslenmiş sadakatler, bastırılmış geçmişler ve çaresizlikten doğmuş itaatler... Hepsinin yönü aynı karanlığa çıkıyordu. Mert’e.
Onu güçlü yapan şey zalimliği değil, adaleti bükme becerisiydi. Düşmanlarını öldürmeden önce susturur, dostlarını sadakatten önce test ederdi. Ve şimdi… Artık hiçbir testin geri dönüşü yoktu.
Çünkü Yusuf’un defteri gün yüzüne çıkmıştı. Kevser kaybolmuş, Fatih kendi içindeki sadakatle vicdanın arasına sıkışmıştı. Demir, gözlerinin içinden kan çekerken hâlâ geçmişin çivilerine saplıydı. Ceyran… hâlâ yaşayan bir hayalet gibiydi. Ama bunlar Mert için sadece piyondu.
Taht, hâlâ onun kontrolündeydi. Ve Mert’in satrancı, kurallarla değil, korkularla oynanıyordu.
Girişte beliren o yeni siluet, odanın karanlığını daha da koyulaştırmıştı. Herkes nefesini tutmuş, adeta zamanı bekliyordu. Kimdi? Düşman mı, müttefik mi? Ya da geçmişin en acımasız yüzü mü? Fatih, bir adım öne çıktı, kalbindeki sorular yanıyordu. “Kim bu?” diye sordu, sesi hem kararlı hem de kırılgandı. Yeni gelen kişi, ağır adımlarla ilerledi. Yüzü gölgede kalmıştı ama gözlerinin içine bakmak bile bir tehdit gibiydi. “Ben, kaybolanların sesiyim,” dedi. “Sizin sakladığınız her sırrın, her yarım kalmış hikâyenin gölgesiyim.” Lidya, silahını biraz daha sıkı tuttu. “Neden geldin?”
“Çünkü sessizlik sona eriyor,” dedi o, alçak ve kesin bir sesle. “Ve sizler, bu sessizliğin bedelini ödemeye hazır olun.” O anda Demir’in gözlerinde bir kıvılcım yandı. “Bedel mi? Biz yıllardır bedel ödüyoruz. Ama artık biz sormaya başladık; susan değil, hesap soran biz olacağız.” Mert’in yüzünde ise soğuk bir tebessüm vardı. “Demir haklı. Bu gece, tüm maskeler düşecek. Ve herkes kendi gerçeğiyle yüzleşecek.”
Sessizliği, dışarıdan gelen yankısız patlama sesi bir kez daha deldi. Sığınak, artık bir savaş alanıydı. Ama içerideki savaş, çok daha derindi. Zihnin, vicdanın ve geçmişin kırılgan sınırlarında yaşanan bir hesaplaşma. Kevser, odaya girdiğinde elinde tuttuğu kaseti sıkıca kavramıştı. “Bu kaset… tüm sırların anahtarı. Ama dinlersek… ya hayatlarımız değişir ya da tamamen biteriz.” Lidya’nın gözleri karanlığa dalmıştı. “Korkuyor musun?” Kevser, derin bir nefes aldı. “Korku değil… bu, sonunda yüzleşmenin korkusuzluğudur.” Fatih, kaseti alırken dudaklarını sıktı. “O zaman dinleyelim. Ve görelim, karanlığın hangi yüzü bizimle kalacak.” Kaset çalarken odada zaman donmuştu. Her kelime, her fısıltı, bilinmezliğin kalbine saplanan bıçak gibiydi. Ve o an anlaşıldı ki; geçmişi gömenler, aslında kendilerini gömmüştü
Kasetin sesi odanın soğuk duvarlarına çarpıyor, kelimeler adeta kanlı izler bırakıyordu. Her cümle, geçmişin gölgelerini birer birer aydınlatıyor, yerle bir olmuş hayalleri ve kırılmış yürekleri ortaya çıkarıyordu. Fatih, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. “Bu ses… sadece bir kayıt değil. Bu, bir itiraf, bir lanet, bir çağrı.” Lidya ise kasetin önünde donakalmıştı. Gözleri, kelimelerin üstüne çöken ağırlığı taşıyamıyordu. “Bize ne anlatıyor bu? Hangi sırrı?” Lidya, kaseti çalan cihazın yanına eğildi. “Bize Yusuf’un suskunluğunu, Mert’in sessizliğini… ve Demir’in içinde sakladığı fırtınayı fısıldıyor.” Demir’in yüzünde bir gölge geçti. “Her sustuğum anın bedeli var. Ama bu gece, o bedeli ödeteceğim herkese.” O anda dış kapıdan gelen patırtılar içeriye sızdı. Sesler yaklaşıyordu; düşman çoktan içeri girmişti. Ancak iç savaş daha yıkıcıydı. Kendi geçmişleriyle, kendi karanlıklarıyla hesaplaşacaklardı. Mert’in ses tonu buz gibiydi. “Bu kaset, sadece bir başlangıç. Kaybettiğiniz her anının, susturduğunuz her gerçeğin geri dönüşü.”
Kevser gözlerini kapadı. İçinde kopan fırtına, kasetin her kelimesiyle daha da büyüyordu. “Bugün… ya küllerimizden doğacağız, ya da tamamen yok olacağız.” Lidya silahını yeniden kavradı. “Hazır olalım. Çünkü bu savaş sadece bedenlerde değil, ruhlarımızda da yaşanacak.” Fatih, Demir ve Kevser arasında sessiz bir anlaşma vardı. Bir daha susmayacaklardı. Artık hesaplaşmanın tam zamanıydı. Ceyran adımlarını hızlandırdı. Labirent gibi uzanan koridorların karanlığı, zihninde yarım kalmış anıların gölgeleriyle iç içe geçiyordu. Her duvar, geçmişin izlerini taşıyor gibiydi; fısıltılar duvar aralıklarından sızıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu. Bir zamanlar çocuk kahkahalarının çınladığı bu yer, şimdi yalnızca suskunlukla hüküm sürüyordu.
Birden durdu. Boş bir oda. Yıkık dökük duvarların ortasında, camı olmayan pencereyle dışarıya bakan bir masa… Masanın üzerinde bir not defteri vardı. Tanıdık bir el yazısıyla yazılmış tek bir cümle: “İnsan, unuttuğunu sandığı şeyi en çok hatırladığı yerde bulur.” Gözleri büyüdü. Bu Yusuf’un el yazısıydı. Ellerini masaya koydu, sanki o yazıyı okudukça yıllar geri sarılıyor, sessizlik aralanıyor, karanlık konuşmaya başlıyordu.
Aynı anda başka bir yerde… Demir, merdiven boşluğunda bir çığlık sesiyle irkildi. Silahını çekti, karanlığa yöneldi. Bir ses daha… Bu kez bir adım sesi. Ardından gelen fısıltı, dudaklarında titrek bir gülümseme bıraktı.
“Bir gün seni de kandıracaklar, Demir. Ve sen o gün kendi hafızanı sorgulayacaksın.” Bir hayalet gibi beliriverdi Mert. Gözlerinin içinde karanlığın dili vardı. Aralarındaki mesafe bir nefes kadardı ama geçmişleri... bir ömür kadar uzaktı. Demir dişlerini sıktı. “Artık oyunları bilmiyorum sanma. Yusuf’un defteri bende.” Mert başını yana eğdi. “Bendeki gerçeklerle, sende taşıdığın kâbuslar arasında fark var, Demir. Ve sen hangisinin seni öldüreceğini bilmiyorsun.” Demir, duvarda yarısı yanmış bir not kâğıdına gözünü dikmişti. Satırların arasında kan değil, başka bir şey akıyordu. Suçun dili sessizlikti belki… ama bu defa, kelimeler kan kokuyordu. Fatih ise karşısında duran haritaya yeniden baktı. Yusuf’un odasında bulunan gizli bölme… defterde yazan semboller… hepsi birer parça gibiydi. Ama en kritik parça hâlâ Kevser’in zihnindeydi. Ve o parça ne kadar bastırılırsa, o kadar kırılgan hâle geliyordu.
"Bu, bir başlangıç değildi" dedi Fatih fısıltıyla. "Bu, gömülmemiş sonların dirilişi." Lidya’nın telefonu titredi. Ekranda bir numara belirdi. Kayıtsız, isimsiz… ama içgüdü, kimi aradığını çoktan biliyordu. Cevap vermedi. Ama içi konuşmaya başladı. "Sen sustuğunda... bazıları daha yüksek bağırır" dedi kendi kendine. "Ve bazıları... sessizliğin içine gömülür." Mert, o sırada karargâhın gizli odasında tek başına yürüyordu. Duvarlarda Kevser’in çocukluk fotoğrafları, Ceyran’ın göz altı morlukları, Demir’in bir zamanlar ağladığı köşe... hepsi bir araya getirilmişti. O, geçmişi koleksiyon gibi saklayan bir saplantıydı. Masaya yaklaştı. Bir kaset koydu. Eski, karışık bir ses kaydı. Yusuf’un sesiydi. "Gerçek, seni öldürmez… seni sen yapar." Mert gözlerini kapattı. Gülümsedi. Ardından fısıldadı: "Ve ben, bu gerçeği herkesin boğazına saplayacağım."
Kevser, odasında tek başına duruyordu ama zihninde kalabalık bir duruşma vardı. Hiç konuşulmamış cümleler, hiç kapanmamış davalar… hepsi birer hayalet gibi çevresini sarıyordu. Masanın üzerindeki dosya değil, yıllardır bastırdığı hakikatti parmaklarını yakan. "İnsan bazen adaleti aramaz... kendi içindeki suskunu yargılamaya başlar," diye mırıldandı. Aynı anda Fatih, koridorda ağır adımlarla yürüyordu. Telefonuna bakıyordu ama bir arama değil, bir geçmiş bekliyordu. Yusuf’un ismini her duyduğunda içinden bir duvar daha yıkılıyordu. Cümleler hafızasında kıymık gibi batıyordu: "Hiçbir örgüt, hakikati sonsuza dek gömemez. Gömülmeyen her şey gün gelir kokar, Fatih..." Bir anda adımları durdu. Gözleri, asla ilgisini çekmemesi gereken o kapıya kaydı: bodrum katına inen merdivenlerin başı. Karanlık oradaydı, ama asıl karanlık, kimsenin inmediği zihinlerin içindeydi.
Demir, yukarı katta bir duvara yaslanmıştı. Gözleri, hâlâ Kevser’in masasındaki eski bir notun kopyasına takılıydı. Yarım yanmış, ama anlamı hâlâ diri: “Sessizlik, en büyük suçu taşır.” Elini cebine attı, ufak bir parça kömür çıkardı. Bu, Yusuf’un el yazısıyla yazılmış o ilk defterin köşesinden kalmaydı. Ve ona göre, bu parça hiçbir adliyede bulunamayacak bir delildi. Ceyran binaya sessizce girmişti. Kimseye görünmemişti. Gölge gibi ilerliyordu. Ama gölgeler her zaman karanlığa ait değildir. Bazen, ışıktan kaçanların izini sürer. Merdivenleri yavaşça inmeye başladı. Her basamak, onu sadece aşağıya değil, geçmişine daha da yaklaştırıyordu. Bir elini duvara dayadı, tenine işleyen soğukla ürperdi.
Zihninde Demir’in sesi çınlıyordu: "Beni bir gün gerçekten görmek istersen... beni sustuğum yerde ara." Ceyran, tam da oraya gidiyordu. Ve binanın içinde bir şeyler, artık geri dönülemez şekilde çözülmeye başlıyordu. Demir, eski bir günah gibi ağır ağır yürüdü Kevser’e doğru. Parmakları hâlâ az önce sıktığı silahın tetiğinde gibi kaskatıydı. Ama gözleri... gözleri, Kevser’in ellerindeki deftere kilitlenmişti. Fatih ise olduğu yerde kalmıştı. Ceyran’ın gelişiyle bir şeyler parçalanmış gibiydi içinde. O gözlerde geçmiş vardı. Kayıp bir kadının değil, unutulmamış bir felaketin izleri... Ve Ceyran, sadece geri dönmemişti; içlerinde kırdıkları her şeyi sessizce toplamaya gelmiş gibiydi. Kevser’in sesi usulca yükseldi: Defteri kimseye veremem. İçindekiler sadece Yusuf’un değil… bizim kanımızla yazılmış. Demir kaşlarını çattı. Bu oyunun sahibi o defteri istiyor. Vermemek bizi kurtarmaz. Kevser başını iki yana salladı. Ya da o defteri verince biteceğini sanıyorsun. Yanılıyorsun, Demir. O defteri kim okursa... bir daha eskisi gibi olamaz.
O an içeriye hızla bir gölge süzüldü. Lidya… yüzü solgun, gözleri dolu bir çığlık gibi Yetişemedim, dedi nefessiz. Mert... bir adım daha yaklaştı. Kapılar artık kapanmazdı bu hikâyede. Herkes içeri sızmıştı. Ve şimdi, herkesin yüzü birer silaha dönüşmüştü.
Ceyran ileri çıktı, sesi titremedi: Ben sustuğum için büyüdünüz siz. Demir’in bakışları üzerine çakıldı. Sustum çünkü susturulmuştum. Ama artık anlatacağım. Her şeyi. Ve o anda defter, Kevser’in ellerinden düşerken sayfaları açıldı. Zemin bir sır gibi yırtıldı altlarında. İçlerinden biri, düşmeden önce fısıldadı: “Gerçek... hâlâ hayatta. Ve biz, hâlâ mezarını kazıyoruz.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.16k Okunma |
5.23k Oy |
0 Takip |
42 Bölümlü Kitap |