
Yula'dan Büyüler ve Kehanetler Kitabı
Yok oluşun başlangıcı
Kızıl nehir yalnızca içilmez bir su iken, sisli dağın tepesinde bilinmezlik vardı. Diyarın kalbi Altın Ormanda atıyordu. Sonu gelmeyen hastalıkların ve kıtlığın acısından habersiz refah içinde yaşıyordu herkes.
Gizli olan açığa çıktığında yapılmaması gerekenler yapıldı. Güç, cazibelidir ve hükmetmek bir hastalıktır. Yok oluşun başlangıcı tamda böylesine hastalıklı bir güç arzusuyla oldu. Tanrılardan geriye Iduğ kaldı. Gücünün son kırıntıları ile diyar için bir kış prensesini derin denizlere gönderdi. Ruhunu en doğru zamanda bulması için başka bir ruhla mühürledi.
Onlardan geriye yalnızca büyüler ve kehanetler kaldı.
Altın Orman
Gölge
Kuruyup bağlı olduğu ağaçlarından ayrılan dallar, soğuk bir gecede iki yabancının ısınmasına yardım ediyordu. Çatırdayan dalların sesi ve ateşin yüzüme yaptığı o sıcak dokunuş huzurlu bir uykuya davetiyeydi. Bayan Karga biraz ötedeydi. Ateşe uzattığı parmakları aydınlığa kavuşunca tırnaklarını saran karartı gün yüzüne çıktı. Uzun siyah saçları olmasaydı şüphesiz bir oğlan çocuğunu anımsatırdı bana. Ufak vücuduna rağmen hançerlerini kavrayışı tehlikeliydi, sarmaşıktan çıkabilmesi ise onun tehlikeli olduğunun ispatıydı.
"Nöbetleşerek uyumalıyız." Dedim ateşin içine ince birkaç dal daha atarken. "İsterseniz ilk nöbeti ben alırım."
"Altın ormana gelecek bizden başka deli olduğunu sanmıyorum. Nöbet tutmanın bir anlamı yok."
"Sizce koskoca diyarda kış prensesinden haberdar olanlar yalnızca iki karandil mi?"
"Rübaya'da olanların kanıt için Altın ormana gelme ihtiyacı olmadığına göre sanırım ikimiziz. Hem seçilmiş olmayanların bunu bilmesine imkan yok."
Lata cebimden çıkıp ateşin yanına kıvrıldı. Yumuşak tüylerini okşadım. Yüzümde nazik bir tebessüm yer edindi. "Anlaşılan ilk nöbet benim. Bayan Karga, rahatça uyuyabilirsiniz."
İki elini başının altında sabitleyerek ateşin yanına uzandı. Gözlerini kapatmasının üzerine çok vakit geçmeden nefesleri bir düzene girdi. Onun aksine bedenim hala ormanı aşacak güçteydi. Erityaha'nın ormanın sınırına yakın köylerinden birinde yaşıyordum. Bu yüzden geldiğim yol pek uzun değildi.
Genç Kral saraya yakın olan olmayan her köye yeterince erzak gönderimi yapıyordu. Bu yüzden çoğu insandan daha iyi standartlarda yaşıyordu Erityaha halkı.
Bu topraklarla ilgili pek çok söylenti vardı. Bana kalırsa en doğru tahmin Erityaha'nın Altın ormana sınır olmasındandı. Diğer topraklara kıyasla hala verimli pek çok tarlası vardı. Bu yüzden insanlar açlıktan ölmüyordu. Genç Kral da şüphesiz adaletli bir düzenle yönetiyordu.
Tüm bunların geride kalacağının hayali damağımda tatlı bir tat bıraktı. Keyifle sırtımı yasladığım ağaç kuru ve ince birkaç dal düşürdü yere. Bu sesler Bayan karga'yı uyandırmadı. Ateşin gölgesi aydınlıkla birlikte dans etmek yerine durduğunda keyifli geçirdiğim o kısa süre sona erdi. Gölgeler fısıldamaya başladığında avucuma aldığım toprağı hızla ateşin üzerine attım.
"Bayan Karga!" Fısıltım ona ulaşmadan omuzlarını kavrayıp sarstım. Korku ile aralanan dudaklarına avucumu bastırdım. "Gölgelerim ormanda birilerini görmüş."
Hançerlerini avuçları arasına alıp bir ağacın ardına geçti. Lata da hızla üzerime tırmanıp cebime girdi. Derin sessizliğin içinden gelen o sert adımları duyduğumda parmaklarımla Karga'ya işaret ettim. Başını hafifçe salladı ve bedenini sese zıt olacak şekilde ağacın arkasına gizledi. Adım sesleri yaklaşmaya başladığında gözlerimi kapattım. Bir, iki, üç...üç. Üç kişiler. Üzerlerinde zırh olmalı, gelen gürültü ile anlamak zor değil. Parmaklarımla üç yaptığımda Bayan karga yine başını salladı. Ses daha da yaklaştığında bedenimi karanlık ve ağaç arkasında gizledim. Üç iri yarı adam kısa süre önce yanan ateşimizin önünde durdu. Biri eğilip yere dokundu.
"Anlaşılan yalnız değiliz." Gözleri ile etrafı taradı. "Sesimizi duyup saklanmış olmalılar. Onları istiyorum."
Parmaklarım kılıcıma gittiğinde Bayan Karga bir hançerini ayakta duran adamın boynuna sapladı. Kan damarlarından fışkırdığında can verdiğini anlayacağımız kadar içli bir sesle yere yığıldı. İkisi hızla kılıçlarını kavradı. Karga, öbür hançeri de diğerinin boynuna sapladığında ayakta duran tek bir kişi kaldı. Onun ölmemesi elzemdi. Bu yüzden gizlendiğim yerden çıkarak kılıcımı adama doğrulttum. Atik bir hareketle öne atıldığında kılıçlarımız buluştu. Çıkan metalik sese yenilerinin eklenmesi çok uzun sürmedi. O daha güçlü olacak kadar iriydi fakat yavaştı. Zırhı onu daha da yavaşlatmıştı. Hız onun kılıcını yere devirmem için ihtiyacım olan tek şeydi. Göğsüme saplamak için uzattığı kılıcı hızla sağa çekilerek savuşturdum. O ne olduğunu anlayamadan bileğine geçirdiğim kılıcım eli ile birlikte silahınında yeri bulmasına neden oldu. Büyük bir acı ile feryat etti ve dizleri üzerine yere düştü.
"Başka bir hançer daha atmanızı istemiyorum Bayan Karga." Zırhındaki damgaya baktım, Sartos'dan gelmişlerdi. "Konuşacaklarımız var çünkü."
Karga karanlıktan çıkıp yaklaştı. Yere yığılan bedenlerin boynuna saplı hançerlerini çıkarıp beline yerleştirdi.
"Dağın laneti üzerinize olsun! Kimsiniz siz?"
Kılıcı adamın boynuna doğru uzattım. Eğilerek yüzüne baktım. Dişsiz bir ağız ve sarıya dönmüş göz beyazlıkları. Hayatta kalmak için içtikleri tarant'ın çürüttüğü eti ile omzunda ki damga olmasa dahi Sartos'dan olduğunu rahatlıkla anlardım.
"Hartek'in kulları. Ölmek böyle yaşamaktan daha iyi değil midir?" Başımı eğip çürümekten yok olan yanağının bir kısmına baktım dikkatle. "Bir haber mi aldınız? Sizi o cehennemden çıkarıpta Altın Ormana getiren nedir?"
"Belli ki sizin aldığınız haberle aynı sebepten buradayız." Kopan elinin acısını unutmuş gibi güldü. "Prensesi arıyoruz."
"Prenses diyarı kurtarsa bile Sartos lanetli kalmaya devam edecek. Bu yalnızca boş bir umut."
"Iduğ yok artık! Sisli dağın bekçileri Hartek'e söz verdi. Prenses onların olacak ve bizlerde yaşayacağız. Etle, kemikle. Herkes onlara tapacak ve Sartos'da diyara hükmedecek."
Kılıcın keskin ucu saniyeler içinde boğazına derin bir yarık açtı. Kan yüzüme sıçradı ve beden yere yığıldı. Omzumun üzerinden Karga'ya baktım. "Buraya yalnızca üç adam göndermiş olamazlar. Bayan Karga, bu ormandan çıkmamız gerekiyor." Kılıcı yuvasına koyup doğruldum. "Ve bir an önce prensesi bulmalıyız. Varlığından haberdarlar."
***
Rübaya Toprakları
Çilde
Rübaya toprakları bahsedilen uzun yılların ardından ilk defa küçük çimlerle yeşermeye başlamıştı. Derin denizden geldiğim ilk gün kurumuş olan o toprakta artık çimler vardı ve bu onlar için Iduğ'dan gelen bir armağandı. Bu yüzden çimlere basmak bir yana yaklaşmak bile tehlikeliydi.
Unuttuğum geçmişte nasıl bir yerde yaşadığımdan habersiz en az halk kadar heyecanlıydım. Çimleri izlemek keyifliydi. Üstelik gün aymadan yaptığım orman koşusu ve öğleden sonrası Eçim'in verdiği eğitimin ardından dirseğim, üçüncü kez, yerinden çıkmışken öylece oturup çimleri izlemek harikaydı.
Sarayın büyük bahçesi giriş kapısına tamamen zıt bir taraftaydı. İnce taş yol birden fazla dala ayrılıp oldukça geniş olan bahçeyi çepeçevre sarıyordu. Kuru ağaçlar bu büyük bahçenin her bir yanını görebilmeyi engellemiyordu ama vakti geldiğinde, ağaçlarda çimler gibi yeşerdiğinde her yeri görmek mümkün olmayacaktı.
Yüksek bahçenin ardında devasa bir şehir ve o düzensiz evlerin ötesindeki sonsuz gibi duran derin denizin güzel maviliği. Tüm ağaçlar kuruyup gitmeden önce bu şehrin ne denli güzel olabileceğini hayal etmek şüphesiz herkesin dudağında bir tebessüm bırakırdı.
Bahçenin yüksek olmayan ince duvarlarına çıkıp derin denizi izledim. Çıplak ayaklarıma vuran güneş sıcaklıktan uzak, batışına yakın güzel bir renkteydi. Gözlerimi bir anlığına kapatıp serin rüzgarın yüzümü okşamasına izin vermek dengemi kaybetmeme neden oldu. Endişe ile geri çekilirken güçlü iki kol belimden tutup rahatlıkla beni aşağı indirdi.
"Dikkatli olun Prenses."
Doruk yüzünde ciddi bir ifade ile bana baktığında kaşlarım çatıldı. "Geldiğini duymadım. Burada olduğumu nereden bildin?"
"Yalnızca bir his." Yavaşça gülümsedi. "Nasıl oluyorsa tehlikede olduğunu hissediyorum. Şiddetini bile."
"Ben hiç öyle hissetmedim. Tehlikede olmadığın için sanırım."
"Ya da koruma görevi benim olduğu içindir."
"Ah! Affedin Rübaya'nın baş şövalyesi olduğunuzu bir an için unuttum." Kulağına yaklaşıp bir sır verir gibi fısıldadım. "Belki de bu yüzden kimse size yaklaşmaya cesaret edemiyordur ne dersiniz?"
Alayıma karşılık yalnızca tebessüm etti. Ve bir anda adımlarımız uyumlu olacak şekilde yürümeye başladık. Geldiğim ince taşlı yolu aşıp Sarayın büyük kapısına doğru ilerledik.
Bugün herkeste gözle görülebilir bir telaş vardı. Başlangıçta bunun sıradan herhangi bir günle aynı telaşı barındırdığınnı düşünsem de artık aynı olmadığını anlayabiliyordum. Bahçedeki kıvrımlı yolu kaplayan halılar ve gerçek olmadığı bilinse de en az gerçekleri kadar güzel durduğuna inandığım çiçekler duvarları süslemişti. Tüm bunlar bana hatırlamamadığım bir anın sıcaklığını hissettirdi. Aklımda bu sıcaklığa karşılık hiçbir şey oluşmasa da içimde bir yerlerde çiçeklerle kaplı duvarların ve güneşin turuncu ışıklarının geçmişe ait olduğunu bağıran bir ses vardı.
"Neden hazırlık yapılıyor?"
"Güneş yeniden doğduğunda Erityaha'nın Genç Kral'ı burada olacaktır. Hazırlıklar onun için Prenses."
"Gelişinin sebebi nedir?"
"Burla Rübaya'nın Dış ilişkileri hakkında Kral Gensu dışında kimseye bilgi vermez." Yanından geçen bir askerin selamanı alarak Saraya doğru yürümeye devam etti. "Yine de Erityaha'ya olan erzak borcu ile ilgili olabileceğini düşünüyorum. Tabii bu hazırlığın yalnızca erzak borcu konuşması için olmayacağı da aşikar. Borca af dilemek için muhtemelen kendi Erityaha'ya seyahat ederdi."
"Bu durumda erzak borçları ile ilgili fakat af dilenmiyor diyebiliriz."
"Aynen öyle prenses. Bu konuda endişe duymuyorum Burla siyaset yapmakta iyidir."
"Biraz acımasız gibi."
"Vicdanla siyaset aynı kefede duramaz." Elini uzatıp merdivenleri çıkmam için yardımcı olurken konuşmaya devam etti. "Bilirsin bu adamlar yalanla konuşur, aynı bir askerin kılıcı ile konuştuğu gibi. Onların işi bu."
“Biri ölüm diğeri zulüm getirir öyle değil mi?”
“Savaşı da siyaseti de kiminle yaptığına bağlı değişir. Sonuçta ölüm getirmeyen bir kılıç tutan askerin kanının akması an meselesi.”
“Kaç insan öldürdün Baş Efrena?” Sözlerim onu şaşırttı bu yüzden açıklama gereği duydum. “Efrena değil mi? Askerlerin başı olduğu için sana böyle sesleniyorlar. Eçim’le çalışırken duydum.”
“Doğrudur Prenses, Baş Efrena benim.”
“Henüz gençsin ama bu mevki için çok şey görmüş olman gerekir.”
Doruk, odamın kapısına ulaştığımızda yavaşça açtı ve geçebileceğim bir mesafe bırakarak durdu.
“Kral Gensu için yaştan daha önemli şeyler vardır.” Aramızdaki mesafeyi kapatıp yalnızca benim duyabileceğim bir sesle konuştu. “Kaç can aldığıma gelecek olursak Prenses…Bunu kesinlikle saymadım ama sen her birinin benimkine karşılık öldüğünü bil.”
####
Herkese merhaba öncelikle bölümün kısa olduğunu biliyorum ama çok çok beklettiğim için yazdığım kadarını atmak istedim. Kış prensesini çok geniş karakterli ve olaylı kurguladım ve şimdi kafamın içinde hepsi hazır gibi olsa da bunu kaleme dökmekte zorlanıyorum. İlk defa bir kitabımda böyle zorlandığımı itiraf etmeliyim. Sebebi de olayların çok doğru bir sıralamada ilerlemesi gerektiği. Tüm karakterleri okuyucuya verebilmek ve doğru bir sıralamayla gidebilmek için her şeyi en başından hazırlayıp not almalıyım. Karademir kitabım da henüz final olmadığı için ve okuyucular ona da bölüm istediği için kış prensesini ertelemek zorunda kalıyorum. Ama söz veriyorum hepsini toparlayıp size çok güzel bir hikaye yazacağım 🥹 sevgiyle kalın 🤍
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |