Merhaba🫶🏻
Oy ve yorumlarınızla destek olmayı unutmayın.
Keyifli okumalar. 🖤
Yatağın içinde uykumun en tatlı yerinde çalan kapının gazabına uğramış hâlde gözlerimi araladım. Babamın kızmayacağını bilsem bu zilin kablolarını koparır, bir daha çalmasına izin vermezdim. Bazen çok zamansız çalıyordu.1
Yataktan kendimi sıyırdığımda homurdanarak ulaştım kapıya. Bir gözüm gözetleme deliğinde kimin geldiğine baktım. Onur anlamış olacak ki sırıtarak elindeki paketi bana doğru salladı. Bir posta da içimden ona küfredip kapıyı açtım.
Umursamaz hâlde içeri daldığında elindeki paketi karnıma bastırarak tutmamı sağladı. “Senin de sabah şeriflerin hayır olsun.” Kapıyı kapatıp peşine takıldım. İçeri girdiğinde koltuğa oturdu. “Simitler benden, çay senden.”
Gözlerimi devirerek arkamı döndüm. Hiç uğraşamayacaktım onunla. Mutfağa girerek elimdekileri bıraktım. Çayı ocağa koyup mutfaktan çıktım. Başımı salona doğru uzatarak bağırdım. “Ne zıkkımlanacaksan hazırla. Üzerimi değiştireceğim.”1
Duyduğum homurtuları umursamadan önce lavaboya sonra da odama geçtim. Üzerimi değiştirip hazırlandıktan sonra mutfağa girdim. Onur çoktan çayı demleyip masayı hazır etmişti. Kendime doğru çektiğim sandalyeye otururken Onur elindeki tavşankanı çayı önüme bıraktı.
Kıvrılan dudaklarımla bardağa uzanarak çayımdan bir yudum aldım. Yüzümdeki tebessüm daha keyifli bir hâle büründü. Onur çok güzel çay demlerdi. Babasının çaya düşkünlüğü oğluna da geçmişti sanki. Ailecek çaya önem verirlerdi. Benim demlediğim çay her nedense Onur'unki kadar güzel olmuyordu.
Elindeki simidin üzerine aheste aheste peynir sürerken yandan bir bakış attı. “Suratsızlığın geçti herhâlde?”
Saatime kısa bir bakış atıp kahvaltılıklara uzandım. “Sabahları ben uyanmadan çalan telefonlara ve kapılara uyum sağlayamıyorum.”
Aramızda küçük bir sessizlik oldu. Kahvaltı uzayıp giderken sonunda merak ettiği kısma geldi. “Akşamki yemek nasıl geçti?”
Bir anda zihnim dün akşama gitti. Başta gülen suratım sonlara doğru asılarak tatsız bir hâl aldı. “Bok gibi.”
Onur yüzünü ekşiterek elindeki bardağı masaya bıraktı. “Yapma be oğlum, yerimizde sayıyoruz.”
Düşünceli bir hâlde çayımdan bir yudum aldım. Kafam karışıktı. Güzel başlayan yemeğin kötü sonla bitmesi canımı sıktığı kadar düşündürüyordu da. “Benden etkilendiğini düşünüyordum ama yemeğin sonuna doğru pek de beklediğim gibi gitmedi.”
Düşünceli hâlimi fark etmiş gibi “Sorun ne?” diye sorduğunda omuz silktim.
“Eve bıraktığı esnada bir şey dedi. Ne demek istediğini anlayamadım. Yani gerçek mi söyledi yoksa mecazi mi konuştu emin değilim.” Onur'la göz göze geldiğimizde merakla bakıyordu. Devam etmemi beklerken çayımdan yeniden küçük bir yudum aldım. “Hayatıma giren erkekleri önünde sonunda öldürürüm dedi.” Onur'un da suratı bozulduğunda sanki sıradan bir cümle kurmuşum gibi tekrar kahvaltısına devam etmeye başladı. Onun sessiz kalışı daha da canımı sıktı. Bildiği bir şey vardı. Onun aksine benim iştahım kesilirken sandalyeme yaslandım. “Ne biliyorsun?”
Kaçamak bir bakış attı. Ne diyeceğini düşünüyor gibi çayına uzanıp bir yudum aldı. “Efruz'la ilgili bilmen gereken bir şey daha var.” Kaşlarımı çattığımda bakışlarımı üzerine diktim. Bunu hissetmiş gibi bana doğru baktı. Pes ederek elindeki bardağı masaya bırakırken yanaklarını şişirip serbest bıraktı. “Yattığı her erkeği öldürüyor.”2
Donup kaldığımı hissettim. Duyduklarımı tartıyordum. Yattığı her erkeği öldürüyor derken bu Efruz'un birden fazla kişiyle yattığı anlamına mı geliyordu?
“Ne diyorsun lan sen?”1
Onur bozguna uğradığımı fark ettiği gibi arkasına yaslandı. Şaka yapmıyorum der gibi yüzüne büyük bir ciddiyet kondurdu. “Ciddiyim Alparslan! Kadının bu konuda namı bile var. Hayatına giren erkeklerle birlikte olduğu gecenin sabahında, erkeklerin odadan ölüsü çıkıyor.” Düşünüyor gibi bakışları tavana uzandı. “Hatta birini pencereden attığı söyleniyor.”
Keyfim kaçmış hâlde ayağa kalktım. “Siz de bunu bilerek beni manyağın birine yem mi yaptınız? Hem de bana söylemeden!”
Başını kaldırıp yaptığından çekinmez hâlde omuz silkti. “Kimse sana kadınla yat demedi. Yatmazsan ölmezsin.” Histerik bir gülüş belirdi dudaklarımda. Bu da yetmez gibi öfkeli bir kahkaha attım. Sinirliydim. Daha fazla duramayarak içeri geçtim. Arkamı döndüğümde Onur peşimden gelmişti. “Sakin ol oğlum, bir şey yok bunda.”
Ellerimi iki yana açtığımda Onur'u öldürecek gibi bakıyordum. “Delirdin mi lan sen? Hem kadını kendime âşık edeceğim, her şeyi olacağım hem de dokunmayacağım öyle mi? Nasıl plan lan bu?” Sert adımlarla odanın içinde dolaşmaya başladım. “Hadi ben uzak durdum diyelim, o isterse ne halt edeceğiz? Dün gece bana hayatıma girersen ölürsün demeye getirdi.”
Bıkkın bir nefes vererek koltuğa oturdu. “Amma da korkak çıktın lan. Yatağına girmezsin olur biter. Sorarsa da bakirim dersin.” Olduğum yerde duraksarken koltukta otuz iki diş sırıtan adam kolunu koltuğun başına yasladı. “Evlenmeden olmaz dersin oğlum.”3
Bozulan sinirlerimle Onur'un üstüne atlamayı planlarken gülmeye başladım. “Şerefsiz!” Koltuğa oturup saymaya devam ettim. “Senin yaptığın planın içine sıçayım.”
Suratıma fırlattığı yastığı yakalayıp geri fırlattım. Yastıklar bize yetmediğinde üzerine atladığım adamla ufak çapta bir güreşe tutulduk. İkimizde aynı anda yere düştüğümüzde duyulan ses odada yankılandı. Birbirine denk gelen güçlerimizle baş etmeye çalışırken sırtını yere yatırmaya çalışıyordum fakat yaram tazeydi. Bir nevi kendime eziyet ediyordum. Onur her zaman hazırlıklıydı. Belimi sardığı eliyle beni geriye savurdu. Ortadaki sehpayı devirdiğimizde ikimizde duraksadık. Suratım buruşmuş hâlde göğsümü tutuyordum. Biraz acımıştı ama idare edebilirdim.
Onur düğmeleri kopan gömleğinin yakasını tutarak üzerine baktı. “En sevdiğim gömleğimdi lan bu.” Göğsünde beliren kurt dövmesine takılan bakışlarımla alnımdaki teri sildim. “Sana yakışmıyordu zaten.”
Sırıttığımı gördüğünde gözlerini devirdi. “Annem almıştı lan. O yakışıyor diyorsa yakışıyordur.”1
Suratım buruşurken kısa süreliğine gözlerimi kapattım. Aklıma gelen şeyle sırıtmaya başladım. “Arya teyzeye, kızlar Onur'a aldığın gömleği parçalamış demeyen ne olsun.”1
Bir anda suratı değişti. Renginin attığı buradan bile belliydi. İkimizde her haltı yerdik ama annelerimize fazla düşkündük ve onlardan da çekinirdik. Bu korku değildi. Onların ne üzülmesini isterdik ne de saygıda kusur ederdik.
Biraz da babalarımızın etkisiydi bu çünkü biliyorduk ki annelerimiz üzülürse babalarımızı karşımızda bulacaktık. Daha da önemlisi bizi de böyle yetiştirmişlerdi, bize örnek olmuşlardı. Babam anneme asla kıyamazdı. Onun üzülmemesi için ne gerekiyorsa yapardı. “İnsan önce kendi annesine, eşine ve çocuğuna saygılı olacak. Saygı ailede başlar, etrafa taşar,” derdi hep ve “Güçlü erkek kadınına değer veren, arkasında durabilen erkektir,” derdi. Dediği gibi de davranırdı.
“Şerefsizlik yapma lan! Zaten yeterince yalan söylüyorum kadına.”
Ciddi bir konum aldığımda öne doğru eğildim. “Sıkma canını. İkimizde aynı durumdayız. Bu mesleğin olayı bu.”
Ortamda koca bir sessizlik olduğunda ikimizde kendi düşüncelerimize dalıp gittik. Bir süre annemi düşündüm; bana olan düşkünlüğü, beni sadece veteriner hekim olarak bilmesi ve ablamın başına gelenlerin de etkisiyle başıma bir şey gelecek diye tedirgin olması. Ardından Efruz'un dedikleri yankılandı kulaklarımda. İçimi bir merak kapladı.
“Kaç kişiyle yatmış?”4
Dudaklarımdan kontrolüm dışında çıkmıştı bu soru. Onur'un dikkatinden kaçmadı. “Kaç kişiyle mi yatmış yoksa kaç kişiyi mi öldürmüş? Hangisini merak ettin?”
Alaylı sesiyle başımı kaldırdığım an göz göze geldik. Dudağının kenarını kıvırmış cevabımı bekliyordu.
“Etkilendiğimi mi düşünüyorsun?”
Sert sesimle kaşlarını kaldırıp indirdi. “Neden olmasın? Gayet güzel, alımlı, çekici bir kadın.”
Burnumdan kaçan homurtuyla tek kaşımı kaldırdım. “Ve mafya lideri.”
Yeniden ciddiyete büründüğünde öne doğru eğilerek ellerini birleştirdi. “Alparslan!” Uyarır gibi çıkmıştı sesi. “Bizim istediğimiz kadının sana âşık olması, senin ona âşık olman değil.”
Bakışlarım sertleşti. Beni fazla hafife alıyordu ki bu hiç hoşuma gitmiyordu. “Bana işimi mi öğretiyorsun?” Sessiz kaldığında kasılan çenemle tane tane açıkladım. “Ben vatanına ihanet eden bir kadına âşık olmam!” Kendimden emin arkama yaslandım. “Ne görev verildiyse onu yapıyorum.”1
Onur bir şey söyleyecek gibi dudaklarını araladı ancak ne düşünüyorsa bu fikrinden vazgeçti. “Sana herkesin güveni tam.” Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. Benim de gülmemi bekler gibiydi ama canım sıkılmıştı. Gülmeyeceğimi anladığında, “On üç kişi,” dedi. Boş boş gözlerine bakarak neyden bahsettiğini anlamaya çalışırken “Öldürdüğü adamlar,” diyerek devam etti.
Boş bakışlarım yerini şaşkınlığa bıraktığında aklımdaki tek şey on üç adamla birlikte olmuş olmasıydı. Üç, beş kişiyi beklemiş olmanın verdiği umutsuzlukla yerimde kıpırdandım. “Nasıl o kadar çok?” Sorduğum soruyu detaylandırma ihtiyacı hissettim. “Aptal mı oğlum bu adamlar? Hadi ilki gümbürtüye gitti de diğerleri öleceğini bilmiyor muydu?”
Onur alayla dudağının kenarını kıvırdı. Bir yandan da gömleğinin yırtılan yerini düzeltmeye çalışıyordu. “Emin ol yarısından çoğu biliyordur.” Başını kaldırarak bizi göz göze getirdi. “Karşındaki kadını küçümseme, zehir gibi aklı var.” Alaylı bakışları cebinden çıkardığı telefonuna düştü. “Öleceğini bile bile bir gece geçirme derdine düşenler bile vardır.” Durum hoşuna gitmiş olacak ki kahkaha attı. “Belki de ikna edebileceklerini ya da gecenin sonunda kurtulabileceklerini sandılar.” Gözlerimi devirmeden edemedim. Ters ters baktığımda elini havada salladı. “Merak etme hepsi pisliğin tekiydi.”
“İçim rahatladı,” dedim homurdanarak. Kendimi pislik gibi hissetmeye başlayacaktım birazdan.
Ayağa kalktığı sırada gitmek için hazırlanıyordu. “Bir süre uzak dursan iyi olur.”
Onunla ben de ayaklandım. “Kapımda beklediği yok zaten. Yine başa sardık, görüşmemiz için hiçbir sebep yok.”
Kapının önünde duraksadığında omzumu sıktı. “Hallederiz.” Sesi güven verir gibiydi. “Bu işte ekip sayılırız oğlum.” Kapıdan çıktığında bana doğru döndü. “Bugün ne yapacaksın?”
Omuz silktim. Her zamanki düzenime devam edecektim. “Kliniğe gideceğim. İşleri çok aksattım bu aralar.”
***
Arabanın asfalt üzerinde muntazam gidişinin verdiği minik bir uğultuyla uzayıp giden yolda camdan dışarıdaki kayıp giden yolu izliyordum. Karşımda oturan Serkan'ı bile görmüyordu gözlerim. Hâlâ dün gecede geziyordum. Aklım kumral bir adamda kalmıştı. Bakışları vardı gözümün önünde. En son söylediğim sözden sonra arabadan çıkıp gidişi vardı. Korkmuştu belki. Ölmekten korkmadığını söylemişti oysa.
Ben de onu korkutmak için söylememiş miydim bunu?
Korkup benden uzak durmasını istemiştim. Gençti, benden küçüktü. Ziyan olup gidecekti ama farkında değildi. Küçük bir çocuğu avutmakla uğraşamazdım. Kimseye bebek bakıcılığı yapacak da değildim. Benden hoşlanmasını anlıyordum, bu ilk kez karşılaştığım bir durum değildi. Birçok erkek bana hayranlıkla, hatta ilgiyle bakar ve hoşlanmaları kaçınılmaz olurdu. O benim peşimde koşan ne ilk ne de son erkek olacaktı ancak ben kötülüğü severdim çünkü onlar canımı yakamazdı. Kötü olduğunu bilirdim. Masumiyet, saf sevgi kalbime işlerse en çok benim canım yanardı.
Araba fren yaparak durduğunda Serkan'la göz göze geldik. Geldiğimizi anlarken arabanın kapısı açıldı. Sayısız korumanın olduğu ortamda kısa bir göz gezdirip inmeme yardım eden Serkan'dan elimi çektim. Güneşin tam tepemizde olmasıyla güneş gözlüğümü saçlarımdan gözlerime indirdim.
Serkan'ın yönlendirmesiyle bahçeye dizilmiş, çimenler arasındaki taşlar üzerinde ince topuklularımın çıkardığı sesle yürürken omuzlarım dik, çenem yukarıda duruyordu. Saçlarım hafif bir meltemle savruluyor, eteğime ait yırtmaç her adımımda kendini biraz daha belli ediyordu. Koca bir ahşap çatının altındaki masanın etrafında çoktan yerini alan adamlar geldiğimi fark ettiğinde ilgiyle beni izlemeye başladılar.
Ev sahibi olan koca göbekli, kır saçlı, orta yaşın üzerindeki Adnan Keser masanın en başına oturmuş, sigarasını tüttürüyordu. Beni izlerken yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. Babamı çok sevmese de beni severdi. Ortak çalışırdık çoğu zaman. Kara para aklama en sevdiği işti. Beni de o yüzden severdi. En iyi bildiği şey kumardı. Birçok yerde kumarhanesi vardı. Aslında en çok parayı severdi. Kumarda kaybeden adamlara bayılırdı. Yine de aralarında en çok onu severdim. Şerefsizken bile asildi. Beni de kızı gibi görür, korurdu. Çıkarlarını da gözetirdi elbette ama masada haksızlığa gelemezdi. Tıpkı kumarda hileye gelemediği gibi.
Hemen sağında oturan adam Raşit Dağdelen... Uyuşturucu baronuydu. Her delikte mal satan bir pisliği her daim vardı. Kendisinin bir kere olsun içtiğini görmemiştim. “İçmek aptalların işi, ben satmayı severim,” derdi. İyi malı ondan iyi kimse bilemezdi. Orta yaşın üzerinde olmasına rağmen yaşından oldukça dinç görünürdü. Saçlarının yarısı dökülmüştü. Elinde mutlaka eksik etmediği purosu ve içki bardağı belli ki etki etmiyordu.
Solunda oturan adamsa Erkin Yazgı’ydı. Diğerlerinden daha gençti. Siyah saçlarını sürekli boyatmıyorsa ben de bir şey bilmiyordum. Kirli sakalları saçlarının aksine kırlaşmış görünürdü. Her daim bana yavşardı it. Kadın düşkünü pezevengin tekiydi. Bir kadın gördü mü; gözleriyle soyar, yer bitirirdi. Kadın pazarlamaya bayılırdı şerefsiz. Tarihi eser kaçakçılığında çok iyiydi. Ülkeden kaçırdıklarını sattığı paralarla dünyanın parasını cebine koyuyordu. Boş vakitlerinde de galericilik oynardı. Arabalara düşkündü. Aslında koleksiyoncu bir tipti.
Onun hemen yanında oturan otuzundaki şerefsiz de Yavuz Karhan'dı. Öldürdüğüm Gürkan Karhan'ın oğluydu. Şimdi bile bana öldürücü gözlerle bakıyordu. En büyük hayali beni öldürmekti. Babası benim gibi silah kaçakçılığıyla ilgileniyordu. Babam öldükten sonra beni saf dışı bırakarak babamın yerini almak istemişti. Bırakmadım. Öldürüleceğim zaman öldürdüm. Masada kimseye söz hakkı vermedim bu koltuğa otururken. Tabii olayın kan davasına dönüşmemesi için Yavuz'u da masaya aldılar.
Kendime koca bir düşman kazandırdım ama pişman değildim. Dünyadan bir pisliği daha göndermiştim. İnsan kaçakçısı, organ mafyasıydı pislik. Raşit'e de kaçırdığı kadınları satardı. Neden pişman olayım ki? Gerçi yaşlı kurdu öldürüp yerini genç kuşağa bırakmıştım ama Yavuz'da babasının aklı yoktu. Elbette ki işleri aksayacaktı. Belki o zaman birkaç çocuğa daha az dokunurlardı.
Masanın önüne geldiğimde mecburen ayağa kalkan adamlarla tek tek el sıkıştım. Tek ayağa kalkmayan Yavuz'du. Onu da umursamadım. Zaten elime yeterince pislik bulaştırıyordum, fazlası gereksizdi. Hemen arkasından bana ayrılan sandalyeye rahat bir tavırla kuruldum. Kısa bir hoşbeşin ardından keyifsiz bir şekilde arkama yaslanıp boğazımı temizledim.
“Biliyorsunuz ki yakın zamanda saldırıya uğradım.” Tehditkâr bakışlarımı masa üzerinde bir bir gezdirdiğimde en çok şüphe ettiğim Yavuz'da oyalandım. Sesli bir soluk bırakıp masaya düşürdüm bakışlarımı. “Biri evime kadar girerek köpeğime zarar verdi. Amacı beni evden çıkararak tuzağa düşürmekti.” Masadakilere hızlı bir bakış attığımda hepsi pür dikkat beni dinliyordu. “Az kalsın başarıyordu da.” Konuşmanın nereye gideceği bilinmezken hemen arkamda duran Serkan'a elimi uzattım. Kendisini göremesem de belinden çıkardığını bildiğim silahını elime koydu. Ben de aynı şekilde masaya koydum. Masada soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı. Gözlüğümü çıkarıp masaya bıraktım. Beni daha iyi görsünler istiyordum. Görsünler ve anlasınlar... “Eğer bu işin içinde en ufak bir parmağınız varsa, bilin ki tek ölecek kişi ben olmam.”
Adnan, sigarasını kül tablasına iliştirip arkasına yaslandı. “Efruz...” Adımı uzatarak, vurgulu söylerdi. “Seni bu masada öldürecek olan hepimizi karşısına alır. Düşmanı yanlış yerde arıyorsun, biz bir aileyiz.”
Yavuz'a yandan bir bakış atıp dudağımın kenarını kıvırdım. “Düşmanını fazla uzakta aramayacaksın.” Bir anda yüzüm duvar gibi olurken gözlerim alev alevdi. “Babama tuzak kuranlar belli ki beni de ortadan kaldırmak istiyor.”
Erkin eğilerek masada duran viski şişesini eline aldı. Çevirdiği bardağa bir miktar doldurup bana doğru uzattı. “Al hadi, sinirlerin yatışsın.”
Bardağı elime aldığım gibi tepeme diktim. Aynı hızla sert bir şekilde masaya bıraktım. “Burada çocuk yok.”
Yavuz alaylı, öfkeli ancak bir o kadar da hayranlıkla üzerime diktiği bakışlarla araya girdi. “Umarım itinde sen de en yakın zamanda geberirsiniz. Bunu sabırsızlıkla bekliyor olacağım.”
Gözlerim karardığında bir anda öne doğru atılarak Yavuz'un yakasını kavradım. “Onun adı Gece. Kendi lakabını ona kullanırsan alınır.”
Bir anda Yavuz'un adamı silaha sarılırken Serkan masadaki silahı kavradığı gibi karşıya doğrulttu. Adnan ayağa kalkarak ellerini iki yana açtı. “Ne yapıyorsunuz siz? Babalarınızın hatırına oturduğunuz masada birbirinizi mi yiyeceksiniz?”
Hırsla Yavuz'u ittiğimde öfkeyle ayağa kalktım. “Benim kimseyle bir derdim yok! Ne muamele görürsem onun karşılığını veriyorum.”
Raşit her zamanki ağırlığıyla purosunu tüttürürken bizi büyük bir sakinlikle izliyordu. Konuşma sırası ona gelmiş olacak ki tatsız bir hâlde suratını ekşitti. “Bu masada kimse kimseyi öldüremez. Herkesin birbirine ihtiyacı var. Öldürmeye çalışan da ölür.” Yandan bakışları beni bulduğunda yüzüne yayılan duman sisli bir hava katıyordu. “Daha önce örneğini gördük.” Hâlâ olduğum yerde öylece dikilirken dikkatli bir şekilde purosunun ucunu eliyle söndürmeye başladı. “Kansız'ı öldüren kimse derdi masadaki herkes olabilir.”
Yerime usulca otururken masaya büyük bir sessizlik çöktü. Kimse babamın yaşadığı sonu yaşamak istemiyordu. Adnan da yerine oturarak başını yana yatırdı. “Bu aralar güvenliği sağlam tutmakta fayda var. Hepimiz dikkatli olalım.”
Onaylayan mırıltılar masada yankılanırken konu bir anda değişerek işlere döndü. Yeni yapılacak silah sevkiyatı hepimizi ilgilendiriyordu. Silah kaçakçılığı en ağır işti. Tek kişinin yürütebileceğinden daha büyük bir iş. Amerikalılarla anlaşmak da kolay değildi. Yedirdiğimiz rüşvetlerden tutun polisin ve istihbaratın radarına takılmamaya kadar çok çaba gerekiyordu. Ayarladığımız gemiler, tırlar, konteynırlar her zaman silahtan fazlasını taşırdı. Bazen kaçak göçmen, bazen mal, bazen de en olmayacak şeyler olurdu. Bu yüzden hepimizin birbirine ihtiyacı vardı ve tabii sonunda hepimizin alacağı kâr payı...
***
Klinikte yapacak iş bulamayınca muayene odasına geçerek gelen hasta kedinin uzayan tırnaklarını kesmeye başladım. Bu işi genelde çalışanlara bırakırdım ancak işsizlik insana her şeyi yaptırıyordu. Aslında iki katlı kliniğimde üç çalışanım daha vardı. Ben patronculuk oynamayı daha çok severdim çünkü tek işim klinik değildi ve işlerin hepsine yetişmem imkânsızdı. Genelde çalışanlarımın zorlanacağı işleri üstlenirdim ya da can sıkıntısından bu şekilde basit işlerle uğraşır biraz minnoş hayvanları severdim.
Hasta sahibi bizi izlerken başımı kaldırmadan, “Parazit aşısını yaptırdınız mı?” diye sordum.
Karşımda sessizce beni izleyen kadın “Yaptıralı bayağı oluyor,” dediğinde yine başımı kaldırmadan beni asiste eden Ceren'e seslendim. “Karnesine bir bak bakalım.”
Ceren kısa sürede karneyi kontrol etmiş olacak ki “Zamanı gelmiş,” dediğinde başımı yana çevirerek hasta sedyesinin üzerinde duran çekmeceye uzandım. “Tekrarlayalım o zaman.”
Aşılamasını da yaptıktan sonra yaş mama ile oyaladığım ufaklığı biraz daha sevip taşıma çantasına koydum. Hayvan sahibine kediyi teslim ederek gülümsedim. “Çok geçmiş olsun. Kontrolleri aksatmayın.”
Memnun bir ifadeyle gülümseyen kadın elini uzattı. “Çok teşekkür ederim Alparslan Bey. Ne kadar borcumuz?”
Küçük bir tebessümle onu kapıya yönlendirdim. “Ceren Hanım size danışmaya kadar eşlik edecek. Orada ödeme yapabilirsiniz.”
Muayene odasından çıkarken kadın tekrar bana döndüğünde gözlerindeki hayranlığı görmemek için kör olmak gerekirdi. “Peki tekrar ne zaman gelelim?”
Yüzümdeki sabit tebessümü bozmamaya çalışarak Ceren'e hızlı bir bakış attım. “Hanımefendiyi kontroller için bilgilendirelim Ceren.”
Ceren uyarımı anlamış gibi elindeki eldivenleri cebine sıkıştırarak kadının önüne geçti. “Buyurun lütfen.”
Fırsatı değerlendirerek muayene odasından çıkıp masama oturduğumda hemen önündeki sandalyede oturan Osman dudağının kenarını kıvırdı. “Yakışıklılık da başa bela be patron.”
İmalı çıkan alçak tondaki sesiyle çatık kaşlarımın altından ters bir bakış attım. “Bazı hasta yakınları ilgiyi sever Osman.”
Ceren, kadını yolcu etmiş olacak ki Osman'ın karşısına oturdu. “Ama sen sevmiyorsun patron.”
İkisine de ters bir bakış atıp arkama yaslandım. “Sizin işiniz gücünüz yok mu?” İkisi de olumsuz anlamda başını iki yana sallarken gözlerimi devirdim. “Patron ben miyim, siz misiniz belli değil.”
Sırıtmaya başladıklarında onların hâline ben de güldüm. Aslında her zaman bu kadar rahat değillerdi ama iş olmadığı zamanlarda onları sıkmazdım. Sonuçta bazı günler çok yoğun çalışırken bazı günler tenha geçen zamanın tadını çıkartmak onların da hakkıydı.
Kliniğin kapısı yeniden açıldığında Ceren, hayvan sahibi olduğunu düşünerek ayağa kalktı, karşısında Onur'u görünce duraksadı. Onur'a alıştıklarından Osman ayağa kalkarak elini uzattı. “Hoş geldin Onur abi.” Onur samimi bir tebessümle elini sıkarken Ceren de araya kaynadı. “Hoş geldin Onur abi, ne zamandır uğramıyordun.”
Onur ona da küçük bir tebessüm sundu. “Bu aralar işler yoğun, uğrayamadım.”
Dağılan dikkatini topladığında bana uzattığı elle göz göze geldik. “Hoş geldin kardeşim.” Onun geliş amacını anlarken merdivenleri işaret ettim. “Sana aşağıda çay ısmarlayayım.”
“İyi olur,” diyen Onur'la alt kata indiğimizde onu benim odama yönlendirip mutfağa geçtim. Semaverden aldığım iki bardak çayla odaya girdiğimde birini Onur'un önüne bırakıp kapıyı kapattım. Karşısına oturduğumda çayını yudumlayan adamı izliyordum.
Elindeki bardaktan bir yudum alıp dikkatle masanın üzerine bırakırken suratı asıktı. “Senin için yeni bir istihbarat getirdim ancak işine yarar mı bilmiyorum.”
Kendi çayımı alarak arkama yaslandım. Aradan neredeyse iki hafta geçmesine rağmen Efruz'la herhangi bir iletişim kuramamıştım. Onur ise ısrarla bizi bir araya getirecek bahane arıyordu. Onun çabasını da taktir ediyordum doğrusu. Bu işi fazla önemsiyordu. “Sen söyle, orasını ben düşüneyim.”
“Yarın bir davete gidecek,” dedi düşünceli sesiyle. “Büyük bir davet ve senede bir kez yapılıyor. Seni oraya göndermek iyi olurdu.” Neden şimdi olmayacağını merak ederken devam etti. “Sadece özel davetiye alan kişiler gidebiliyor. Belli bir miktar bağış yapmak da şart.” Bozuk suratıyla yanaklarını şişirdi. “Seni garson olarak da sokamayacağımıza göre...”
Yüzümde ciddi bir ifade oluşurken çayımdan bir yudum alıp eğilerek sehpaya bıraktım. “Ne daveti bu?”
Cebinden telefonunu çıkararak kısa bir süre kurcaladıktan sonra bana uzattı. “Bu.” Elime aldığım telefondan geçen yıla ait bir davetiyeye bakarken Onur anlatmaya devam ediyordu. “Yetim çocuklar yararına düzenleniyor. Büyük bir derneğe ait. Sadece cebi geniş ve magazin değeri olan kişiler katılabiliyor. Para çok heriflerde. Yapılan yardımlarla kirli paralarını temizlemeye çalışıyorlar. Bir nevi zengin gösterisi ancak sonuç güzel tabii. Çocuklar bu sayede faydalanıyor.”
Düşünceli bir şekilde elimi çeneme götürdüğümde davetiyeyi inceliyordum. “Sanki bu davetiyeyi daha önce görmüştüm.” Onur'a telefonu tekrar uzattım. “Dur bakalım.”
Onur ne yapacağımı merakla beklerken telefonumu çıkarıp annemi aradım. Kısa süre sonra telefon açıldığında annem neşeyle atıldı. “Oğlum.”
İçim sıcacık olurken “Kraliçem,” dedim aynı tonlamayla. “Nasılsın?”
Bunu bekliyor gibi hemen anlatmaya başladı. “Çok iyiyim oğlum. Babanla Alp yine bahçede oynuyor.” Bir an anlatacakları yarım kalırken telaşlı sesi yankılandı. “Cihangir! Düşecek çocuk.” Yüzümde tatlı bir tebessüm oluşurken annem babama kızmış gibiydi. “Ah bu adam! Küçücük bebekle aynı yaşta.”
Dudaklarımdan küçük bir kahkaha firar etti. “Mehmet Alp yine sizde galiba.” Mehmet Alp ablamın oğluydu ve ablam çalıştığı için ona annemler bakıyordu. Zaten evleri de yan yanaydı.
“Evimizin neşesi oldu. Babanla bütün zamanımızı alıyor.”
Bu kadar muhabbetin yettiğini düşünerek asıl konuya geçmeye karar verdim. “Anne, sana bir şey soracağım.”
“Hani sana bir derneğin yetimler yararına düzenlediği geceden davetiye geliyordu. Bu sene de geldi mi?”
Annem küçük bir an düşündüğünde onaylamakta gecikmedi. “Geldi tabii, her sene gelir. Hatta iki gün önce elimize ulaştı ama katılmayacağız.” Sıkıntılı bir nefes verdi. “Babanı bilirsin; bu tarz davetlere katılmaz, beni de tek başıma göndermiyor.” Homurdanır gibi devam etti. “Kıskanç adam.” Kendi kendine konuşurken gülümsedi. “Ay zaten ben de gitmek istemiyorum. Hepsi sıkıcı davetler.”1
“Anladım,” dedim sakince. “Bu sene de gitmeyeceksiniz yani?”
Teyit etmek için gibi sorduğumda annem hemen onayladı. “Gitmeyeceğiz.” Eksik konuşmuş gibi ekledi. “Ama gitmesek de her sene bağışımızı yaparız. Zaten o yüzden hâlâ davetiye geliyor.”
Kaşlarım havalandığında haberim olmayan bağışla annemle babamı bir kez daha takdir ederken boğazımı temizledim. “Düşündüm de bu sefer ben gitsem nasıl olur?” Annemin itiraz etmesine izin vermeden devam ettim. “Hem sizi temsil ederim hem de bu sene izin verirseniz sizin yerinize ben bağış yapayım.”
“Ay gerçekten mi?” Annemin heyecanla çıkan sesiyle dudaklarım kıvrıldı. “Benim oğlum büyümüş de bağış yapıyor. Ah ne iyi olur! Yakışıklı oğlumu herkes görsün.” Bir anda ciddiyete büründü. “Ama her sene bağış miktarı artar oğlum, istersen biz halledelim.”
Tekrar çayıma uzandığımda, “Davetiye lazım,” diyen Onur'la göz göze geldim.
“Ben hallederim anne. Bu arada davetiye işini ne yapacağız?”
Annem küçük bir kıkırtı sundu. “Sen o işi bana bırak. Arayıp bizim adımıza senin katılacağını söylerim. Sorun olmayacaktır.”
“Harikasın anne. O zaman senden haber bekliyorum.”
“Tamamdır. Görüşürüz bebeğim.”
Telefonu kapatır kapatmaz Onur “Vay lan!” dedi. Abartılı bir tavırla dizime vurdu. “İnci teyzemiz neymiş öyle?”
Umursamazca arkama yaslandım. “Sanki bilmiyorsun. Annem sosyetenin eski isimlerinden. Babam İstanbul'un en zengin adamlarından birinin torunu. Babamın yetim çocuklar yararına yaptığı yardımları bilmeyen yok. Onlara gelmeyecek de bana mı gelecek?”
“Doğru,” dedi başıyla onaylayarak. “Bu çok iyi oldu.” Asık suratı düzelirken yine gülmeye başladı. “Kedi gibi yine dört ayağının üzerine düştün.”
Derin bir iç çektiğimde bakışlarım dalgınlaştı. “Onu yarın anlarız.”
Görüşmek üzere... 🖤
instagram: soylumery
Okur Yorumları | Yorum Ekle |