
38.Bolum
Geçmişin Aralık kapıları.
Tarih tekerrürden ibarettir. Bu sözü şuan çok net anlıyorum, beni her zaman zayıf noktam vuruyorlardı. Eskiden ailemdi, onları kayıp edince en açık noktam Alparslan olmuştu. Belki bir başkası olsa bu kadar canım acımaz ve acımasız olmazdım. Bu altı yaşımda da aynı bu yaşımda da aynıydı. Ben Mihriban Aras, Alparslan’a olan zaafımı insanlara göstermiştim ve şimdi oradan vuruluyorum.
Bunu hak ettiysek eyvallah...
Nefesimin kesildiğini hissettim ve ana geri döndüm, düşüncelerim beni bir bir terk etti. Gözlerimi lacivertlerden çekememiştim, aynı anda bu adam ne zaman üstüme çıkmış ve bana darbeler indiriyordu bilmiyorum. O anlarda kafamın içinde kayıp olmuştum. Etraftaki her kes bir şey diyor, ortalık ses cümbüşü ama seslerini ayırt edemiyorum. Alparslan’ın bedenindeki kırmızı noktalara kitlenip kalmıştım. Bu sırada bir silah sesi duyuldu odada, hepsi susmuştu şimdi, kurşun sevdiğim adamın ayağının ucunda durmuştu. Gözlerimin seğirdiğini hissettim, bu kendine gel demek miydi? O zaman ne yaparsam onlar hakketmiş olacaktı. Ağrısını yeni fark ettiğim bedenimi hızla hareket ettirdim ve üstümdeki adamı atarak çevik bir hareketle kalktım. Ayakta zor duruyorum ama o kurşunu onlara aynı şekilde iade etmeden yıkılmayacaktım. Hareketlerim emir, almış bir robot gibiydi.
YÜRÜ BE KIZIMMM
Karşımdaki adamın hareket etmesine izin vermeden aynı onun az önce bana yaptığı gibi yumruklarımı, tekmelerimden nasibini aldı. Bunları hızlı hızlı yaptığım için tepki veremiyordu. Tek yaptığı kendini korumaya çalışmaktı. O ne kadar rütbeli ve profesyonelse, bende bir o kadar profesyonelim. Unutun dediklerimi bu gece bu odadan bu adamın ölüsü bile çıkabilir. Ben profesyonel falan değilim, bu adamı kurban edeceğim. Onlar bunu istemişti, her şeyin bir plan olduğunu şuan ayılmış gibiyim.
“Bir daha,” diyerek bir yumruk daha attım ve ayağa kalktım. “beni zaafımdan vurmaya çalırsanız” dediğimde bu sefer karnına sert bir tekme attım. Karşımdakinin kim olduğunu göremeyecek kadar kızgın ve nefret doluyum. “Hepinizi yok ederim.” Diyerek harabeye döndürdüğüm bedene baktım. Bu salak adamı iyi benzetmiştim.
YAVRUM BE GURUR KAYNAĞI
Onu almak için piste bir kaç kişi geldi, “Hayır onunla işim bitmedi.” almalarına engel olmak için onlarla dövüşe bilirdim. Bundan gocunmazdım bu benim için zevk olurdu. İçimde kana susamış, vahşet isteyen bir taraf vardı. Şuan daha fazlasına ihtiyacım var. Gerekirse hepsini öldürürüm ama alparslana dokunmaya kıyamam.
“İndirin onu.” Dedi yerde yüzü kanlar içinde kalan şerefsiz.
Bu dediğine kahkahalar ile güldüm. İki adamda bana doğru harekete geçti ve ilk hamleyi yaptılar, ikisinden de ustaca kaçtım ve bu sefer ne olduğunu anlamadan ben hamle yaptım. Adamlar yerde yatan salak kadar usta değildi ama yine de küçümsememek lazım. Biri bana doğru yaklaştı ve onun kasıklarına artık çocuğu olmayacağı garanti bir tekme attım, diğeri sinsice arkamdan boynuma kolunu doladı ama onunda sıska bedenini kolundan tutuğum gibi önümde çektim. Kimse, ben izin vermediğim sürece bize zarar veremezdi. Kasıklarına vurduğum adam tekrar bana doğru gelinde ona sert bir kafa attım, sanırım başım zonkluyor! Bu kafa onun da burnunu kırdı. Bu sefer önümde diz çöken adamın kolunu kıvırdım bir sadist gibi gülerek tekme attım. Onunda bayılması ile üç adamı da nakavt etmiştim.
Ben üç eğitimli adamı bayıltmıştım.
BENİ SERBEST BIRAKSAN NELER YAPARIZ...
Pistten dışarıya baktığımda artık Alparslan’ın üstünde lazer ışıklar yoktu. Gözlerinde gurur duyduğunu belli eden ifade vardı. Önümde yatan adamın belinden silahını aldım ve biraz önceki kurşunu iade etmek için onlara yaklaştım. Salim beyin, albayın ve babamın önünde durdum. Minderlerden inmemiştim ama bu benim için sorun değil. Atış ve isabetlerim iyi. Üçünün de ayak uçlarına birer kurşun sıktım, kimse beni zaafımdan vurmaya çalışamazdı. Kimsenin bunu yapmasına izin vermezdim, beni vurabilirler ama sevdiğim birine zarar veremezlerdi.
PREMSES ALPARSLANCIMMM...
“Ben Mihriban. Kimsenin beni zaafımdan vurmasına ve bunu kullanmasına izin vermem. Rütbeniz ve olduğunuz kişi umurumda değil. Bana vereceğiniz zararda sıkıntı yoktu ama bu zarar Alparslana gelirse, işte o zaman ölümünüz benim elimden olur. VE ÖLDÜĞÜNÜZE EMİN OLMADAN PEŞİNİZİ BIRAKMAM.” Çok ileri gitmiş olabilirim ama umurumda bile değil. Onlar daha ileri gitmişti. Baştan belli bunu yapacaklarını tahmin etmem gerekiyordu. Gözlerim alparslan ile buluştu, bana doğru bir adım adım geldi ve olduğum yerden inmem için kollarımdan tutarak yardım etti. Beni tek hamlede indirdi minderlerden ve dağılmış halimle daha fazla ayakta duramayacağımı anlamış gibi kucağına aldı. Alp kapıya doğru yürüdü, hepsi ardımızda kalmıştı.
“Kimi tehdit ettiğini farkında bile değilsin çocuk.” Salim beyin kızgınlık dolu sesi ile yarım gülümseme oluştu yüzümde.
“Emin ol. Daha fazlasını biliyorum, beni sakin küçümse SALİM AÇIKGÖZ.” Bile bile adını ve soyadını üstüne basa basa demiştim. Onu tanıyorum, ailesini tanıyorum ve kendimi tanıyorum, neler yapacağımı biliyorum. “Kızınıza selam söyleyin. Arkadaş olarak seçtiği kişilere dikkat etsin.” Diyerek tamamladım sözlerimi. Kucağında olduğum adamın adımlar teklemişti bunu beklemediği açıktı, sadece oda değil burada kimse bunu beklemiyordu. Onlar hafızamı bahane ederek ya da yaralı olduğumu düşünerek hareket ediyorlardı ama ben onlardan bir adım önde olmayı her zaman severim.
Bunun için yetiştik, gururum kaynağımmm
“Bana aşıksın...” Sesin, duymam kendime gelmeme sebep oluyor.
“Günaydın prenses, nasıl gösterimi beğendin mi?” Onunla bu durumda alay ediyor oluşum harika hissettiriyor. Gülümseyecek ama kendini tuttuğunu farkındayım.
“Bayıldım, bana bu kadar aşık olman açıkçası korkuttu ama aynı anda mest etti. Güzel yetiştirmişiz seni. ” Onu ne kadar büyülediğim lacivert gözlerinden bile belli oluyordu. Bu adam bana sırılsıklam aşık. “Ama rütbeliyi tehdit ettiğini farkında mısın?” Sevdiğim ses tonunu tekrar duyunca dudağımın yarılmış olmasına rağmen gülümsedim.
“Ben öyle bir şey yapmadım. Sadece selam söyledim.” Diyerek kollarımı boynuna daha sıkı sarmaya çalıştım ama bu çabam sayesinde kaburgalarım sızlamıştı. O an fark etmemiştim ama bendeki hasarda büyüktü. “Çok konuşuyorsun, biraz hızlı hareket et bayılacağım.” Diyerek uyardım onu. Alp sanki transtan çıkmış gibi hareketlerini hızlandırdı ve oradan ayrıldık, başım göğsüne düştü. Daha fazla dik tutmama gerek olduğunu düşünmüyorum.
“Sanırım bana bakmak zorundasın.” Fısıltımı duydu mu bilmiyorum ama duysa iyi olurdu. Hızlı adımları sayesinde koridordan çıktık. Geldiğimiz kapıdan paşa paşa çıkıyorduk.
“En yakın hastaneye gidiyoruz.” Dedi alp. Bunu bana mı yoksa başkasına mı dedi anlayamadım o an. Artık yavaş yavaş bilincim kayıyor, olayları takip edemiyorum. Uzun zaman sonra bu kadar dövüşmek, daha doğrusu dayak yemek iyi gelmemişti.
Beni arka koltuğa bırakmak yerine, benimle beraber arka tarafa oturdu. Gözlerim ne kadar kapalı olsa da hala onun kıskacı altında olduğumu hissediyorum. Sanırım arabayı başkası kullanacaktı. “Alp iyi mi?” Konuşan önden birisi, sanırım bu abim olan ayazdı.
“Ayaz hızlı sür, bilinci gidiyor.” Sesindeki telaş açıkça belli oluyor ve bunu yansıtmaktan çekinmiyordu.
Bunları zaten onlar hesaplamamış mıydı, bu gün böyle olacağını bilmiyorlar mıydı? Babam ve abim ile daha tam anlamıyla konuşamadan bana bu şekilde davranmaları kırmıştı. Kim olsa kırılmaz mıydı, kızı yada kardeşi orada dayak yerken kim izlemek isterdi? Mesela mert orada, benim yerimde olsaydı kesinlikle kimse beni durduramazdı. Bir mert değil, başka sevdiğim bile olsa bu böyleydi ama onlar sadece uzaktan izlemişti. Bu gün haneme bir kırgınlık daha eklenmişti, ne kadar inkar etmek istesem de sanırım yavaş yavaş onların yaşadığına alışıyorum. Sayısız test ve son yediğim dayak sayesinde artık bünyem isyan etmek üzere fişi indirmek istiyordu.
ABARTMA FERİHA KALKKK!
“Beni korumadın?” Bu ses benden çıkmıştı, başım boynunda olduğu için beni duyabilirdi. Alp sesimi duyunca kasıldı ve başını yüzüme doğru eğdi. Kapalı gözlerime rağmen her hareketini anlarım. Öyle ezberimde...
“Korumak istedim ama lazer ışıkları vardı üstünde.” Sesi çaresiz çıkmıştı. Araba hızla geldiğimiz kapıdan çıktı. Direksiyonda her kim varsa hız sınırlarının içinden geçiyordu, bunu da arabanın sarsılmasından tahmin ediyorum.
Siktir!
Benimde mi üstümde lazer ışıkları vardı! O kadar çok ona dikkat etmiştim ki kendimden bir haberdim, bu kesinlikle orada bulunana rütbelilerin işiydi. Beni ne kadar ileriye giderim diye test etmek istemişlerdi ve ben kapasitemi göstermedikçe bu seferde alparslanı kullanmışlardı. Onun üstüne lazer ışıkları tutarak beni ve sınırlarımı bilmek istemişlerdi ama benim bir sınırım yoktu. Artık kayıp etsem, kendimi öldürmek isteyeceğim iki kişi vardı. Mert ve Alparslan. Bu ikisi için tüm sınırları yok eder ve yıkarım. Bunu düşündükleri için bu gün yaşanmıştı, orada beni canımla tehdit etseler bu kadar kudurmaz ve tepki vermezdim. Alp’te bana yardım etmesinler diye üstümde lazer ışıkları vardı. Bir nevi yaklaşırsan ölür demişlerdi. Kendilerini kurnaz sanıyorlardı ama benimle daha yeni tanışmışlardı. Artık pısırık ve geçmişinden vurulan Mihriban olamazdım, bu oyun çok büyüktü ve üstümde oynuyorlardı. İşte buna izin vermemem lazımdı. Daha fazla harabeye dönmüş bedenimi ayakta tutamadım. Bilincim nefret ettiğim o karanlığa teslim oldu.
“Komutanım, siz bir aşçı ile evli olduğunuza emin misiniz?” Uzaktan gelen ses ve ardından kıkırtılar işittim. Ne zaman bilincimi kayıp etmiştim bilmiyorum ama ağrıyan yerlerim artık ağrımadığını hissettim. Vücudum rahat bir yataktaydı artık.
“Bende aynı şeyi sorguluyorum.” Sevdiğimin ses tonu bile hoş ama bence burada sorgulaması gereken başka bir yer vardı.
EVLİ OLMADIĞIMIZ!
Gözlerimi yavaş yavaş açtım, görüşüme ilk klasik hastane tavanı girdi. Ardından hemen alparslan ve ayazın başı girdi görüşüme.
“Cehenneme mi düştüm?” kısık sesim ile ilk ne dediğimi anlamadılar birbirlerine baktılar ama arka tarafta başka bir kahkaha sesi ile kendilerine geldiler.
“Beni göre biliyorsan cennettir o canım.” Ayazın boş konuşmasına gözlerimi devirdim ve alparslanın lacivertlerine baktım.
“Bu niye burada? Ne olmuş bana? Azıcık su verir misin?” sorularımı ardı arkaya sıraladım. Kurumuş boğazım ile kimseye laf yetiştiremezdim. Alp gözleri ile röntgen çekti ve en sonunda iyi olduğumu ikna olmuş gibi komidinde bulunun suya uzandı. Bu sırada ayak ucumda bekleyen abimi gördüm. O damı gelmişti?
Yok gelmemiş salak, görüyorsun ya kızım.
Sen sus şoktayım.
Bende bimde! Vdjbsdvjbsvlj
Iyyy kusucam!
“Aşk olsun yenge! Alındım gücendim haberin olsun.” Söylenen ayazı bir taraflarıma takmadan alpin verdiği sudan bir kaç yudum aldım. Valla kurmuş boğazıma iyi gelmişti. Az önceki konuya tekrar dönmek adına alparslan baktım.
“Ne yaptım ki?” diyerek küçük bir serzeniş yarattım kendi kendime. Buna sadece güldüler, benim gibi melek bir insanda bile kusur arıyorlar resmen.
Adamı öldürecektik.
Hak etti.
“Orada kaç eğitimli askeri indirdin farkında mısın?” Evet, alparslan da en sevmediğim o ana gelmiştik. Kızgın bakışları, derin derin aldığı soluklar ve kastığı bedeni gözle görülür şekilde bittiğimi haykırıyor ama sorun şu ki farkında değilim. Fark etmemiş gibi yapsam bence aradan sıyrılırım diye düşündüm ama bu bakışlar bunu yapamayacağımı haykırır cinstendi.
“Tamam işte buda sana küçük bir uyarı, ayağını denk alırsın.” Yorgun ve tehditkar sesim ile yutkundu. Bir çok diyeceği var aslında ama hepsini yuttu. Alparslan’ın bu haline odada bulunan iki ayazda çaktırmadan gülmeye çalışıyorlardı ama kabak gibi ortadalar.
“Ben zaten söz dinleyen birisiyim, sen ne dersen odur.” Alparslanın sözleri ile artık odada bulunan iki ayazda katıla katıla pardon anıra gülmeye başladırlar. Bende kendime engel olamadan güldüm. Arazımda tek gülmeyen sevgilimdi ama bu hiç birimiz için sorun değildi.
“Gülmeyin lan.” Bakışları ayak ucumda bekleyen ve yanımda bekleyen iki adamda durdu.
“Komutanım bu kadar hanımcı olmanız normal değil.” Dedi ayaz. Gözleri resmen haylazlık ile parlıyordu. Bu alp her geçen saniye daha çok sinirleniyor ama bunu hiç birimizin umurunda değildi.
“Neyse, neyim varmış? Prens bedenime ne hasarlar kalmış?” Amacım konuyu dağıtmaktı, aksi halde alp iki ayazından içinden geçmek istiyor gibi bakmaya son vermeyeceklerdi. Aynı zamanda gelirken konuştuğumuz konuya atıfta bulunmuştum. Odada bulunan herkes bir tur daha güldü, bu sefer alpte dahildi.
“Kaburgaların ezilmiş, başın şişmiş, çenen ve elmacık kemiğin mor, elin çatlamış bir kaç gün ya da hafta sargıda kalacak ha bide karın bölgende ve bacaklarında ezikler varmış...” Alpin durum raporu ayaz tarafından yarım kaldı. Bence iyi bile oldu, yoksa her dediğinde daha çok fenalık geçirecektim.
“Ama iyisin. Ucuz kurtuldun.” Ayaz bedenimi süzerek gülümsedi, sözlerinden alay akıyordu. Onun tek amacı biraz olsun ortamdaki negatif enerjiyi dağıtmak ve kendimi iyi hissetmemi sağlamaktı. Bunu açıkça nakışları, hareketleri söylüyordu. O iyi bir arkadaş.
“Lan bu ucuz hali mi?” Abim olan ayaz olayları abartıyor canım. Bana benzeyen gözleri büyümüş ve inanmaz gözler ile ayaza bakarak beni işaret etti. Ah yazık... O tanımıyor ki ayazı nereden bilsin bu salak hallerini.
“Ayaz, git su falan bir şey al bana.” Son derece sinirliydi, elini yakasına götürdü ve çekiştirdi aldığı nefesler yetmiyormuş gibiydi ama canım oda hemen abartıyordu. Birisi alparslana gerçek prensesin ben olduğumu hatırlatsın.
“Komutanım, hasta siz olmayınca bir ayılıp bayılıyorsunuz. Hayır, bayılacağınıza sevinin verilmiş sadakanız varmış.” Ayazın odadan kaçmadan önce söylediği son sözler bunlar oldu. Hemen kaçmıştı çünkü aksi halde biliyordu ki, alp onu fena benzetirdi.
“Bu çocuk benim aklı dengem ile oynuyor.” Alpin kısık ve yakarış dolu sesine güldüm.
“Haklı gibi, sana iyi ki prenses dedik hemen ilgi odağı olmak istiyorsun. Rol çalma iki dakika.” Hasta halime bir şey demeyeceği için çok rahatım. Az kaldı iyi ki iki yumruk yemişim diyeceğim.
İki yumruk? IÇİMİZDEN GEÇMİŞLERRRR MİHHH, PRENS BEDENİM NELER YAŞAYACAK DAHA.
FERİHA OLMA.
Ayazın amacı ortamdaki kasveti dağıtmakta ve bunu başarmıştı. Kısa sürede onu çözdüğümü düşünüyorum ama bu her seferinde yanılmama sebep oluyordu. Gözlerimi alparslan çekip, ayak ucumda beni süzen abim ile göz göze geldim. Gülümsemem aynı saniye yüzümden silindi. Bunu bilinçli yapmamıştım ama onları hala kabul etmiş değilim, bir gün kabul eder miyim işte onu da bilmiyorum. Onlara karşı içimde büyük bir kırgınlık vardı. Alparslanı affettiğim gibi hemen edemezdim ama onları artık yok da sayamazdım. Her gece yaşasınlar diye dua etmiştim, her kötü anımda benim yanımda olsun istemiştim ve şimdi buradaydılar. Onlar yokken bunları istemek kolaydı ama şimdi karşımdalar ve bana büyük bir yalan söylemişlerdi.
“Güzelim nasılsın?” ilgili ses ile bakışlarım lacivertlere döndü. Alp sandalyeyi yanıma çekmiş ve oturmuştu, elleri saçlarımın her karışını keşfetmek ister gibi yavaş yavaş seviyordu.
“İyiyim.” Az önceki neşeli ortam gitmiş yerini kasvet dolu bir ortam almıştı. Alp sözlerime ne kadar inanmıştı bilmiyorum ama telefonu çalması ile bana baktı. “Dışarda olacağım.” Dediğinde sadece başım ile onayladım.
Alparslanın çıkması ile odada iki kişi kaldık. Onunla konuşmalı mıydım, aksi halde yokmuş gibi mi davranmalıyım? Kendi öz abim... Onunla konuşsam bile ne konuşa bilirim ki, insanlar abisi ile ne konuşuyordu?
“Nasılsın?” Sesini duydum... Bana rüyalarımda eşlik eden sesini duydum, bedenim sanki bir yay gibi gerildi, kelimeler dudaklarım arasında intihar etmek için can çekişti. Nasıl karşılık vereceğimi bilemedim. Oysa basit bir soru gibi duruyordu ama değildi.
Kırgın, kızgın, mutsuz, hayal kırıklığı yaşamış ve daha olumsuz nice cevap vermek istedim.
“İyi.” Düşündüklerime tezat söylediklerim. Kısa cevabım ile ne diyeceğini bilemiyor gibiydi, dudaklarını aralıyor ama diyeceğinden vazgeçiyordu. “Ne demek istiyorsun?” dedim. Bu ona karşı bir adım sayılır mıydı?
“Bir çok şey demek istiyorum ama hepsi senin hissettiklerinin yanında bir hiç kalır. Şunu belirtmek isterim ki bu yıllar sadece senin için zor değildi. İnanır mısın bilmem benim ve babamız içinde çok zordu. Bizi kolay kolay affetmezsin ama bizi bir gün affeder misin Mihriban.” Çaresiz sesini yüzü de tasdikliyordu. Sorduğu sorular, tavırları temkinliydi, sanki bana karşı hiç yanlış yapmak istemiyor gibi. Bunun için geç kalmıştı. Kalmışlardı.
“Yılların sizin için nasıl geçti bilemem, doğru diyorsun ama siz benimkini biliyorsunuz. Sana açık olacağım, size karşı hiç bir duygum yok diyemem çünkü var. Size bir çok olumsuz duygu hissediyorum ve yıllar içinde bir gün sizi affederim.” Dediğimde eline şeker verilmiş bir çocuk gibi mutlu olmuştu. Bana benzeyen gözleri ışıl ışıl olmuştu. Oysa daha sözlerim bitmemişti. Biran demekten vazgeçtim, onu böyle mutlu görmek heyecanlanmama sebep oldu ama kırgın tarafım dile gelmek istiyordu. “Ama sizi hayatıma alır mıyım orası muamma.” dile getirdim sözlerimi. Biran pişman oldum ama sadece bir andı, aklıma onların mezar taşlarında yaşasınlar diye ne kadar çok ağladığım ve yalvardığım geldi. Onlar bunları zaten biliyordu demi. Hepsini görmüş ve izlemişlerdi.
“Haklısın. Ne desen haklısın ama bana izin verirsen konuşalım, anlatayım sana kendimi. Affet ya da etme ama dinler misin beni?” Koca adam karşımda çaresiz ve benim tek sözüme muhtaçtı. Bu durumla çok karşı karşıya kalmıştım ama bende ilk defa ne diyeceğimi bilemedim. İkiye ayrılmıştım, bir tarafım olumlu diğer tarafım kesinlikle olumsuzdu. Ona bir yanıt vermeden odaya alparslan ve doktor girdi. Konuşmamız yarım kalmıştı, bizim gibi.
Doktor, alp gibi nerelerde ne hasar varsa hepsini saydı, dikkat etmem gereken her şeyi dile getirdi. Alp bu sırada hemen yanımda beklemiş ve bir an olsun doktorun dediklerini kaçırmamak adına dikkatle dinlemişti. Ben ise sadece Alparslan’ı izlemiştim bunu yapmaktan büyük bir zevk alıyorum. Doktor çıkınca, bu sefer odaya başkası girmeden alp hepsine mani oldu. İki ayazı da kapı dışarı edip giyinmeme yardım etti. “Nereye gideceğiz?” dedim. Ceketimin de önünü vurdu ve gözleri ile beni baştan aşağı süzdü. Üşümeyeceğime emin olmuş olacak ki sonunda geri çekildi.
“Evimize.” Diyerek beni kucağına aldı.
Beraber hastaneden çıktık, beni onun kucağına gören abim biraz bozulmuş ve sinirlenmiş duruyordu ama bunu dile getirmedi. Sessizce peşimizden gelmek ile yetindi. Diğer ayaz ise tüm time eve gideceğimize bizi orada beklemelerini haber etti. Alp ne kadar itiraz etse de, ayaz onu bir taraflarına bile takmadı. Bu ikilinin atışması çok hoşuma gittiği için sessizce dinledim. Alp beni arabanın ön koltuğuna bıraktık, ayaz hemen arka tarafa binmişti bile. Aynadan gördüğüm kadarıyla abim arkada başka bir arabaya biniyordu, aslında bizimle gelmek istediğini anlıyorum ama buna izin vermem ne kadar doğruydu işte burada kararsızım.
“Bizimle gelsin.” Dedim. Olumsuz düşüncelerime inat yine de istediğimi dile getirdim. Onunla konuşmak ve sorunları çözmek istiyorum. Onunla canım ciğerim olamam ama en azından bende bir pişmanlık ya da keşke kalsın istemiyorum. Çok kırgınım, kızgınım hatta daha yoğun hissettiğim bir çok duygum var. Yine de yaşıyorken bir dinlemek isterim.
“Tamam bebeğim, sen nasıl istersen.” Alp sözlerinin bitimi ile kapımı kapattı bu sırada sargılı elimin üstündeki bandaj ile uğraşmaya başladım. Kendimle çeliştiğim bir andayım.
“Doğru olanı yaptın.” Arka koltuktan gelen ses ile başımı kaldırdım ve ayaz ile gözlerimiz buluştu. Bana gülümseyerek ve anlayış ile bakıyor olması bir nebze iyi hissettirmişti.
Sessizlik... Hayatımın bir çok alanında bana eşlik etmişti, her zaman olmasa da bir çok zaman sesli ve gürültülü yerlerden kaçan birisiyim. Artık kendimden de kaçar olmuştum, kafamın içi o kadar gürültülü ki birisi yanımda devamlı konuşsun ve kendimi dinlememe izin vermesin istiyorum. Hastaneden sonra alp ile evimize geçmiştik, her kes buradaydı ve ben ne kadar yolda fikir değiştirip merte gitmek istesem de, alp bunun şuan mantıklı bir karar olmadığını söylemişti. Oraya gidersem amcam ve yengemle konuşmak yüzleşmek zorunda kalacaktım. Şu kısacık zamanda amcamın bir çok yalanını öğrenmiştim. Ailemden sonra beni büyütüp bu yaşıma gelmemde yardımcı olmuş olan, ailemle yüzleşmekten kaçıyorum. Bunun için kendimi suçlu hissetmem gerekiyorsa bile hissetmiyorum. Sanki birisi onlara karşı tüm gardımı indirmiş ve her taraftan beni vurmalarına izin veriyorum. Yolum şaşmıştı, ne yapacağımı artık bilmiyorum. Hayatımı hiç bu kadar plansız yaşamamıştım. Alpin hayatıma girmesi ile hayatım yavaş yavaş dağılmıştı ama onunla olmaktan pişman değilim. Ondan önce sıradan günlük işinde olan bir insandım ama şimdi işi bırak, nefes alacak ve durup düşünmeme izin verecek bir anım yoktu.
“Yüzüme dalacak kadar mı aşıksın bana?” Alparslan’ın sevdiğim haylaz halleri üstündeydi yine. Moralimi yüksek tutmaya çalışıyor ama ne kadar başarılı bilemiyorum. Bu onun suçu değildi, bu benim suçumdu. Şuan evimize gelmiştik, artık hava kararmış güneşin yerini ay almıştı. Her kes kısa bir hasta ziyaretinden sonra gitmişti. Mert ve arkadaşlarım ile üstün körü telefonda konuşup onları olmasam bile iyi olduğuma inandırmıştım. Kızlar ile farklı ülkelerde olmak bazen işime yarıyor.
“Oysa bunu kanıtlamıştım bu gün. Benimle ilgilenirken, bir şey ile uğraşırken ya da sadece dümdüz baksan bile seni izlemeyi seviyorum. Bana ne kadar şanslı olduğumu hissettiriyorsun.” Sözlerimde çok samimiydim. Alp ona olan sevgimin fazlalığını fark etmiş olacak ki, işine kısa bir ara vererek bana döndü.
“Bana bak kızım! Ağzı yüzü dağılmış, hasta demem seni yumuşak sever sert bir şekilde si...” sözlerinin devamı mutfağa giren abim ile yarım kaldı. O gitmemişti bunu ben istemiştim. Kalabalıkta konuşamamıştık ve artık onunla bir nebzede olsun ileri adım atmak istediğime karar vermiştim. Bunu çok düşünerek karar vermemiştim çünkü çok düşünürsem onlara sırtımı dönmemim daha mantıklı olacağını biliyorum. Ne kadar kızgın, kırgın ve güvensiz de olsam artık hayatımda alp dışında, beni seven birisi olsun istiyorum. Arkadaşlarım ya da timdekilerinki gibi değil istediğim sevgi. Beni koşulsuz şartsız bir sevgi istiyorum ama burada aklıma şu soru gelmişti; Beni bu kadar koşulsuz sevseler bırakırlar mıydı? İşte bir çok konuda olduğu gibi bunda da tereddütlerim vardı.
“Yemek ne yapıyorsun alpcim?” diyerek tezgahta sabır dileyen sevgilimin yanına geçti ve ocağa baktı.
“Zıkkım ayazcım yer misin?” Alp gözlerini devirip trip atar gibi kollarını göğsünde birleştirdi. Bu halleri küçük bir çocuğu anımsattı. Bir anda zihnimde ona benzeyen ve kollarını aynı onun gibi göğsünde bağlamış dudak büzüp laciş laciş bakan bir çocuk belirdi. Erkek çocuğu... Derin iç çekmem ile alparslan sanki düşüncelerimi anlamış gibi göz kırptı.
Laciş laciş ne mih?
Eben. Göz rengi işte.
“Onu beğenmedim asker. Sen bana lazanya yap.” Abim son derece sinsi gülümsemesi eşliğinde özel istek yapıyor.
“Sen, Alparslandan üst rütbede misin?” Bir anda boş bulunup sormuştum ama alparslan da olan bakışları heyecan ile bana döndü. Onunla ilgili bir şey sormama bile bu kadar mutlu olacağını düşünememiştim.
“Evet. Hatta istersen kaç defa götünü kurtardığımı da anlata bilirim.” Dedi abim. Onda olan bakışlarım alparslanı buldu. Sanki zihnimin içini okuyormuş gibi bakıyordu lacivertleri.
“Hayır bebeğim, ben yaşadığını bilmiyordum. Arkamdan iş çevirmişler.” Diyerek büyük bir aydınlanma yaşamama sebep oldu. Aklımda direk bunun geldiğini bilmesi, beni ne kadar iyi tanığını gösterir bence.
“Alp, senden bir kaç gün önce öğrendi buna emin olabilirsin. Hatta sana ilk gün söyleyecekti ama bir an çelişkiye düşmüştü, biz engel olduk. Beni ne kadar dinlersin bilmiyorum ama alp bu hayatta sana tek yalan söylemeyecek insandır.” Abimin bunu demesine gerek yoktu, bunu zaten biliyor ve hissediyorum. Bir gün bu güvenim boşa çıkacak diye korksam da yine de inanıyorum ona.
Bizde bu tür bir manyağız.
“Ben üst kattayım.” Diyerek kalktım, vücudum bir çok yeri hasarlı olsa da kendimi buna zorlayarak üst kata doğru ilerledim. Buradan kaçmak istemiştim. Ondan ve yaşadıklarımdan kaçamazdım ama şuan oradan kaçmak istemiştim.
YAZAR ANLATIMI
“Yıllar sonra bir aradayız.” Dedi alplarsan. Aslında amacı yanındaki adamın dikkatini biraz olsun dağıtmaktı. Mutfaktan çıkan kardeşinin ardından baka kalmıştı ayaz. Alp ikisi içinde, hatta üçü içinde ne kadar zor olduğunu farkındaydı.
“Bir aradayız ama eskisi gibi değiliz.” Diyerek iç çekti ayaz. Ona göre Mihriban ne yapsa haklıydı. Kendiler de bu yola mecbur kalmış olsa bile her zaman kardeşine hak veriyordu.
“Mihriban... Ona hak verdiğinizi biliyorum. Size tek diyeceğim zaman. Bunu sizde farkındasınız, her şey bir anda düzelmez. O çok mecruh, o hala altı yaşında kalmış bir kadın. Bedenen büyümüş sadece, büyümek zorunda kalmış bir kadın. Size şans vermek istiyor ama şuan kendisi ile çeliştiğine eminim. Şuan her güvendiği insandan darbe yiyor ve kimseye güvenmemekte haklı. Zamana bırak bu gün olduğu gibi sana, size gelecektir.” Alparslan’ın sözleri içten ve samimiydi. İki tarafı da tanıyor ve seviyordu o yüzden özenle seçiyordu sözlerini ama daha çok konuşması can dostu için değil de sevdiği kadın içindi.
“Haklısın. Sen zaten hep haklıydın. Bana kırgın olduğunu ve bir çok konuyu merak ettiğini biliyorum. Hakkındır kırgın olmak ama beni anladığını, bu durumda aynısını yapacağını da biliyorum.” Oda can dostunu tanıyordu, alparslanın bir şeyler bildiğini anlamıştı ama neyi ne boyutta bildiğini bilmiyordu. Bilse bu kadar sakin kalamayacağını biliyordu ayaz, bu yüzden sadece tahmin ettiğini düşündü o an.
“Bu konuyu çok uzun uzun konuşacağız ama şuan bakmam, sevgime ihtiyacı olan bir bebeğim var ayaz, o yüzden masayı hazırla. Atakan amca ne zaman gelecek?” alparslan, bir yandan konuşup bir yandan da ayaza tabakları verdi masaya koyması için.
“Bana bak! Kardeşime benim yanımda düzgün hitap et alırım rütbeni.” Ayazın sahte ve kıskançlık dolu tehdidini, alp bir tarafına bile takmadı. “Babamla konuştum yoldaydı en son.” Diyerek kendine verilmiş tabakları masaya dizmeye başladı.
Alp cevap vereceği zaman mutfağın camından bir beden belirdi. Atakan gelmiş ve mutfak camının önünde sigarasını içiyordu. Ayaz ve alparslan bir anda beliren beden ile irkildiler, atakan ne zaman geldiğini fark bile etmemişlerdi. Alparslan aslında bu durumu içten içe garip buluyordu. İki ölü sandığı adamda yanındaydı, bu kendi için bu kadar garip iken Mihriban’ı düşünmek bile istemedi o an.
“Açsanıza lan.” Diyerek cama vurdu atakan. İki adamda mutfakta kendisine garip garip bakıyordu. “LAN HEBEŞ KABLUMBAĞLARI AÇIN ŞU KAPIYI.” Atakanın serzenişi ile ayaz kapıyı açtı.
“Baba! Büyüdük hala aynı sesleniş.” Ayaz’ın dertli serzenişini atakan bir taraflarına takmadan yemek masasına oturdu, bu sırada mutfakta gözleri gezindi.
“Kızım nerede?” Diyerek Alparslan’a baktı. Alp, hala sanki gerçek dünyada değilmiş gibi şokla atakana bakıyordu.
“Üst katta.” Alp sadece bunu demekle yetindi. Kendisi hala bu adamların varlığını sorguluyordu içten içe.
Sevdiği kadını düşündü bir anda onun için ne kadar zor olduğu bir kez daha yüzüne tokat gibi çarptı. Aslında bunu burada bulunana üç adamda biliyordu, bu yüzden temkinli ve adım adım ilerlemek istiyorlardı ama mihriban bir anda olsun bitsin ister gibi bu akşam hepsini bir arada görmek istemişti. Alp derin bir nefes alarak işine kaldığı yerden devam etmek için tezgaha yöneldi. Ayazda onun gibi masayı hazırladı, atakan sadece mutfakta bulunan iki adamı izledi ve heyecan için kızını beklemeye başladı. Atakan farkında değildi ama dizini sallıyordu, ellerinin içini kot pantolonuna siliyor, derin derin nefes alıyordu.
“Ne yemek yaptın damat?” dedi atakan. Ne kadar stresli ise bunu yansıtmak istememişti.
“Çorba, fırında tavuk ve pilav.” Yanıtladı alparslan. Bunu yaparken sanki askeriyede gibi hissetmişti kendisini. Bunu fark eden diğer iki adamda güldü alparslanın haline.
“Güzel, ellerine sağlık.” Dedi ayaz. Arkadaşının haline gülerek tamamladı sözlerini.
“Yemin ediyorum kendimi askeriyede gibi hissediyorum.” Alparslan aklından geçenleri söyledi, hepsi bu ortamın garipliğine güldü.
“Kim derdi yıllar sonra tekrar aynı ortamda olacağız diye.” Ayaz dostunu tasdikleyen sözleri ile onunla göz göze geldi.
“Hem de bu ortamın, kızımın sevgilisinin evinde olacağını kim derdi.” Atakan hala aynı kıskanç insandı, özelliklede söz konusu kızı ve karısı olduğunda. Tabiki de ayazı seviyor ama mihribana olan düşkünlüğü bambaşka bir boyuttu.
“Sözlerinizi dikkat edin lütfen. Burası sadece benim evim değil, mihribanla bizim evimiz.” Alparslan’ın sözleri ile ortam buz kesti. Bir kıskanç abi ve babaya denilecek şey mi diye düşündü bir an ama sonra bunu siktir etti. Doğru demişti, burada onların evi, yuvasıydı.
“Alp... Sevgilim gelir misin?” üst kattan gelen ses ile ortamdaki hava dağıldı. Aras erkeklerinin tek kaşı otomatik kalktı ve alparslana; Anlat yalanını siktiğim. Bakışları ile bakmaya başladılar.
Alp, hızla ortamdan kaçmak adına mutfaktan çıktı ve çıkmadan öncede, “Ayaz yemekleri koy geliyoruz.” Demeyi ihmal etmedi. Ayaz ve atakan giden adamın ardından güldüler. Yaşları, görünüşleri değişmiş olabilirdi ama alparslanın cesaretinden ve geri adım atmaması hiç değişmemişti. Hala dik ve soğuk bir adamdı, bir tek yumuşak noktası mihriban.
“Yemekleri koy oğlum. Bu gece uzun geçecek, en azından iki üç lokma bir şeyler yer.” Atakanın dertli sesi ile ayaz hak vererek dediğini yapmaya başladı. İkisi de mihriban için buradaydı, ona kendilerini anlatmak ve bir nebzede olsa yanda durmak istiyorlardı. Bu gece dedikleri uzun ve yaralayıcı geçecekti ama en çok darbeyi kim alacaktı.
Yangınlar içinde kalan atakan mı?
Kardeşine hasret olan ayaz mı?
Sevdiği kadının dağılışına şahit olacak alparslan mı?
Yoksa yıllardır yanan mihriban için mi?
Bu gece bir çok gerçek ve yine bir çok oyun açıklık kavuşacaktı ama en çok yara alan Araslar olacaktı. Biri değil hepsi yara alacak ve kül olacak. Daha sonra yandıkları kadar yakmak için harekete geçeceklerdi. Bu gece bu dört adam içinde unutulmaz olacaktı. Bu günü yıllar sonra ya gülümseyerek güçlü şekilde hatırlanacak ya da buruk ve dağılmış şekilde hatırlanacaktı. Hatırlanacaktı ama bunun ne şekilde olacağını kimse kestiremiyordu.
“Ne oldu güzelim?” Alparslan merdivenlerin başında bekleyen sevgilisine şefkat ile baktı.
“Sütyenimi vuramadım.” Diyerek arkasını döndü, alp merdivenleri hızlı hızlı çıkarak, belinden tutuğu gibi mihribanı giyinme odalarına doğru götürdü. Mihriban’ın üstünde sadece sütyen varken aşağıdaki iki adama yakalanmak istememişti. Bu düşüncesi bile kötü bir olay olduğu için alp başını iki yana salladı, zira yakalandıklarını hayal etmek bile yetmişti.
“Güzelim sonum olacaksın.” Bu ses tonunda şehvet vardı. Mihriban da fark etti detay ile hem gülmek hem de aklını başından almak istedi. Daha sonra bunun kendine daha büyük bir dönüşü olacağını düşünerek vazgeçti, saçlarını çekti alp sütyenin kopçasını kapatsın diye. Alp bu manzaranın keyfini daha sonra sürerim düşüncesi ile açmak istediği sütyenin kopçalarını tek tek vurdu. Daha sonra üşümemesi garanti olan kırmızı bir sweet giydirdi.
“Şimdi bir şey düşünmüyor sadece yemek yiyoruz tamam mı? Bak zaten yeterince zayıfladın, daha fazlası olursa bozuşuruz.” Alparslan sanki karşısında küçük bir çocuk varmış gibi baş parmağını doğrultmuş sallayarak uyarıyor. Mihriban bu halleri karşısında gülmek istedi ama onun yerine yanaklarını ısırdı. Şuan gülemezdi, tek bir cilve ile dağıla bilirlerdi.
“Alp! Tamam abartma sevgilim, ayrıca hala çok güzelim.” Mihriban aynadan yansımasına baktı. Biraz morarmış ve dayak yemiş yüzüne baktı. Şuan kendi dediğine kendisi bile gözlerini baydı. Şuan kendini güzel bulması biraz absürt olmuştu.
Daha sonra aşağı indiler beraber, alparslan yanındaki kadının gerginliğini almak istermiş gibi elini sıkı sıkı tuttu. Bu ben yanındayım, sakin ol demekti onlar için. Mihriban bu hareket ile sevgilisine manidar bir gülümseme yolladı. İkisi de gergindi ama alparslan’ın önceliği her zaman mirhiban olduğu için onu ilk sıraya koyuyordu. Ona bir nevi yıllar sonra sevdiği kadının ailesi ile bir araya gelecekti. Bu ilk değildi ama artık daha ciddi bir ortam olacaktı. Konuşulacaklar herkesi sinirlendirecek, gerecekti bu yüzden alaprslan’ın içi gidiyordu sevdiğine. Bu kimse için kolay değildi, bunu dört kişide farkında olduğu için sağlam adım atmak istiyorlardı. Mihriban mutfağı girmeden önce derin bir nefes aldı, alp ise sadece omuzlarını dikleştirdi ve mihribana yanındayım diyen bir bakışlarını sundu. Mesajı alan kadın ister istemez gülümsedi, bu Alparslan’ın da gülümsemesine sebep oldu. Mihriban, heyecandan ya da korkudan ürpermişti belli etmeden kendine gelmek adına derin bir nefes aldı. Beraber mutfağa girdiklerinde, masa hazırdı ve iki kişi oturuyordu. Mihriban sadece baktı başka ne yapacağını bilemedi o an ve sessizce masaya yöneldi. İnsanlar ailesi ile masaya otururken böyle mi hissediyor diye düşünmeden edemedi. Kendisi yemek masalarına hep tek ya da mertle oturmuştu şimdiye kadar. O da sessiz geçerdi. Alp ile yan yana olacak şekilde oturdular, mihriban’ın karşısında abisi, alparslan’ın karşısında ise atakan oturuyordu.
Atakan ve ayaz heyecan ile ellerini pantolonlarına sildiler, ikisinde de amansız bir heyecan vardı. Aslında mutluydular ama mihribana sadece uzaktan bakmak her iki adamı da üzüyordu. Hemen konuşup halledilecek bir mesela değildi en yazık ki. Bu farkındalık her kesi kıskacı altına aldı. Onların yaşadağını belki de hiç kimse yaşamamıştı. Onlar yıkılmış bir aileyi tekrar toplamaya çalışan üç kişiydi. Atakan ve ayaz, mihribanın tekrar bir arada olmak istediğini bilmiyorlardı. Geceleri ayaz için hayaller içinde geçiyordu. Belki tekrardan kız kardeşim bana abi der diyerek hayallere dalıyor ya da geçmişe dalıyordu. Atakan’ın sadece geceleri değil gündüzleri bile kızının hasretini çekiyor. Karısından iki emaneti vardı ama onlara da iyi bakamadığını düşünerek geçiyordu zamanı. Masada kimse konuşmadı, ne diyeceklerini bilemedi. Bir ara kuru bir afiyet olsun denildi ve her kes sessizce yemek yiyor, alparslan arada yanında oturan sevgilisine kaçamak bakışlar atıyordu ama bu bakışlardan sonra ayaz ve atakana yakalanıyor. Korkmak ve çekinmek yerine ikisine inat eder gibi mihriban’ın saçı ile oynuyor ona dokunuyordu. Bu bir nevi nispetti.
“Güzelim onu bitirmen lazım.” Alparslan, Mihriban’ın tabağında kalan yemeklere çatık kaşları ile baktı. Onun sesi ile atakan ve ayaz da bakmıştı, mihriban yemeğin yarısını yine bırakmıştı. Hoşnutsuzluk ile hepsi tabağa baktı. Atakan kızının neredeyse çoğunu bıraktığı tabağa iç çekerek bakmıştı, çocukları gözlerinin önünde eriyor ama onun elinden izlemek dışında hiç bir şey gelmiyor, kendini kapana kısılmış gibi hissediyordu.
“Doydum.” Diyerek geri çekilmek istedi ama alp ona izin vermeden tabakta kalan yemeğe bir de sevgiline baktı.
“Ne demek doydum, doyamazsın bu kadar yemekle.” İnat ile yemeğin devamını yedirdi. Mihriban ne kadar kaçarsa o kadar batacağını bildiği için alp iyiydi hoştu ama inatçı bir adamdı ve istediğini almadan bırakmazdı.
“Çok inatçısın, çocukken de böyleydim. Zorla ağzıma tıkıyordun, hatta bir kere senin yüzünden arı sokmuştu bizi.” Bilinçsizce konuşan mihriban ile masada olan her kes dondu. Kimse ne diyeceğini bilemedi ve mihribana şaşkın şaşkın bakmaya başladılar. Bu sırada mih sadece önünde olan yemeği yiyor ve sanki her gün ki konuşmaları gibi davranmıştı. Fısıltı ile söylenerek önündekini bitirmeye çalışıyor.
“Sen hatırlıyor musun?” Soğuk ve tüyler ürpertici ses tonu ile mihriban, ayaza baktı.
Mihriban duydukları ile kaşlarını çattı, ne diyeceğini bilemedi bir anda. Cidden sözler bir anda ağzından çıkmıştı ve ne diyeceğini şaşırmıştı. Dediklerini şuan fark ediyor, geçmişten bahsetmişti. Hatta arı sokmasından bahsetmişti ama bunlar bir anda hatıralarına gelmişti. Her şey o kadar karışık ve katlanılmaz olma yolunda ilerliyordu ki bezgin bir nefes bıraktı.
“Bilmiyorum bir an o halimiz gözlerimin önüne geldi.” Mihriban kendi bile artık zihninin içini çözemez hale gelmişti.
“Bana ne hatırladığını söyler misin?” Alparslan, bir umut sormuştu ve alacağı cevaptan korkmuştu.
“Tam değil ama sanırım piknikteyiz ve sen benim peşimde elinde et dizili şiş ile koşuyorsun, ben ise arkama bile bakmadan kaçıyorum. Üstüme pembe elbise var, sende yine siyahlar içindesin. Alp o zamanda mı siyah sevgilim!” diyerek hatırladıklarını dile getirdi ama hiç önemli olmayan bir detaya takılmıştı şuan. Alp çocukken de siyahlar içindeydi. Bir insan hiç mı değişmezdi. Lacivert bakışları mihribanı anada doğma görüyormuş gibi kısıldı. Yüzünde sinsi bir gülümseme aldı Alparslan’ın, tam dudaklarını cevap vermek için araladı o sırada iki öksürük sesi ile kendilerine geldiler.
“Lan it herif!” alparslan kafasına gelen çatal ile neye uğradığını şaşırdı. Mihriban ise kocaman açtığı gözleri ile atakana baktı. Çatalı o fırlatmıştı alparslan’ın kafasına ve sanki kendisi yapmamış gibi çok rahattı.
“Atakan amca?” Dedi Alparslan, bu sırada çatalın isabet ettiği başını tutuyor ve cevap bekler gibi atakanın yüzüne bakıyor ama atakan omuz silkti ve yemeğine kaldığı yerden devam etti.
“İyi yaptın baba.” Dedi ayaz. Bu durumdan tek eğlenen oydu. Eğer atakan yapmasaydı büyük ihtimalle ayaz yapardı çünkü Aras erkekleri kıskanç yapıya sahipler.
GEÇMİŞ PİKNİK.
İki aile sevdikleri deniz kenarı bir park gelmişlerdi. Evden çıkmadan önce kısa bir kaos yaşamıştı Aras ailesi. Bunun sebebi Mihriban’ın özenle iki saat elbise seçmesiydi. Cemre, ne kadar elbise gösterse de beğenmemiş. En sonunda kendi bildiğini yaparak, pembe askılı mini elbisesini giymiş, uzun kahve saçlarını annesine taç şeklinde ördürmüştü. Atakan neden bu kadar direttiğini sorduğunda ise: Alparslan geleceği için demişti küçük kızı. Cemre bir turda Aras beylerini sakinleştirmek ile uğraşmıştı.
Şuan sonunda gelmiş ve yerleşmişlerdi, çocuklar kendi halinde top oynarken kadınlar sofrayı hazırlıyor, beyler ise mangalın başındaydı. Atakan’ın bir gözü mutlaka çocukların üstündeydi. Piknik alanı çok sessiz ve sakin bir yerdi, etraf kalabalık değil ve bir birine uzak sayılacak şekilde banklar vardı. Hemen bir kaç adım ileride oyuncaklar varken, hemen arkalarda ise deniz manzarası vardı. Suya girilmiyordu ama zaten bunun için gelmemişlerdi.
“Atakan amca bir tane veriri misin?” Alparslan, mangalın yanında durmuş pişmiş etlere bakıyordu. Atakan önce etlere daha sonra yanındaki çocuğa baktı.
“Çok mu acıktın?” Atakan şaşırmıştı, alparslan acıksa bile hazır olmasını bekler asla istemezdi. Alparslan omuz silkti ve az ileride kendilerini izleyen Mihriban’a baktı. Atakan çocuğun derdini anlamıştı, et yemeyen kızına yedirecekti. Mihriban et yiyordu ama alparslan yedirsin diye işini zorlaştırmaktan geri kalmıyor, sonuna kadar diretiyor ve sabır kotası dolunca sanki zorla yiyormuş gibi bir hava ile yiyordu.
“Mihriban acıkmış ama yine işleri zorlaştıracak.” Alparslan sona doğru dedikleri ile omuzları düşmüştü bezgin şekilde. Atakan kızını ne kadar sevse de uyuz birisi olduğunu bildiği için üstelemeden verdi bir şişi. Verdiği etler çok sıcak olmadığı için alparslan tuta bilmişti.
“Çok zorlama istemezse. Biliyorsun inadı tutumu geri adım atmıyor.” Dedi atakan. Alparslan sadece başı ile onaylayarak arkasına bakmadan Mihriban’a doğru koşmaya başladı. Bu sırada teşekkür etmeyi unutmadı. Selim ve atakan giden çocuğun ardından gülümseyerek baktı.
“Hayırdır arıza çıkarmadın.” Selimin sorgu ve şüphe dolu tavrı ile atakan ters ters baktı arkadaşına. Omuzunu umursamaz bir tavır ile sirkti ve sanki kendi çıkarınaymış gibi bir hava vermeye çalıştı.
“Kızımın aç kalmasını istemem. Buraya geleceğiz diye kahvaltı bile yapmadan annesi ile hazırlanmaya başladı.” Derin bir nefes verdi. “ Ve ne olursa olsun, ikimizde biliyoruz ki alparslan o şişteki tüm eti yedirecek. Ne kadar kıskansam da eğer bana ya da bize bir şey olursa kızım güvenli yerlerde olduğunu bileceğim.” Atakan’ın omuzları düşmüş ve gözleri az ileride koşan çocuklardaydı.
“Sen bu sıralar bir şey karıştırıyorsun ve burnuma hiç iyi kokular gelmiyor. Ne oluyor Atakan?” dedi selim. Arkadaşının bir sıkıntısını olduğunu biliyordu ama vatan meselesini anlatamadığını da biliyordu. Bu yüzden bekliyordu konuşmasını ama atakan ketum birisi olduğu için hiç bir şey anlatmamakta ısrar ediyordu.
“Vatan... Biliyorsun işte görevler falan.” Diyerek konuyu kapattı. Selimde daha fazla zorlamadı, biliyordu ki o istemese ağzından tek eklime alamazdı.
“Mih! Şunu da ye.” Alparslan bir et parçası daha uzattı ısrarla.
“İstemiyom.” Diyerek başını çevirdi mihriban. Alparslan yine pes etmeden dudaklarına doğru yaklaştırdı. Mihriban bir anda koşarak kaçmaya başladı. Alp giden kızın arkasından baktı bir kaç saniye sonra oda peşinden koşmaya başladı.
“Buraya gel. Son eti de yemen lazım.” Diyerek elindeki şişle kızın peşinden koşmaya başladı.
“Ya istemiyom alp. Doydummmmm.” Mihriban hem koşuyor hem de arkasına bakarak laf yetiştirmeye çalışıyor.
“Kızım çok değil diyorum. Bir tane daha alsana.” Alparslan kovalamaya son vermiyor, mihriban kaçmaya son vermiyor. Bir süre daha sürdü bu ve sonra mihribandan çığlık sesi yükseldi.
“Ne oldu?” alparslan telaş ile daha hızlı koşarak çimene oturmuş ağlayan mihribanın yanında oturdu. Dolu boncuk boncuk bakan gözlere içi ezildi alparslanın.
“Bilmiyorum.” Diyerek elini gösterdi mihriban. Alp küçük eli kendi elinin içine aldı ve baktı. Avuç içi kızarmıştı aynı zamanda şişmişti, “Nasıl becerdin arı sokmuş.” Alparslanın korku ile gözleri büyümüş ve o anın telaşı ile sesi yükselmişti.
“Acıyo.” Mihriban inci gibi göz yaşları dökülmeye başladı. Alparslan ofladı ve başını gök yüzüne kaldırdı bu sırada derince yutkundu ve yavaş yavaş kalktı, kendi ile mihribanı da kaldırdı ama mihriban bu sırada ağlamak ile meşguldü ki etrafında ne olduğunu farkında bile değildi.
“Mih sus ve koş.” Dedi alparslan.
“Neden?” Mihriban’ın sorgulaması ile alparslan yanına oturdukları ağacın dalını göstermişti.
“Arı!” Mihriban, bir anda tüm ağrısının unuttu ve telaş ile bağırarak aynı zamanda koşmaya başladılar.
“KOŞ KOŞ.” Alparslan ile beraber delicesine koşuyorlar, nefes nefese kalmışlardı daha şimdiden. Bu sırada bir kaç arı peşlerine takılmıştı bile. “ANNE. BABAA.” Mihriban bir yandan bağırıyor bir yandan koşuyordu.
“Ne oluyor çocuklar.” Dedi ayşen ve cemre.
Mihriban onların sesini duyunca aniden tökezledi ve düştü, bu sırada onun elini tutan alparslan da düştü. İkili düşünce aynı anda bir kaç yerlerinden arılar sokmuştu. Bir anda “AAAĞĞĞ!!” diye bağırdıkları için aile fertleri hemen yanlarına gelmişti.
“Ne oluyor yine?” dedi atakan, ağlayan kızına ve yanında kolunu tutan oğlana baktı.
“Arı soktu, ben mihribanı kovalarken ağacın altına oturduk ama orada arıları görmemiştik. Fark edince kaçtık ama üstümüzdeki yemek kokusuna geldiler sanırım ve kaçarken kızınız düştü! Bende onunla düşmek zorda kaldım ve sonuç.” Son sözlerini söylerken iki kolunu gösterdi alparslan. Kollarından sokmuştu arılar onu ama onun yerine mihriban ağlıyordu.
“Benim kızım niye ağlıyor o zaman?” dedi atakan.
“Çünkü beni iki tane ama alpi üç tane soktu.” Küçük elleri ile alpin arı sokulmuş kollarını gösterdi. Şimdi anlaşılmıştı elbette kendi canı yandığı içinde ağlıyordu ama eşit olmaması mihribanı sinirlendirmişti. Alp küçük ellerini yüzüne yavaşça vurdu, aile fertleri mihribanın dedikleri ile gülmek istedi ama tuttular. Alparslan’ın bıkmış yüz ifadesi ve sanki koca adam gibi davranışı ile tutamadılar kendilerini. O gün alp ve mih için hastaneye gidildi, ayaz onlarla baya baya dalga geçti.
GEÇMİŞ SON.
YAZAR ANLATIMI DEVAM.
“Bide kendini az soktuğu için ağlamıştı.” Dedi ayaz. Masada bir kahkaha tufanı koptu, mihriban da ister istemez gülmüştü buna.
O an Mihriban düşündü, eğer yangın olmasaydı nasıl bir aile olurlardı diye düşündü. Kesinlikle aynı Demir ailesi gibi çok iyi ve tutkun bir aile olurlardı. Arada sırlar, güvensizlik olmaz ve mutlu gerçek bir aile oluruz diye düşündü. Düşündükçe kahroldu ama yüzü güldü. Bir kaç ay önce bunlar imkansız geliyordu en azından şuan hayatta ve karşısında oldukları için şükür etti. Eksiklerdi, kırgınlardı ama en azından hayattalar diye düşündü. Ne kadar bu akşam için gergin olsa da şuan bir nebze olsun gerginliği azalmıştı.
“Cidden hangi deli beni daha az soktular diye ağlar ki?” Bu sırada yanındaki kadına atıfta bulunmuş ve yandan yandan süzmüştü onu.
“Benim kızım.”
“Benim kardeşim.”
“Ben.”
Üç Arasta aynı anda cevap vermişti. Alparslan bu duruma kahkaha atmıştı. Hepsine tek tek baktı. Eğer sırlar ve güvensizlik olmasaydı sevdiği kadının çok güzel bir aile ortamında büyüyeceğini oda düşündü. İster istemez acaba öyle olsa biz nasıl olurduk diye de düşündü, amansız düşünce havuzuna dalmamak için son verdi ve anın tadını çıkarmak istedi. Üç arasta birbirine şaşkın şaşkın bakıyordu.
“Tamam yeter susun.” Mihribanın yakarışı ile sustular.
“O tabak bitecek.” Diyerek tekrar konuya döndü alparslan.
Yemek boyunca iki Arasta, mihribanı izlemişti. Bunu rahatsız etmeden yapmak istemişlerdi ama ne kadar istemeseler de mihriban fark etmişti. Bu konuda her hangi bir yorum yapmamıştı. Dakikalar sonra yemek faslı bitmiş ve artık esas konuya gelinmek için hep beraber salona geçtiler. Ortamda yine gergin bir hava mevcuttu. Mihriban gibi Ayaz ve Atakan da gerilmişti. Alparslan da gergindi ama bu üçü kadar değil. Alparslan’ın gerginliği duyacağından değil, mihribanın tepkilerindendi. Eğer çok zorlanırsa bu ansızın bir krize sebep olabilirdi. Korktuğu şey kesinlikle mihribanın ruh sağlığıydı. Sevdiği kadının ruh sağlığından daha önemli hiç bir şey yoktu. Zaten her şey zor olmuştu ve tekrar dağılmak istemiyordu.
Bu odada bulunan her kes elinde olmayan imkanlar yüzünden bir çok kayıp etmişlerdi. Daha fazla bir şey kayıp etmemek için çabalamak istiyorlar ama arada olan güvensizlik ile ne kadar bunu başaracakları meçhuldü. Burada kimse suçsuz ve günahsız, sırsız değil aksine hepsinin kendini sırrı ve yapması gereken görevleri vardı. Hepsi bir yerlerde birbirlerine yalan söylüyorlardı.
“Kim başlayacak?” dedi mihriban. Artık bu konu konuşulsun ve gerginlik ne kadar son bula bilirse bulsun istiyordu.
“Ben anlatayım.” Dedi atakan. Omuzları gerilmiş ve yüzüne duygusuz bir ifade yerleşmişti.
“Nereden bileceğim her şeyi anlattığınızı.” Mihriban gözlerini kısmış ve kuşku dolu bakıyor karşısında oturan ailesine. Bir nevi güvenmiyor ama oda haklıydı işte, bunu farkında oldukları için ilk atakan konuştu.
“Ölü karımın üzerine yemin ederim. Yalan yok.” Mihriban, annesinin üstüne yemin edilmesi ile dondu kaldı. Bu kadar büyük yemin beklemiyor ters bir tepki bekliyordu. Ama yanılmıştı. Babası büyük bir yemin etmiş ve kendine güvence vermek istemişti. Yutkundu, ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi. Her şey birbirine girmiş gibi hissetti.
“Bende ölü annemin üzerine yemin ederim.” Dedi ayaz. Aynı babası gibi, kardeşinin gözlerinin içine bakarak tamamladı sözlerini. Mihriban’ın dumur olmuş hali ile bir süre sessiz kaldılar. Hepsi her hangi bir tepki için mihrbana baktı ama kız sadece kitlenip kalmıştı.
“Ben, yemin edemem annemin üstüne.” Dedi mirhiban.
Ölü olmaya bilir mi?
Atakan ve ayaz anlamsız şekilde mihribana baktılar, gözlerini bile kırpmadan her mimiğini okumak ister gibiydiler. Mihriban derince yutkundu ve yanında oturan sevgilisine baktı, “Yanındayım.” Alparslan kendinden güven isteyen sevgilisine sadece dudaklarını oynatarak cevap verdi. Mihriban ise sadece onu başı ile onayladı ve karşısında kendinden açıklama bekleyen ailesine baktı.
“Senden böyle bir yemin beklemiyoruz. Zaten her şeyi biliyoruz.” Dedi atakan. Kızına karşı sonsuz bir sevgisi ve şefkati vardı. Bu mihriban elli yaşına da gelse aynı şekilde olacaktı.
“Baba anlatalım artık.” Derin bir nefes vererek arkasına yaslandı ve babasına baktı ayaz. Bu gergin havada ve daha fazla kardeşinden uzak kalmak istemiyor. Bir önce bitsin istiyordu ama yaşadıkları bir anda bitecek bir şey değildi. Hiç bir zaman bitecek bir şey değildi bu yarayı ve kayıp dolu yılları kimse geri getiremez. Hepsi farkındaydı ama önlerindeki yıllar için çabalamak istiyorlar. Boşa gitmeyecek gelecek yıllar için çabalamak istiyorlar.
Atakan anlatmaya başladı, yüzünü ifadesiz ve sakin tutmaya çalışmıştı ama bu nafile bir çaba oldu, yıllar öncesinden ve yangın gecesinden başlayarak yaşadıklarını anlattı. Tehditti anlattı, ayazın hastalığını anlattı, yıllarının nasıl geçtiğini hep uzaktan izlemek zorunda kaldığını, yanına yaklaşmak istediğinde neler olduğunu hepsini zorlanarak anlattı. Tıkandığı ve artık konuşamadığı yerlerde ayaz devraldı. Hepsi sustuğunda alparslan sevdiği kadının yanında olduğunu belli etmek için varlığını fark ettirdi.
Bu yaşananları alparslan az çok biliyordu tehditti. Ama asla bu kadarını beklemiyordu. Bir oruspu çocuğunun mihribanı taciz ile tehdit ettiğini, unutma sebebini bilmiyordu. Duydukları kendisi bile kaldıramadı, aklına üşüşen görüntüler ile diri diri ölmek istedi. Bu olanları aklı hayali almamıştı. Alparslan bile karanlığın içinde çırpındı duyduklarıyla. Neler yaşamışlardı öyle, dinlemesi bile ızdırap dolu anları bu üç kişi yaşamıştı.
GEÇMİŞ ÜNİVERSİTE YILLARI.
MİRHİBAN ANLATIMI.
“Dede.” Heyecanlı ve cıvıl cıvıl çıkan sesim ile benim için açılan kolların arasına girdim.
“Dedesi kurban olsun, bal torunum benim.” Sımsıkı sarıldı ve saçlarımın tepesine şefkat dolu öpücükler armağan etti.
“Dedem... Çok özledim seni, aylardır yoksun.” Diyerek sitem ettim.
“Yeni bilgiler edindim küçük hanım. Gel benimle.” Benimle beraber evin içine girdi.
Buraya gastronomi okumak için gelmiştim ve bu topraklara ayak basmam ile dedem beni takibe almış. Amcamlardan sonra hayatta kalan tek aileme sıkı sıkı sarılmıştım. Dedem... Babamın, babası bana da baba oluyor. Buraya geldiğim bir ay sonra beni bulmuş ve karşıma çıkmıştı. Kendisi ile görüştüğümü amcam bile bilmiyordu. Peşimde olan sayısız adam şuan beni arkadaşımın evinde sanıyor ama ben alt geçitten dedeme gelmiştim. Dedemle gizli saklı buluşur olmuştuk bir senedir.
“Neler öğrendin?” diyerek çantamı koltuklara bıraktım. Çalışma odasına girmemiz ile büyük kahve deri koltuklara oturdu ve benimde oturmama için yanındaki boş alana vurdu. Bundan büyük bir keyif alarak yamacına oturdum.
“Ailemizi öldüren ve buna sebep olanları bulamadım, sana geçmişini unutturanı bulamadım ama ufak bir kaç bilgi buldum. Bunları daha sonra konuşuruz. Şuan başka bir şey için geldim güzel torunum.” Diyerek buruşmuş elleri ile saçlarımın her telini yavaş yavaş sevdi. Bende fırsattan yararlanarak başımı göğsüne koydum.
Dedem ile her kesten gizli araştırma yapıyorduk. Kendisi beni aylar önce bulmuş ve gizli saklı iş yürüte bilir miyim öğrenmek için yanıma gelmişti. Beni bir kafede tek başıma otururken yakalamıştı ama onu asla tanımamıştım. Eğer amcama yakalanırsam işlerin çıkmaza gireceğini söylemişti. Amcam çok önceden sormuştum bizim başka akrabamız yok mu diye oda bana babasının mesleği için kendilerini terk ettiğini anlatmıştı. Dedem bana ona güveneceğim kadar bilgi vermişti, şimdiye kadar neden olmadığını anlattı. Bir insana hemen güvenemezdim ama bana o kadar babama, anneme, amcama bile ait bilinmesi zor bilgiler verdi ki ona güvenmeye seçtim. Bir şekilde dedemle ortak olmuştum ve unuttuğum geçmişimi, buna neyin, kimin sebep olduğunu araştırıyoruz. Amcamla da bunu bir çok defa araştırdık ama onun gücü devlete yetmemişti. Hep aynı dairenin içinde dönüp durmuştuk. Şimdi ise yangını araştırdık yine ve bu sefer elimizde sadece bir isim vardı dedem sayesinde.
HİLMİ ÖZKÖK.
Kendisi insan ve çocuk ağırlıklı deney yapıyor aynı zamanda babamın yangından önce uğraştığı birisiydi. Buna onun sebep olduğunu biliyoruz ama bu işin bu kadar kolay olmadığını da biliyoruz. Eğer bu kadar kolay olsaydı bunu zaten bulurlardı. Ama işin aslı çok karışıktı. Ailem bir şerefsiz tarafından öldürülmüş ve ben bir şerefsiz tarafından bir ay ne yaşadım ise unutmuştum.
“Ne için geldin?” titrek bir nefes ile yerimden doğruldum ve gözlerinin içine baktım. O gözlerde aylardır şefkat ve sevgi dışında hiç bir şey görmemiştim. Bana bakarken kıyamıyor gibiydi, benden şimdiye kadar gelemediği için özür dilemişti. Ona inanamam, güvenmem kolay olmamıştı. Onu suçlamıştım, hala içten içe suçluyorum ama onu da anlamaya başladım. Oda bir askerdi ve anlatamıyordu bir çok şeyi.
“Eğitim alacaksın ama bu eğitim ağır olacak. Mert ile üç aylık bir şey olmayacak aksi yıllar sürecek. Bu süreçte yanında tek birisi olacak ama bu birisini kimse bilmeyecek tamam mı güzelim?” dedikeleri ne kadar saçma gelse de ona güvendiğim için başımı onaylar anlamda salladım.
“Dedem, neler oluyor?” İçime kaçmış korku dolu sesim ile sorduğum soruya gülümsedi. Bu gülümseme beni rahatlatmak içindi ama daha çok endişelendirdi.
“Amcana güvenmiyorum. Bir şey saklıyor, adamlarım şüphelenmiş. Bundan ailesinin haberi yok ama oğlumdan bok kokusu alıyorum. Aynı zamanda artık daha dikkatli ve tedbirli olmak zorundayız. O yüzden eğitime başlıyorsun bu eğitimi sana çok güvendiğim askerlerimi göstereceğim ve sende seç.” Derin bir nefes verdi ve tablette bir kaç bir şey yaptı. Ne yaptığını bilmiyorum ama dumur olmuştum. Bir şey diyemiyordum. Amcamdan neden şüphe etmişti. Konuşacak çok şeyimiz vardı ama onun yerine bana damat seçer gibi hoca seçtirecekti.
Tabletten bana değişik değişik adamlar gösterdi. Bazıları kalıplı, bazıları zayıf ve bazıları korkunçtu. İnsanları fiziki özelliğine göre ayırt etmek istemesem de canımı sevdiğim için sırf gözleri güzel diye bir adam seçmiştim.
“Bu adamı istiyorum dede.” Diyerek durdurdum onu. Adamın sönük duran lacivertleri dikkatimi çekmişti. Sanki gözleri beni içine çekti, nefesim tıkandı ama bozuntuya vermemek adına belli etmedim.
“Emin misin? İyi düşün...” Dedemin tereddüt dolu ses tonu ile duraksadım. İfadesi bu durumdan hiç mutlu değilmiş gibiydi. Onu boş vererek adamın bilgiler ile dolu sayfasına baktım.
“Alparslan DEMİR. İki metre, kalıplı, bordo bereli, tim komutanı, lacivert gözlü...” Ben bilgileri okurken dedem araya girdi.
“Çok zordur onun eğitiminden geçmek, kendi timi bile bir çok kez o eğitimlerde zorlandı. Timi dışında kimse geçemedi. Emin misin bu adamı istediğine, çok zorlar seni ve imkansız geçmen.” Umutsuz sesi tonu ve anlattıkları ile daha çok hırslandım. Kendimden emin gülümsemem ile baktım dedeme.
“Onu istiyorum, çok eğlenceli eğitim olacak.” Dedem yüzümdeki gülümseye baktı ve onayladı.
“Ölümü seçtin yine, neyse ki bunu seçeceğini bildiğim için peşime taktım onu. Ölüm içeriye gel.”
“Ölüm mü?” fısıltım ile dedemin kapıda olan gözleri bana döndü. Başını aşağı yukarı sallayarak onayladı beni. Bu sırada çalışma odasının kapısı açıldı ve içeriye uzun boylu, yapılı bir adam girdi. Bu adam normal vücut tipine sahip değildi, bunu resimlerde anlamıştım ama şuan bir gözümü korkuttu ve kararımı sorgulattı. Gözlerim ayak ucundan başlayarak yavaş yavaş yüzüne doğru tırmandı.
Gecenin karanlığını anımsatacak kadar koyu lacivert irisleri ile nefesim tıkandı, yüz ifadesi tepkisiz ve donuktu. Bu adam kesinlikle bir asker ya da mit ajanıydı aksi halde bu şekilde donuk ve eğitimli olamazdı. Resmen komutanım diye haykırıyor duruşu. Üstünde düz siyah bir tişört vardı ama onu kapsamlı ve gösterişli gösteren kasları, vücudu ve bakışlarıydı. Altında ise bacağını ikinci deri gibi sarmayan hafif bol duran ama buradan bile orada kas olduğunu belli eden bir siyah kot vardı.
“Bu kim?” dediğimde hala dedeme dönememiştim, pür dikkat karşımdaki lacivert gözlere kitlenmiştim.
“ALPARSLAN DEMİR. Sana savunma dersleri verecek.” Dedemin dedikleri ile daha dikkatli inceledim adamı. Bunu ben istemiştim ama şuan oturup dedee diye ağlamak istiyorum. Bu düşünceme yutkundum. Hakkımda hiç hayırlısı gibi durmuyor.
Dedemin sesi boğuk gelmişti kulağıma, karşımdaki gözleri bir o kadar tanıdık ama bir o kadar uzaktı bana. Kalbim göğüs kafesimden fırlayacak diye korkmaya başladım. Neler oluyor bana? Kalp çarpıntımın tıbbı bir terimi olmalı aksi halde buda hiç hayırlı değil.
BURADA HİÇ İYİ ŞEYLER OLMUYORDU VE BU SADECE BAŞLANGIÇTI.
~
BÖLÜM SONU AŞKO.
ŞOK OLDUN GEÇMİŞE DEMİ?
BÖLÜM NASILDI?
NEREYİ DAHA ÇOK BEĞENDİNİZ?
DİĞER BÖLÜMLERDE SİZİ NELER BEKLİYOR SİZCE?
KAFASI KARIŞAN VARSA YAZSIN VURAYA AYDINLATAYIM.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 41.09k Okunma |
2.5k Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |