12. Bölüm

Bölüm 11: Son Dakika

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

Arsala Kafe’de, her zamanki köşemizde oturuyorduk. Üst kattaki pencere kenarındaki masa, bizim için özel bir mekâna dönüşmüştü. Dışarıda serin bir sonbahar esintisi erguvan ağaçlarını hafifçe sallarken, kafenin içi sıcacık ve samimi bir neşeyle dolmuştu.

“Buldum!”

Cemre’nin birden kuşağımın dibinde yükselen sesiyle irkildim. Yüzünde heyecanlı bir ifade vardı. Hızla karşıma oturan kuzenime boş boş baktım. Neyi kast ettiğini anlamamıştım. Eh, kafeye gelir gelmez ilk sözü bu olunca anlamam çok normaldi bence.

“Hoş geldin Cemre. Neyi buldun, hayırdır? Öyle bir hevesle söyledin ki, ışınlanmayı bulduğunu düşüceneceğim!”

Gözleri pırıl pırıldı. Gülümsemesi biraz muzip, biraz da gururluydu. “Sana şemsiye veren o Aaron isimli kişinin kim olduğunu buldum. Sağlam ve gizli araştırmalarım sonucu öğrendim ki kendisi Mirathialı bir asker.”

“Vay be! Demek ki hayalet değilmiş, gerçekmiş,” dedi Feray, tebessüm ederek. Kahvesinden bir yudum aldı.

Feray ve Cemre bu gizemli adamın kim olduğunu benden daha fazla merak eder hâle gelmişti. Ne zaman sokakta siyah şemsiyeli biri görseler, dirseğimden dürtüp “Süveyda, bak bu o mu?” demeleri klasikleşmişti.

Cemre gözlerini kısarak bana döndü, sesi hayalperest bir tona bürünmüştü: “Kader acaba sizi tekrar karşılaştırır mı?”

“Karşılaştırsa bile tanımam ki,” dedim omuz silkerek. Gerçekten de, yüzüne birkaç saniyeden fazla bakmamıştım. Üzerinden de iki ay geçmişti. Hafızamda birkaç ufak an vardı, o kadar. Ama bunu söylediğimde ikisi de inanmaz gibi güldüler.

Feray, fincanını tabağına bırakırken “Aşklar hep böyle başlar Süveyda,” dedi. “Unutulmuş bir yüz, hatırlanan bir his…” Sesinde tatlı bir alay, tebessümünde masum bir oyunbazlık vardı.

İçimden gülmek geldi. Ama gülüşümün ardına hafif bir homurtu da karıştı. “Siz fazla roman okuyorsunuz. Böyle devam ederseniz artık size edebi ve romantik içerik yasağı getireceğim.”

Sözlerim espriliydi ama içinde bir nebze de olsa ciddiyet barındırıyordu. Ben unutmuş, siyah şemsiyeyi zihnimin en kuytu köşesine gömmüş, her şeyin üzerine tatlı bir sessizlik örtüsü sermişken… Hoop! Yine bu adam, yine bu konu! Bıkmadılar bir kaç hafta aralıklarla aynı meseleye dönüş yapmaktan. Sanki her siyah şemsiyeli adam onu hatırlatmak için dolaşıyordu bu kasabada. Onlar konuşmasa ben belki aylarca aklıma getirmeyecektim. Ama şimdi...Bir yüzü değil belki, ama bir hissi gerçekten hatırlıyor gibiydim. O hissi hatırladıkça da zaten Aaron Bey’e dua ediyordum.

Feray'ın kahkahası havada asılı kaldı. Cemre, bana cevap vermeye hazırlanıyor, ben ise onlara sıradan bir uyarı vermiş olmanın rahatlığıyla çayımdan bir yudum alıyordum. Her şey, o an için olağandı. Sıradan, huzurlu ve tanıdıktı. Tam o sırada, ahşap merdivenlerden hızla çıkan ayak sesleri duyuldu. Telaş ve gerginlik hissi taşıyan bu adımlar hepimizin dikkatini çekti. Başımızı çevirdiğimizde üst kata varan Derviş’i gördük. Genç garson, her zamanki sakin hâlinden farklı olarak telaşlı ve huzursuzdu. Gözleri ciddiyetle doluydu. Bakışlarını bize çevirdi. Eliyle arka taraftaki küçük radyoyu işaret etti. “Bunu... bunu duymanız gerek,” dedi, sesi normalden daha kısıktı ve içinde bir ağırlık taşıyordu.

Bir anda herkes sustu, birbirimize baktık. Feray’ın yüzündeki neşe silindi, Cemre dudaklarını büzdü, ben elimdeki fincanı sessizce masaya bıraktım. Derviş radyoyu açtığında cihazdan gelen tıslama sesiyle birlikte ortamın atmosferi değişti. Birkaç saniyelik uğultudan sonra, spikerin tok ve sarsıcı sesi salonu doldurdu.

“Son dakika gelişmesi... Atmosferin uzun süredir gergin olduğu Salarin şehrinde, Mirathialı ve Karsiyalı gruplar arasında büyük çaplı çatışmalar çıktı. Sokaklara yayılan olaylarda şu ana kadar yüzlerce kişinin yaralandığı bildirildi. Şehirde kaos hâkim. Yerel kaynaklara göre ölülerin de olduğu yönünde bilgiler geliyor. Çatışmaların organize bir şekilde yayıldığı düşünülüyor ve bu gerginliğin diğer bölgelere sıçramasından endişe duyuluyor…”

Radyodan gelen haberler, ağır bir sis gibi üzerimize çöktü. Sanki kafenin pencerelerinden içeriye birden karanlık dolmuştu da, güneş biraz önceye ait bir hatıraya dönüşmüştü. Cemre’nin gözleri donuktu, dudakları aralık kaldı. Feray’ın omuzları çöktü, bakışlarını yere indirdi. Ben... ben sadece boşluğa baktım. Gözüm, biraz önce dalgalanan erguvan dallarına takıldı. O tatlı titreyiş, şimdi bana boş ve savunmasız görünüyordu. İçimden geçen tek cümle şuydu: “İşte o kıvılcım, şimdi alev aldı.”

Kafedeki sessizliği sadece radyodan gelen cümleler bölebiliyordu artık. Ve o cümleler, haber olmaktan çıkıp gerçekliğimizin yeni sesi olmuştu.

“Salarin’in doğu yakasında silah sesleri duyulduğu bildiriliyor… Askerî birlikler bölgeye sevk edildi… Görgü tanıkları, bazı evlerin yandığını, insanların sokaklarda yardım çığlıkları attığını söylüyor…”

Cemre başını kaldırdı. Gözleri parlıyordu ama bu kez neşe değil, öfkeyle. Yumruklarını yavaşça sıktı, nefesi sıklaşmıştı. “Ben demiştim,” dedi, çatallı bir sesle. “Bunların hepsi o askerlerin gelişiyle başladı. Bu barış denen şey sadece bir kılıftı. Gözümüzün içine baka baka oynadılar!”

Feray ürkekçe başını çevirdi, sesi kısık, neredeyse titrekti. “İnsanlar… çocuklar… yaşlılar… oradaki masumlar ne olacak? Yine onlar mı ödeyecek bedeli?” Gözleri dolmuştu, elini boynundaki kolyeye götürdü, parmakları titriyordu.

“Yetkililer, olayların kontrol altına alınmaya çalışıldığını bildiriyor... Ancak bölgeden gelen bilgiler endişe verici…”

Feray’ın sesi iyice inceldi: “Kaç insan daha ölecek? Kaç ev daha dağılacak? Ne zaman bitecek bu?”

Derviş araya girdi. “Umutsuz ve karamsar olmak istemem ama bu sadece bir başlangıç gibi görünüyor, Feray Abla.”

Ben ise konuşamıyordum. Boğazıma bir şey düğümlenmişti sanki. İçimde tuhaf bir sessizlik vardı. Ne öfke, ne gözyaşı; sadece yutkunarak içime çektiğim bir ağırlık.

“Salarin’deki çatışmaların, Aradey ve Gündara bölgelerine de yayılmasından korkuluyor... Sınır hatlarında hareketlilik gözlemleniyor…”

Haberin sesi fonda sürerken Cemre sertçe ayağa kalktı. Sandalyenin bacakları gıcırdayarak yere sürtüldü. “Ben daha fazla oturamayacağım. Bir şey yapmadan durmak, burada böyle çay içmek midemi bulandırıyor.”

Feray da yavaşça yerinden doğruldu. Gözleri hâlâ nemliydi ama gözyaşlarını içine gömmeyi başarmıştı. “Ne yapabiliriz ki Cemre?” diye sordu, bir yanıt aramaktan çok acısını paylaşmak istercesine.

“Bilmiyorum. En azından askeriyeye gidip amcamdan son gelişmelere dair bilgi almak ve yapabileceğimiz ne var diye sormak istiyorum.”

Feray tereddütsüz şekilde onayladı. “Ben de geliyorum o zaman.”

Ben hâlâ kıpırdamıyordum. İçimde binlerce kelime dönüp duruyordu ama hiçbirini dile getirecek hâlim yoktu. Derviş, radyonun yanına gidip sesi hafifçe kıstı. Spikerin tok sesi arkaya çekildi ama o son cümlenin yankısı kafamızın içinde dolanıyordu: “Savaş, bir kez daha soluğunu ensemizde hissettirdi…”

Cemre’nin sesi, beni bulunduğum karanlık düşünceler kuyusundan çekip çıkardı. “Sen gelmiyor musun, Süveyda?”

Derin bir nefes aldım. Ayağa kalktım ama bedenimle zihnim hâlâ senkron değildi. Yaşadığım anın gerçekliğini sorguluyordum: Az önce güneşli, neşeli bir masada otururken... şimdi savaşın ayak sesleri kulaklarımızda çınlıyordu.

“Geliyorum,” dedim sessizce.

Titreyen ellerimle ceketimi giydim. Çantamı omzuma astım. Masaya son bir kez baktım. Birkaç dakika önce kahkahaların yükseldiği bu masa, şimdi yalnızca gergin bir sessizliği saklıyordu. Kapıya yöneldim.

Bir şeyin değiştiğini hissediyordum. Kasabanın o tanıdık, güvenli, sıradan ritmi kırılmıştı sanki. Radyodan gelen ses değil, havadaki ağırlıktı bunu söyleyen. Bugün, bir başlangıçtı. Sessizce ve sarsıcı şekilde hayatlarımızın değişmeye başladığı bir dönüm noktası. Ve bazen bunu anlamak için büyük bir olay yaşamanız gerekmez. Bazen sadece sezersiniz. Gözle görünmeyen bir sızı girer kalbinizin köşesine ve oradan ayrılmaz. Ben, işte o sızıyı taşıyarak çıktım o kapıdan.

 

***

 

Yıldıran Mahallesi, Aynı Saatler

 

Güneş, taş duvarların üstüne turuncu bir örtü gibi seriliyordu. Dar sokaklara çöken uzun gölgeler, havadaki huzursuzluğu daha da belirgin kılıyordu. Hava, sanki yaklaşan fırtınanın sessiz habercisiydi.

Üsteğmen Cornell, silahı belinde, yanında iki askerle birlikte devriye geziyordu. Adımlarının sesi taş kaldırımlarda yankılanıyordu. Dikkati, ilerideki kalabalığa takıldı. Bir evin önünde bir grup insan toplanmış, içlerinden bazıları ellerini açmış dua ederken, diğerleri tedirgin bir şekilde tartışıyordu. Kaşlarını çattı. Yanlarına yürüdü.

“Ne oluyor burada?”

Kalabalığın içinden yaşlı bir adam öne çıktı. Şapkasını çıkardı, başını hafif eğerek konuştu. “Komutanım… içeride bir adam kızını dövüyor. Kapıyı kimseye açmıyor. Ne söylesek dinlemiyor.”

O anda evin içinden genç bir kızın acı dolu feryadı yükseldi.

Evin dışında kalan anne ise yürek yakan bir sesle “Yapma! Allah rızası için yapma!” diye içerideki kocasına sesleniyor, ardından çaresizce etrafındaki komşulara “Kızım içeride! Yardım edin, ne olur yardım edin!” diyordu.

Komşular evin duvarına yaklaşmış, biri “Günahtır be adam!” diye bağırıyor, bir diğeri “Kız senin malın değil!” diyordu. Ama içeriden tek bir cevap gelmiyordu.

Üsteğmenin yüzü karardı. Beden dili sertleşti. Adımlarını hızlandırarak bahçeye girdi. “Burası kimin evi?” diye sordu.

Kalabalıktan biri cevap verdi. “Yaman Yeşil’in, komutanım.”

Bahçede bir kadın dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini kapıya dayamış, gözyaşları içinde ağlıyordu. Üsteğmen kapıya yöneldiğinde kadın yalvarır gibi yaklaştı: “Evladım… ne olur… kurtar kızımı o adamdan… Allah rızası için…”

Üsteğmenin bakışları hâlâ kapıdaydı. Yumruğunu kaldırdı, sertçe vurdu. “Ben Üsteğmen Cornell! Kapıyı aç. Açmıyorsan kırıyorum!”

Az sonra kilit sesi geldi. Kapı yavaşça aralandı. İçeriden çıkan adamın üstü başı dağınıktı. Suratında pişkin bir sırıtma vardı. Karşısında üsteğmeni bulunca hafifçe geri çekildi. “Aman komutan bey, abartılacak bir şey yok,” dedi yüzsüzce. “Baba kız arasında olur böyle şeyler. Evladımıza hiç mi el kaldıramayacağız? Terbiye dedikleri şey sopayla verilir bazen… hata yapmasın diye uğraşıyoruz.”

Genç üsteğmenin bakışlarına karanlık çöktü. Başını askerlerine çevirdi. “Alın bunu.”

“Ne yapıyorsunuz yahu? Durun! Yahu ailemizi mi karıştıracaksınız? Ne yaptım ben şimdi?” diye bağırdı adam.

Askerler cevap vermeden adamı kolundan tuttu. Kalabalık sessizleşti. Kadın hâlâ hıçkırarak ağlıyordu. Üsteğmen başını hafifçe çevirdi ve evin içine girdi.

Ev darmadağındı. Duvara doğru devrilmiş bir masa, yere düşmüş bir sürahi… Ve sonra gözleri halının hemen kenarında baygın yatan genç kıza takıldı. Onu bu hâle getiren adama karşı bir an içini öfke ateşi kapladı. Kızın yanına varıp dizlerinin üzerine çöktü. “Beni duyuyor musun?” dedi, sesi yumuşaktı ama endişeliydi. “Uyan. Güvendesin artık.”

Kızdan hiçbir tepki gelmedi. Üsteğmen Cornell, kızın nabzını kontrol etti. Baygın olduğunu anladı. Kollarını uzattı ve onu kucağına aldı. Kızın başı genç adamın omzuna düştü. Yüzü solgun, dudakları çatlamıştı ve yeni açılmış yara izleri vardı.

O sırada anne içeri koştu. Kızını görünce dizlerinin bağı çözüldü. Yanlarına eğildi. “Yavrum... Allah’ım... gözlerini aç kızım…" diye hıçkırarak yalvardı. Titreyen ellerini kızının başına götürüp bozulmuş başörtüsünü düzeltti, saçlarını nazikçe içine soktu.

Üsteğmen, başını kadına çevirdi. “Revire götüreceğiz,” dedi. “Hemen.”

Ayağa kalktı ve evden çıktı. Kadın da arkasından yürüdü. Askeri araca doğru ilerlerken, kucağında taşıdığı kızın solgun yüzüne son bir kez baktı. Mesleği gereği çatışmaların, kavganın ve yaraların içinde ömrünü geçiriyordu ama bir babanın kendi öz evladını bu hâle getirmesine anlam veremiyordu. İçinde tarif edilemez bir boşluk hissetti.

 

Yirmi Dakika Sonra — Askeriye Reviri

Revire geldiklerinde kucağındaki kızı yavaşça boş bir sedyeye yerleştirdi. Yüzü hâlâ solgundu. “Hemen müdahale edelim, durumu ağır değil ama baygın. Nabzı düşük.”

Hemşireler hızla harekete geçti. Kız hemen muayene edildi, gerekli tedavi uygulanmaya başlandı. O sırada Aaron, çoktan komuta merkezine dönmüş; kızın babasına dair tüm bilgileri Karsiyalı güvenlik güçlerine aktarmış, onun hak ettiği cezayı alacağından emin olmak istemişti.

İçinde bastıramadığı bir şey vardı: öfke değildi bu tam olarak. Öfke geçiciydi. Bu daha kalıcı, daha ağırdı.

Revire geri döndüğünde, kapıdan çıkan hemşireyle göz göze geldi. Kadını daha önce görmüştü. Râşid Komutan’ın eşi olduğunu duymuştu. “Leyla Hanım,” diyerek başıyla selam verdi.

“Üsteğmen, merhaba,” dedi kadın da aynı nezaketle. “Onu siz mi getirdiniz?”

Cornell başını yavaşça salladı. “Durumu nasıl?”

“Gereken müdahaleyi yaptık. Henüz uyanmadı ama biraz istirahat ettikten sonra iyileşecek. İç kanama yok, ciddi bir şey görünmüyor.”

Üsteğmen hafifçe başını eğdi. Ciddi bir şey olmamasına gerçekten sevinmişti.

Bu sırada içeriden, üsteğmenin sesini duyan genç kızın annesi yanlarına geldi. “Size can borcum var. Kızımı o zalimin ellerinden kurtardınız ya, dileyin benden ne dilerseniz… Çok teşekkür ederim. Allah razı olsun. Allah sizi korusun. Çok teşekkür ederim.”

Bir annenin içten şükranı hissediliyordu kadının sözlerinde, gözbebeklerinde ve yüz hatlarında. Cornell başını bir kez daha salladı. “Kızınıza sahip çıkın, yeterli. O adam cezasını çekecek. Ama onun asıl yaralarını siz saracaksınız. Yanında olun. Onu yalnız bırakmayın.”

“İnşâallah,” dedi kadın, sesi biraz daha sağlam çıkmıştı bu kez. Umut, kelimesine asılıydı sanki.

Tam o anda telsizden yankılanan bir anons duyuldu. Üsteğmen bu kodu tanımıştı. Kaşlarını çattı, tek bir kelime etmeden revirden çıktı ve adımlarını hızlandırarak ofisine yürüdü.

Genç kızın annesi, uzaklaşan askerin ardından bakıyordu. Yanındaki hemşireye döndü. “Vicdanlı adammış bu Mirathialı komutan,” dedi sessizce. Gözleri hâlâ doluydu. “Bana ne deyip gitmedi. Kurtardı kızımı o pislikten. Revire de kendi getirdi. Allah ondan razı olsun. Müslümanlardan kılsın…”

Leyla Hanım, kadının omzuna nazikçe dokundu. Başını salladı. “Amin,” dedi içtenlikle.

Uzaklaşırken bu konuşmaları işitti genç komutan. Odasına varır varmaz radyoyu açtı. Telsiz ünitesinden gelen cızırtılar kısa bir süre sonra yerini keskin bir spiker sesine bıraktı. “Salarin’deki çatışmalar şehir merkezine yayıldı… bazı bölgelerde kontrol sağlanamıyor… destek birliklerinin yola çıktığı bildirildi…”

Bir an gözlerini kapadı. Sessizlik gibi bir şey çöktü zihninin içine. Ama bu, huzur getiren cinsten değildi. Alnında ter birikmeye başladığını hissedebiliyordu. Telsizin sesini biraz kıstı. Gözleri masanın üzerindeki haritaya takıldı. Çeşitli bölgeler işaretlenmişti. Haritanın üstüne eğildi.

O sırada kapı tıklatıldı. Bir asker içeriye girdi, selam verdi. Ardından rapor iletti. “Üsteğmenim, doğu hattından yeni rapor geldi. Salarin’de sivillerin tahliyesi başlatıldı. Bazı sokaklara girişler kapatıldı. Çatışmaları halk arasından çıkarıp askeri birliklere yaymaya çalışıyorlar.”

Üsteğmenin gözlerinde bir şey titredi. Elini boğazına götürdü. Derin bir nefes aldı ama yetmedi. Genç askere başıyla teşekkür etti. Asker baş selamı verip çıktı. O çıkınca odaya yeniden yalnızlık çöktü.

Telsiz hâlâ kısık seste, cızırtılarla birlikte zaman zaman haber parçacıkları fısıldıyordu. Bir adım geri çekildi. Ellerini arkasında birleştirdi. Bakışlarını duvarlarda gezdirdi. Oda dar değildi ama havası ağırdı. Tıpkı gün gibi.

Sandalyeye oturdu. Gözlerini kapattı. Genç kızın başörtüsünden çıkan bir tutam saçı, annesinin titreyen elleriyle örtmesini düşündü. Kadının teşekkür ederken ettiği dua hâlâ kulağındaydı: “Allah razı olsun… Allah sizi korusun.”

İçi bir an sıkıştı. O dua, yıllardır duyduğu tüm emirlerden, üniformalardan, rütbelerden daha ağır ve kıymetli gelmişti. Çünkü içinde yalnızca şükran değil, kabul de vardı. Bir halkın, bir annenin, bir kadının gözünden insan sayılmak… İşte en çok eksik kalan şey buydu bu topraklarda: insan kalabilmek.

Bölüm : 04.06.2025 01:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...