

~Bay Bilge~
Cebime bir yirmilik sıkıştırdım. Alışkanlıktı bu; insan ne olur ne olmaz diye cebine bir para koymalıydı.
Aynanın karşısına geçtiğimde gözlerim bir an için duraksadı. Üzerimde, bileklerime kadar inen kırmızı elbisem vardı. Kırmızı… İddialı ama sessiz bir renk gibiydi üzerimde. Ne bağırıyordu ne saklanıyordu. Sadece vardı. Elbisemin beli hafifçe oturuyor, uçları yumuşak dokunuşlarla dizlerimin altına dökülüyordu. Saçlarımı da aceleyle ama gelişigüzel bir özenle toplayıp gevşek bir topuz yapmıştım. Yüzüm açıkta, boynum serin. Aynadaki yansımama bakarken, bir anlığına kendimi bir hikâyenin baş karakteri gibi hissettim.
Elime telefonumu alıp mesaj gelmiş mi diye baktım fakat eski mesajlar hariç bir şey yoktu.
Bugün müsait misin?
10.29
Evet.
10.34
O zaman yarım saat sonra hazır olabilir misin
10.35
Tamam. Nereye gideceğiz?
10.36
Saat neredeyse 11 olmuştu. Ama cevap hâlâ gelmemişti. Parmaklarım ekranın üstünde duraksadı. Yazayım mı? Yok yok. Belki yoğundur. Belki yoldadır.
Kırmızı elbiseme baktım tekrar. Özenmiş miydim? Evet. Onunla buluşacak olmanın verdiği hafif bir telaş vardı üzerimde. Oysa biz daha yeni tanışmıştık.
Pencereden dışarıya baktım. Gökyüzü açık, bulutlar seyrekti. Kuşlar sessizce bir yerlere uçuyor, yol kenarındaki ağaçlar yazın rehavetinde tembelce sallanıyordu. Hava ne çok sıcak ne serin.
“Meğğmeett!!” diye öte odaya seslendim.
Birkaç saniye içinde koşarak geldi. Koyu renk gözleri kocaman açılmıştı, hem şaşkın hem meraklı bakıyordu.
“Efendim Hanat,”
“Seni yiceeem!” diyerek ona doğru atıldım. Anında çığlık çığlığa kaçmaya başladı, sonra da o meşhur yalandan ağlamaya geçti.
“İyi be yemem! Ben de başkasının ablası olurum, başkasını yerim! Seni de gezmeye götürecektim, götürmeyeceğim!”
Ay ne atarlı abla pozları… Ama itiraf edeyim, yalandan ağlayan çocuklara tahammülüm yok. Ne yapayım, içim almıyor işte.
“Tamam Hanat, özür dilelim,” deyince dudaklarını bükerek sustu. Bu barışma anlaşmasını kabul ettiği belliydi.
Mehmet’i güzelce giydirdim; tişörtünü, şapkasını düzelttim. Küçük parmaklarını avucumun içine yerleştirdim. El ele dışarı çıktık. Güneş bulutların ardından nazlı nazlı sızıyordu, hafif bir rüzgâr etek ucumu yokluyor, şehre yumuşak bir yaz sabahı havası yayılıyordu.
Telefonuma hâlâ bir mesaj gelmemişti ama içim kıpır kıpırdı. “Mesaj gelene kadar bakkala gidelim,” dedim kendi kendime. Mehmet’e bir iki çikolata almak bahane, beklemek şahane.
Üç dakika kadar yürümüştük ki “Hayat!” diye seslenilmesiyle sağıma baktım: Özgür. Bir duvarın köşesine yaslanmış, kollarını çaprazlamıştı. Eliyle ‘gel’ işareti yaptı. Ben yanına ulaşınca yanımdaki Mehmet'e de selam verdi. “Ufaklık, naber? Adın ne senin bakalım?”
“Meeemet,” dedi Mehmet, her zamanki o ciddiyetle.
“Oo ne güzel bir ismin varmış senin öyle. Gel bakalım sana bir şeyler alalım,” deyip Mehmet'i kucağına aldı ve bakkala doğru yürümeye başladı. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. Belli belirsiz, ama güven veren cinsten.
Az ileride sarışın bir kız geçti. Mehmet hemen döndü, bana gözlerini kısıp baktı.
“Hanat, sen de güneşe çık senin saçların da sanı olsun sanı.”
Kahkahayı bastım.
Sarı? Benim saçlarım mı, ay güldürme Mehmet beni.
“Yok ablam, gerek yok.”
“Niye Hanat? Sen sanı sevmiyon mu?”
“Sevmiyorum ablacım.”
“Hıııııı.”
Bakkala girdik ve Özgür, Mehmet'le ilgilenmeye devam etti. Onun istediklerini inceliyor, bazılarını sepete koyuyor, bazılarına ise başını eğerek, “Bu sana göre değil, biraz zararlı.” diyordu. O kadar doğal, o kadar dengeliydi ki… Ne aşırı koruyucu ne ilgisiz. Öylece, olması gerektiği gibiydi. Aferin Özgür.
Bir an Mehmet’i sepetin yanına bırakıp elini cebine attı. Para çıkaracaktı ki hemen atıldım: “Ben verseydim?”
Bana saçmalama bakışı atıp gülümsedi. “Ben onları Mehmet için aldım, o yüzden ben almış olmalıyım değil mi?”
Cümlesinde mantık vardı ama nedense o mantığa karşı koyasım geldi. Çünkü içimde tuhaf bir huzursuzluk kabarıyordu. Ben hâlâ geçen seferki çiğ köfte borcunu düşünüyordum. Ben hâlâ bir şeyleri dengelemeye çalışıyordum. O ise sanki hiç denge bozulmamış gibi rahat ve kibardı.
“Peki, teşekkür ederiz,’" dedim ve yine mahcup oldum. Bir iki tane şey alsa borçlu hissetmezdim de koca bir poşet doldurmuşlardı.
Sen okumuyor musun, bu paranın kaynağı nereden de rahatsın? Bu kadar eli açıklık, bu kadar kendinden eminlik… Beni biraz utandırıyor. Ama garip şekilde hoşuma da gidiyor. Ama tam da o yüzden: Korkuyorum.
Dönüş yolunda bu kez Mehmet Özgür’ün elini tutmuştu. Mehmet’in küçük elleri, Özgür’ün avuçlarına ne kadar kolay alışmıştı böyle? Yan yana yürürken aralarında minik bir sohbet başlamıştı. Özgür’ün sesi sakin, yumuşak; Mehmet’in sesi heyecanlı ve aceleciydi.
“Sen okula gidiyor musun bakalım?”
“Gitiyom. Benim artadaşlarım da vaa.”
“Oo aferin sana. Biz de arkadaşız artık tamam mı?”
“Tamam.”
Bilin bakalım neredeydik ve çimlere oturmuştuk?
Bizim mahalledeki terk edilmiş, ama nedense kimsenin yıkmaya ya da satmaya yanaşmadığı eski bir evin bahçesindeydik. Yıllar içinde sarmaşıklar duvarlarını yutmuş, cephesi zamanla silinmiş, ama bahçesi harikaydı. Ah, o bahçe… Sanki zamanın dondurulduğu bir yer gibiydi. Çimenler hâlâ yeşil, ağaçlar hâlâ cömertti. Bir köşede eski bir salıncak vardı.
Bizi buraya Özgür getirmişti.
“Yine acilen gitmen gerekirse acele etmene gerek kalmaz,” demişti. Evimiz hemen birkaç sokak ötede olduğundan, sanırım bu ayrıntıyı düşünerek burayı seçmişti. Beni önemsemişti. Detayları hatırlamıştı. Düşünmüştü.
Bahçede bizi bekleyen bir kız çocuğu vardı. 10-11 yaşlarında, ince yapılı, kocaman gözlü. Adı Sümeyye’ymiş. Özgür’ün kız kardeşi.
İkimizin de kardeşleri biraz ötemizde oyun oynuyor, arada bir de gelip bizden abur cubur istiyorlardı.
Geçen on dakikada “Nasılsın?” faslından “Kaç kardeşiz?” faslına, oradan da aile meselelerine uzandık. Mehmet ve Sümeyye'nin varlığı, konulara doğal bir akış katmıştı.
Mesela Özgür'ün bir de erkek kardeşi varmış fakat geçen yıllarda vefat etmiş. Nasıl olduğunu bilmiyorum, sorup da onu üzmek de istemiyorum. Demek bu yüzden o gün "Bir kardeşi, ağabeyi kaybetmenin ne olduğunu biliyorum," demişti.
Babası ve annesi öğretmenmiş. Kendisi de ortaokul ve lise öğrencilerine özel ders veriyormuş. Sanırım genlerinde öğretmek var.
O sırada ellerim toprağa değdi. Avuçlarım çimenleri hissedince içimde bir şey daha netleşti. Kafamda dolaşan tüm düşünceler, geçmişe ait tüm izler, Özgür’ün yanında bir anlığına dağılıyordu. Yine de tam olarak rahat değildim.
Özgür’ün bakışları bazen düşünceli, bazen derin, bazen de ürkekti. Belki de sadece ben öyle sanıyordum.
Ama o an, rüzgârla savrulan bir yaprak gibi duruyordum onun yanında. Yakın ama savruk. Sakin ama ürkek. İçimden bir ses “Hayat, dikkatli ol,” derken, başka bir ses “Ama mutlusun, değil mi?” diye fısıldıyordu. Ve ben o anda hangisine inanacağımı bilmiyordum.
“Ee, benimle ne konuşmak istiyordun?”
Söyleyiş tarzım sakin görünüyordu ama içimde tuhaf bir gerilim vardı.''Senin şu kaygıların hakkında konuşmak istiyordum.’'
“Senin şu kaygıların hakkında konuşmak istiyordum.”
Kaygılarım mı? İçim aniden buz gibi oldu. Bu çocuk neden bu konuyu sürekli kurcalıyordu? Neden içime içime bakmaya çalışıyordu? Ben açmadıkça açılmaması gereken sayfaları neden didikliyordu?
Yüzümü buruşturmadan edemedim. “Bu konu hakkında ne konuşabiliriz ki? Ben konuşacak bir şey olduğunu sanmıyorum.”
Sesimde soğuk bir keskinlik vardı, farkındaydım. Ama kendimi geri çekmek istiyordum.
Özgür hiç bozuntuya vermedi. Sesi hâlâ yumuşaktı ama içinde hafif bir ciddiyet seziliyordu.
“Bak, ben psikoloji okuyorum ve tez çalışması hazırlıyorum. Senin bu durumun ilginç ve gerçekten araştırılıp üzerinde çalışılmaya değer bir konu. Bunun hakkında bir süre düşündüm ve bazı şeyler elde ettim bile. Fakat—”
Tam o sırada küçük adımlarla gelen iki çocuğun neşeli sesleri konuşmayı yarıda bıraktı.
Mehmet’le Sümeyye, ellerini uzatıp “Çikolata!” diye haykırdılar. Özgür gülümsedi. Ben ise dişlerimi sıkarak zoraki bir şekilde ikisine de birer çikolata tutuşturdum. Koşarak uzaklaştılar. Ama içimde birikmiş huzursuzluk, kaldığı yerden devam ediyordu.
Özgür'e döndüm. “Tez çalışmanda başarılar dilerim. İstediğini yazıp istediğin gibi benden de bahsedebilirsin, bu ilginç durumumdan da. Bunun için benden izin almana dahi gerek yoktu.”
Beni incittiğini bilmesini istemiyordum. Ama incinmiştim. Hızla ayağa kalktım. Eteklerimin ucundaki çimleri silkeledim, hareketim gereğinden sertti.
“Mehmet! Hadi gidiyoruz!”
Peşimden o da çevik bir hareketle kalktı. “Hayat, bir dakika. Yanlış anladın. Bekle de devam edeyim.”
Sesi biraz daha endişeliydi bu kez. Ama ben yürüyordum. Adımlarım hızlıydı. İçimdeki çalkantıyı bacaklarıma yükleyip kaçmak istiyordum.
“Daha diyecek neyin var ki?”
Ben Mehmet'in elini kavramış ve yürümeye başlamışken o da yanımdan yürüyordu.
“Hayat, ben bu konuyu tez için irdelemiyorum. Sana yardımcı olmaya çalışıyorum.”
''Öyle mi, ne konuda yardımcı olmaya çalışıyorsun bana?'' Bana yardım edecek bir şey yoktu. Yardıma ihtiyacım olduğunu sanmıyordum ayrıca. Ben böyle yaşayıp gidiyordum.
Bir an durup yüzüne döndüm. “Öyle mi? Ne konuda yardımcı olmaya çalışıyorsun bana?”
Sesim yükselmişti. Ve titriyordu. Kendime hâkim olamıyordum. Bir yanım kırılmış, diğer yanım hâlâ anlamaya çalışıyordu. Ama en baskın olanı, savunma hissiydi.
“Ben sadece hayatının kolaylaşmasına ve bundan kurtulmana yardım etmek istiyorum. Korkmamana ve tedirgin olmamana yardım etmek için—”
“İstemiyorum!”
“Hayat bak—”
“İyi günler Özgür.”
Baktım. Yüzüne, gözlerinin ta içine. İçinde beni tanımaya çalışan bir iyi niyet olduğunu gördüm. Ama o an… o niyet bile yük gibiydi.
Ona sırtımı dönmüştüm ki, arkamdan duyduğum sözler içimi titretmeye yetti: “Bu kadar abartacak ne var Allah aşkına, Hayat!”
Bir adım sonra durdum. Yavaşça döndüm. Rüzgâr çimenlerin arasından geçiyor, bir yerlerden bir kuş ötüyordu. Ama içimde fırtına vardı. Gözlerinin içine baktım.
“Kendine iyi bak, Özgür. İyi günler. Bir kaç hafta önce benim için kimsen öyle kal.”
Sonra göz ucuyla bahçeye baktım. Sümeyye tek başına bir ağacın gölgesinde oynuyordu.
“Kardeşini yalnız bırakma da bahçeye dön. Şu sıralar çok çocuk kaçırıyorlar.”
Sözlerim hem korumacı, hem kırıcıydı. Tıpkı içimdeki hisler gibi. Onun bana yaklaşmak istemesi ne garipti… Benim uzaklaşmak istememse daha garip.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |