15. Bölüm
Şeymanur / Kendini Özgürlüğe Bırak / O L U R.

O L U R.

Şeymanur
sukunettekelimeler

~ Zamansız bir Sobe ~

 

"Bence bir düşün."

Öhöö öhöö! Hande sırtıma vur, gidiyorum ben! Vallahi boğuluyorum. Neyse ki sıcak diye ufacık yudum almışım kahvemden. Eğer tam dolu yudum alsaydım, şu an burun deliklerimden kahve püskürtüp rezalet çıkarmıştım.

"Ö–Özgür!?"

Şaşkınca Özgür'ün suratına bakmayı bırakmam sanırım bir iki dakika falan sürdü. Çünkü beynim hâlâ "Bu çocuk ne dedi?!" kısmında takılı kalmıştı. Sonra ellerine bakınca gözlerim kocaman açıldı: Elinde, filmlerde bolca gördüğümüz o meşhur kırmızı kutu vardı. Allah'ım! Bu ne demek oluyor, biri bana altyazı geçebilir mi? Yok yok, bu sahnenin çevirisi değil, doğrudan simultane tercüme lazım bana.

Gözlerim otomatik olarak kutunun içindeki tektaşa indi. Küçük ama ışıldayan, göz kırpar gibi parlayan taş... Oradan da gözlerimi Bedir'e kaydırdım. Evet, sırıtıyor! Bildiğin "aha geliyor büyük an" sırıtışı. Hande'ye baktım, o da sırıtıyor. Demek ki bunlar iş birliği yapmış! Özgür ise masum çocuk bakışlarını üzerimize serpiştiriyor ama ben yutmam. Çünkü o bakışın arkasında "Ben bunu planladım" diye bağıran bir özgüven var.

Benimse kalbimin kriz geçirme potansiyeli %80 arttı. Ellerim hafif terledi.

Yalnız şöyle bir detay daha var: Özgür bugün belli ki özel hazırlanmış. Üzerinde açık mavi, hoş bir gömlek var; kollarını biraz kıvırmış. Sanki "kol kaslarım burada ama çok da göze sokmuyorum" der gibi. Altında koyu renk bir kot, bileğinde sade ama şık bir saat. Saçları özenle geriye taranmış ama ön tarafta hafif dağınık, "hiç uğraşmadım" havası veren o sinir bozucu çekicilikte.

Şaşkınlığımı biraz olsun atıp ayağa kalktım. Kalbim patlamaya hazır bir volkan gibi göğsümde atarken Özgür bana doğru bir adım attı, kutuyu uzattı ve o cümleyi söyledi: "Benimle evlenir misin, Hayat?"

O an beynim "evet" demek için yarışa girmiş kelimelerle dolup taşarken, aynı anda arka planda küçük bir Hayat versiyonu "Sakin ol, dramatik olma, dizilerdeki gibi bayılma" diye beni uyarıyordu.

Elindeki kutuya usulca uzandım. Hande'yle Bedir'in, "Ne oluyor şimdi?" diye birbirlerine göz ucuyla bakıştıklarını fark ediyordum ama umursamıyordum. Çaktırmadan kutunun içindeki yüzüğü avucuma aldım, o pürüzsüz soğuk metalin ağırlığını avucumda hissettim. Ardından, hiçbir şey olmamış gibi kutuyu kapatıp Özgür'e uzattım.

Kutunun kapanma sesi tedirgin bir hava yarattı. Özgür, bu sese dönüp baktığında yüzündeki o huzurlu tebessüm bir anda yavaşça silinmeye başladı. Kaşları çatıldı, bakışları "Bunu bana yapma" der gibi üzerimde asılı kaldı.

"Seni ne zamandır tanıyorum ki..." dedim, gözlerimi onun güzel gözlerine kilitleyerek.

Ben, Hayat. Özgür'ü yeni tanıdım. Hadi en fazla beş ay diyelim. Ama işte, bazı insanlar var ya, ilk tanıştığın an, ömründen çok önceden tanıyormuşsun gibi gelir. Sanki başka bir hayatın penceresinden, başka bir zamanda karşılaşmışsın gibi. Hatta daha ileri gidip söyleyeyim: Sanki bu adam zaten hep hayatının bir yerinde duruyormuş, ömrüme aitmiş, ben sadece yeni fark etmişim gibi.

O gözlerde öyle bir huzur vardı ki... Sıcak, güvenli, derin. Ve ben, yıllardır içimde bir boşluk gibi taşıdığım o huzur eksikliğini ilk kez biri sayesinde dolduruyordum. O da Özgür'dü.

Bir şey söyleyecek gibiydi ama ben onun sözünü hafifçe gülerek kestim. " ...Kalû bela'dan beri," dedim.

Avucumda tuttuğum yüzüğü yavaşça parmağıma geçirdim. O an Özgür'ün bakışlarında, iki zıt duygu birden belirdi: Hem beni öldürecek gibi, hem de sarılıp yerden kesip döndürecek gibi. Çenesinin sert çizgileri yumuşadı, yüzüne yayılan rahatlama ifadesi dalga dalga etrafa yayıldı.

Hande ile Bedir, sahneyi sanki romantik bir film izliyormuş gibi gözleri kocaman, dudaklarının kenarında tatlı bir gülümsemeyle seyrediyordu. Bense... Allah'ım, ben ne haldeydim! Yüzüm alev almış gibiydi, kalbimse göğsümde çırpınan kuş misali.

"Yani bu bir evet? Ne zaman istemeye geliyoruz?" dedi Özgür, göz kırparak.

Paşam maşallah... Az önce gözlerinden volkanlar püskürüyordu, şimdi pamuk gibi. Bu hızla rahatlayabilen tek canlı tavşan olmalı ama işte benim secdiğim adam de böyle biri demek.

"Ne bu acele? Daha ben babama nasıl, ne zaman söyleyeceğimin detaylı organizasyonlarını yapmalıyım... Yoksa beni hayatta vermez. Çok katı, çok kıskanç," dedim, ellerimi iki yana açıp babamın hayali gölgesini masaya davet eder gibi.

Özgür'ün kaşları hafifçe kalktı, dudak kenarındaki alaycı gülümseme büyüdü. "Benim de planım var. Babanı ikna ederim."

Özgür bana doğru eğildi, sesi alçaldı: "Baban kıskanç olabilir ama... ben de inatçıyım."

Gözlerimi devirdim. "Sen inatçı değilsin, resmen planlı kuşatma taktiği uyguluyorsun."

O anda masada kahkahalar yükseldi, ama ben içimden "Acaba gerçekten bu adam babamı ikna edebilir mi?" diye düşünmeden edemedim.

Ardından Özgür, Bedir'in tam karşısına yerleşti. Ben de Hande'nin yanına tekrar kuruldum; sandalye gıcırtısı bile sanki hâlâ devam eden kalp atışlarımın temposuna uyuyordu.

Hande, sanki müzede sergilenen paha biçilmez bir eser inceliyormuş gibi parmağımdaki yüzüğe eğildi; başını hafif yana eğip "Acaba gerçek mi?" bakışları atıyordu.

Bedir ise bir kaşını kaldırıp bakışlarını önce bana, sonra Özgür'e gezdirerek pat diye sordu: "Siz ne ara bu duruma geldiniz?"

Tam "Hmm... şimdi uzun hikâye..." diyecekken Özgür benden önce atıldı:

"Bazı insanlarla az zaman geçirirsin ama çok şey yaşarsın ya, öyle oldu işte," dedi, bana söyleyecek şey bırakmadan. Ne güzel tarif etti, canım sevdiğim.

Ay ben çabuk moda girdim galiba.

Bedir "İlginç," diye mırıldandı, bardağındaki çayı karıştırırken.

"Bence en başından beri garip bir samimiyet vardı. Yakındık... ama aynı zamanda uzak da. Yani... anlatamıyorum işte," dedim, kelimelerle boğuşarak.

"Allah Allah... Gerçekten inanması zor. Kadere bak sen; mezarlıkta başla, birkaç ayda bu noktaya gel. İlginç," dedi Bedir, hâlâ tam olarak hazmedememiş gibi.

Hande "Ay abi ya! Sen ne anlarsın ki?" diye çıkıştı, gözlerini devirmeyi ihmal etmeden.

Bedir öne doğru eğildi, gözlerini kıstı. Yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi: "Sen anlıyorsun herhalde ki böyle konuşuyorsun, küçük hanım?" diye imada bulundu.

"Ya abi! Okuduğum, izlediğim kadarını biliyorum. Nereden bileyim ki yoksa? Daha on yedi yaşındayım!"

Ben dayanamayıp araya girdim: "Allah Allah, benim annem, babamla on altısında evlenmiş."

O an Bedir'in bana attığı bakış, "Bu burada söylenir mi?" şeklinde koca bir neon tabelayla yazılmış gibiydi. Ben de omuzlarımı kaldırıp "Ne yapayım, ağzımdan kaçtı" bakışı gönderdim.

"Neyse..." diye mırıldandı Hande, konuyu apar topar değiştirip Özgür'e döndü. "Neyse..." diye mırıldandı Hande, konuyu apar topar değiştirip Özgür'e döndü. "Özgür abi, şimdi Hayat ablamın üzerindekileri aklına kazı. Evlenme teklifi ettiğinde ne giyiyordum diye sorarsa apışıp kalmayasın. Yeni moda bunlar, hatırlatırım."

Ne mi giyiyordum? Ah, klasik ben... Elbise. Zaten dolabımın yüzde yetmişi elbiselerden oluşuyor. Yüzde onu yastık-yorgan (evet, yatak takımlarım bile sayıca fazla), bir yüzde on daha ayakkabı-çanta kombinlerinden ibaret. Geriye kalan yüzde on ise pantolon, tişört, eşofman... Ama bunları genelde dolapta misafir ediyorum, pek çıkarmıyorum.

"Yok, ben öyle şeyler sormam ya." diye atıldım hemen. Gerçi üzerimdekiler gayet güzeldi; dökümlü, uçuşan bir elbise, renkleri tam yaz akşamına yakışır tondaydı ama yine de öyle "Ne giymiştin?" soruları bana göre değil.

Bir dakika... Bir dakika! Ben az önce evlenme teklifi almış ve kabul mü etmiştim? Tövbe bismillah... Şimdi bu, Özgür'le gerçekten evleneceğimiz anlamına mı geliyor? İsteme, söz, nişan, düğün, nikâh... Ah kalbim, bu hız sana fazla! Baba evine alışmışız, ben hiç evlilik hayalleri kurmamışım, pat diye "evet" deyivermişim. Acaba aceleci mi davrandım?

Ama işte mesele şu: Özgür olmasaydı bu kadar hızlı kabul eder miydim, hiç sanmıyorum. Babam beni verir mi? Orası meçhul... Okuyorum, o ne olacak? Özgür'ün okumama karşı çıkmayacağına eminim ama babam... bilemiyorum. Her şeyi geçtim, Özgür'den iyisini mi bulacağım? Adamın gözleri var ya, bütün gün hiç sönmedi, resmen ilk bayramını yaşayan çocuk mutluluğuyla gülüyor. Allah'ım, tipe bak! Bedir'e dönüp öyle bir gülümsüyor ki, sanki ona altın madalya vermişler gibi teşekkür ediyor. Aşığım bu sıfata. Nasıl hayır derim?

Ve bilin bakalım şu an ne anlatıyorlar? Hani şu meşhur "Çiğ köftecide karşılaşmamız" vardı ya... Meğer tamamen Özgür'ün planıymış! Yani tesadüf falan değilmiş. Zaten itiraf edeyim, ben de bir insanın sürekli aynı kişiyle "aa yine mi sen?" diye karşılaşmasını gerçek hayatta pek mümkün bulmuyordum. Bu tamamen kitap ve filmlerin klasiği, klişelerin şahı.

Özgür'e yine bakıyorum... Ama öyle "göz ucuyla" falan değil; resmen gözlerim onun üzerine yapışmış durumda. Kendimi tutmaya çalışıyorum, çünkü fazla belli etmek istemiyorum. Ama gözlerimin içi ayrı, kalbim ayrı coşuyor. O gülünce sanki bütün salon aydınlanıyor; elektrikler kesilse, sadece onun gülüşüyle etrafı görebilirsiniz.

Allah'ım, şu adama bak. Kollarını hafifçe kavuşturmuş, başını azıcık yana eğmiş, gözlerinde çocukça bir ışıltı. Yani hem "ben güçlü bir adamım" diyor hem de "birazdan sana çaktırmadan şapşalca gülümseyeceğim."

Aklıma şu geliyor: İnsan bazı insanlara bakarken içinden "Bu dünyada başka herkes gidebilir, yeter ki sen kal" der ya... İşte tam olarak öyle hissediyorum. Ama işin komik yanı, aynı anda beynimin diğer yarısı "Eyvah, bu kadar bağlanırsan üzülürsün" diye uyarı veriyor. Yani bir yanım sonsuz aşk modunda, diğer yanım mantık muhasebesi yapıyor.

Bir de şu var; onun yanında kendimi "daha iyi" hissediyorum. Daha güvende, daha güçlü, ama aynı zamanda daha kırılgan. Çünkü bilirsiniz, birine gerçekten âşık olduğunuzda en güçlü hâlinizle birlikte en zayıf yanınız da ortaya çıkar. Ve bu hem korkutucu hem de tarifsiz bir huzur veriyor.

Ben daldığım duygu ve düşüncelerden sıyrılıp ortama ayak uydurdum. Bir süre daha oturduktan sonra hep beraber evlere döndük. Özgür arabayla gelmişti; önce beni, sonra Bedir ve Hande'yi bırakmıştı. Vedalaşmak zor gelmişti.

Kapıdan girmeden evvel durakladım, parmağımdaki yüzüğe baktım. İçimden "Az sonra anneme söyleyeceğim. Hem de yanında yengemgiller varken. Harika, toplu infaz gibi olacak" dedim. İçeri girdiğimde sahne beklediğim gibiydi: Yengemgiller orada. Kübra, Fatma, Emine. Onların da yanımda olması biraz rahatlatıyordu. En azından annemin ilk tepkisini tek başıma göğüslemeyecektim.

"Annecim ve sevgili yengeciklerim!" dedim, ciddiyetle ama tatlı bir gülümsemeyle. "Sizlere önemli bir şey söylemem gerek."

Üç çift göz bana döndü, annem de eklenince dört.

Kübra yengem: "Hadi söyle de çatlatma bizi."

"Yok öyle hemen! O kadar kolay değil Kübra yenge."

"Ne var da o kadar kolay değil kız? Evlenme teklifi mi aldın da kolay değil uğhhh?"

Emine yengem dalga geçmişti ama tutturmuştu vallahi. "Evet yenge."

Emine yengem gözlerini kıstı: "Ney evet?"

"Evlenme teklifi aldığım evet. Bildin."

Üçü birden patladı:
"Neee?!"
"Kız bizi mi kandırıyorsun?"
"Hadi be!"

Arada annemin yüzüne baktım. O, ifadesiz bir şekilde beni dinliyordu, ki bu en tehlikeli hâliydi.

"Peki ne dedin?" diye sordu birden Kübra yengem, sesinde büyük bir heyecanla. Hiçbiri ciddiye almadı da bir Kübra yengem aldı! Aşk olsun be! Sen de mi anne!

Ben daha bir şey demeden sorular yağmur gibi geldi:

"Kim peki?"

"Tanıyor muyuz?"

"Adı ne? Nereden tanıyorsun?"

"Ne iş yapar?"

"Kabul ettin mi?"

"Emin misin?"

"Bak, evlilik ciddi bir şey!"

O an düşündüm... Bana tüm sorulmuş, hâlen sorulmamış ve muhtemelen yarın sabah kahvaltıda bile sorulacak sorulara vereceğim cevaplar için herkesin topluca bir dua etmesi gerekiyordu. Çünkü bu sorgu, yenge-anne birleşmesiyle "normal" boyutları çoktan aşmıştı.

 

🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘

 

Balkona çıkıp Ay'a baktım. Sapsarıydı. Hiç görmediğim kadar sarı. Sanki bir gece güneşi.

İçimdeki telaş, heyecan ve tatlı korku, onun ışığında daha da görünür oluyordu sanki. Özgür'ün yüzünü düşündüm, o an bile gözlerimin önünde beliriverdi; gülüşü, sesindeki sıcaklık, bana bakarken dudaklarının kenarında beliren o hafif gamze... İçimden "Ben ne ara bu kadar kaptırdım?" diye sordum, ama cevabı biliyordum. Çoktan kaptırmıştım.

Telefonum titreyince elim hemen cebime gitti. Ekranda Asude'nin ismini görünce yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Ona olanları anlatmıştım, evlilik meselesini. O heyecanımı, telaşımı anlar tek insan oydu.

Asude: O değil de benden önce gitmeni beklemiyorduk Hayat 😁
22.16

Ben: Hayalini kurduğumuz gibi olsun ama tamam mı? Kahve yapmaya sen yardım et. Benim yerime de endişelen, telaşlan, heyecanlan Asude.
22.17

Asude: Tamamdır, o kısım bende♡
22.18

Ben: Sen de yüreğimde♡
22.18

Asude: O zaman hayırlı geceler kardeşim.
22.19

Ben de tatlı bir cümle yazmak isterdim de şair ruhum yok biliyorsun. Şair ruhum sende saklı.
22.19

Ben: Söylenmeyenlerde saklı olanları hissediyorum ben. Hayırlı geceler.
22.20

Asude'm, sen söylenmeyen çok şeyde saklısın!

Mesajlar bitince ekrana bir süre daha baktım. Onunla konuşmak, bu karmaşanın içinde kendime açtığım küçük bir nefes alanıydı. Annem ve yengemlerle akşama dek konuşup tartıştıktan sonra Asude'ye koşmuş, ne varsa dökmüştüm. Ama konuya derinlemesine giremeden eve dönmek zorunda kalmıştım. Şimdi, sessizliğin içinde kelimelerimizi ekrandan okuyordum işte. Her satırda, birbirimizi anladığımız o görünmez bağın sıcaklığı vardı.

Ay hâlâ oradaydı; sarı, kocaman, benim telaşıma gülüyor gibi. "Gülme Ay, bu ciddi bir mesele," dedim içimden, ama o sanki inadına daha parlak, daha alaycı duruyordu gökyüzünde.

Ay'a usulca veda edip yatağıma sarılmaya koştum. Yorganın altına girer girmez bütün günün yorgunluğu omuzlarıma çöktü, ama gözlerim hâlâ açıktı. Telefonu başucuma koyacaktım ki, ekran birden parladı. Asude'den gelmiştir diye düşündüm. Ama değildi.

Seni sonsuza dek sobeledim bugün.
22.23

Bir ömür boyu ve bir ahiret boyu sobe, Hayat. Hayırlı geceler.
22.23


Okurken gülümsedim. Bir anda bütün uykum kaçtı. Yorgunluğun yerini karnımda minik, hızlı hızlı çarpan bir şey aldı. O "şey" kalbim miydi, midem miydi, yoksa ikisinin işbirliği mi bilemedim. "Bir ömür ve ahiret boyu..." diye mırıldandım. Göğsümde sanki küçük bir kuş kanat çırpıyor, ama o kanatlar içeriden dışarıya doğru sıcak bir rüzgâr taşıyordu.

Ekrana uzun süre baktım. Yüzümdeki gülümseme, sanki bir çocukken oyunu kazanmışım gibi saf ve tarifsizdi. Ama işin içinde çocukluk oyunu değil, yetişkin kalbimin en savunmasız hâli vardı.

Yorganın altında dönüp durmaya başladım. Telefon elimde, ekran kapanmasın diye dokunup duruyorum. Aptal aptal gülümsüyorum. O an fark ettim: Birisi beni sobelemişti, evet. Ama saklanmaya hiç niyetim yoktu.

Gözlerimi kapatmaya çalıştım ama dudaklarımda hâlâ aynı gülümseme vardı. Uyumaya çalıştım ama kalbim ve beynim "Yaa o anları bir daha oynatsana, çok güzeldi" modunda.

Yan dönüyorum, aklıma mesaj geliyor. Sırt üstü yatıyorum, aklıma göz kırpışı geliyor. Karnımda yine o minik çarpıntılar.

"Yeter artık, uyumam lazım" dedim kendi kendime. Ama tabii ki dinleyen kim?

Ve işte o anda anladım ki... Benim beynim aşk konusunda hiç olgun değil.

 

Bölüm : 28.07.2024 22:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...