13. Bölüm
Şeymanur / Kendini Özgürlüğe Bırak / S A N A

S A N A

Şeymanur
sukunettekelimeler

 

 

 

 

~Yakalayalım Zamanı~

 

 

İki gün önce akşam vaktiydi. Perdeyi yarı aralayıp dışarı bakmış, kızıllığın içinde kaybolan güneşi seyretmiştim. Gökyüzü turuncudan mora dönerken telefonumun titremesiyle irkilmiştim. Ekranda Özgür'ün adı vardı. Kalbim istemsizce daha hızlı atmaya başlamıştı. Bir merak, bir sevinç ve tuhaf bir tedirginlik.

Hiç beklenmedik bir mesaj almıştım Özgür'den:

Ona aşık mıydın?
20.06

 

Kimden bahsettiğini biliyordum. İlk başta ne diyeceğimi bilemedim. Zihnimden binlerce ihtimal geçti. Ama mesajın içeriğinden çok, onu yazarken hissettiğim tedirginlik boğazımı sıktı. Ama kalbim netti.

 

Değildim.
20.07

Emin misin?
20.07

 

Eğer öyle olsaydı, bana hoşlandığı kızdan bahsettiğinde üzülür, kıskanır, depresyona falan girerdim.
20.08

Peki o sana aşık olabilir miydi?
20.08

Bir an için kalbimde garip bir sızı hissettim. Neden bunları soruyordu? Geçmişe ait bir yaranın üzerine böyle bir kesik atmasının nedeni neydi? Yine de yanıtladım. Samimiyetle. Açıkça.

Sanmıyorum. Ama olmasını istemezdim. Çünkü onunla aramızda dostluğumuz kadar değerli hiçbir ilişki düşünmüyorum.
20.11

 

Sonrası yok. Sessizlik. Görüldü ve öylece iki gündür mavi tikle baş başayım.

Oturduğum yerde, ayaklarımı altıma almış, ellerimi dizlerime kenetlemiş, telefon ekranına bakıyordum. Perdeden sızan loş ışık odanın içinde yumuşak bir sarılık yayıyordu. Dışarıda yaprakların kıpırtısı vardı ama içimde koca bir durgunluk. Benzer sorular kafamda durup duruyordu. Niye bunu sormuştu ki? Sadece arkadaşça bir merak mıydı, yoksa başka bir şeyin zeminini mi yokluyordu? O garip takıntılarımın ve korkularımın kaynağının, Ersel'in ölümü olduğu için mi? Olabilir, belki de.

Fakat hissediyordum. İçimde bir yere Özgür için ayrı bir pencere açılmıştı. Henüz tamamen perdeyi aralayamadığım bir pencere. Rüzgâr esince içeri dolan bir serinlik gibi, onun varlığı beni etkiliyor, ürpertiyor ama aynı zamanda ferahlatıyordu da.

Birlikte bisiklete bindiğimiz o günden beri ilerleme kaydetmiştim. Haftalar olmuştu. Bana bazı ayet mealleri, bazı videolar ve kısa yazılar atarak destek oluyordu. Bazen üzerlerine kısaca konuştuğumuz oluyordu.

Başka hiç bir çıt yoktu, ta ki işte o güne ve o sorulara dek.

Telefonumun ışığı yüzümü aydınlatırken, kararsızlık zihnimin kıyılarına vuruyordu. Ben daha fazla ilerlemek istiyordum. Her geçen saniye, bir "geç kalmışlık" duygusunu daha da büyütüyor, içimi kemiren o alışıldık endişeyi tekrar tekrar doğuruyordu.

Kafamı kaldırdım. Bakışlarımı karşımdaki Ay'a çevirip dikkatimi cırcır böceklerinin sesine verdim. Yaşam, her şeye rağmen devam ediyordu. Ama ben hâlâ bir yerde takılı kalmış gibiydim. Sonunda parmaklarım, telefonun klavyesi üzerinde dolaştı. Ona mesaj attım.

Tutamıyorum zamanı...
21.08

Yakalayalım zamanı.
21.29

Becerebilirsem...
21.30

Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin!
(Zümer, 53)
21.30

 

Umudumu hiç kaybetmeyecek miyim?
21.37

Kaybetmeyeceğiz
21.38
Hiç.
21.38

 

"Kaybetmeyeceğiz," dedi, "Kaybetmeyeceksin," demedi. İşte yine çoğul. Yine yanımda olma hâli.
Belki o da kendini kaybetmişti bir vakit. Belki zaman, ondan da bir şeyleri söküp götürmüştü. Ve belki de bu yüzden, benle birlikte yeniden yakalamaya çalışıyordu zamanı.

Derin bir nefes aldım. Sanki Özgür'ün o sade ama etkili cümleleriyle her şey biraz daha aydınlanmıştı. Gecenin içindeki bu küçük yazışmalar, içimdeki en büyük karmaşaya bir damla sükûnet serpmişti.

Özgür... Onun cümleleriyle her defasında içimde bir şeyler büyüyordu. Kökleniyordu. Korkunun yerini güven, kaygının yerini teslimiyet, sessizliğin yerini dua alıyordu. O sadece "güzel şeyler söyleyen bir çocuk" değil. Söyledikleriyle benim karanlığımı hafifletiyordu. İçimdeki en kırılgan yeri gören ve oraya zarar vermeden dokunan biriydi. Ve kendimi sürekli onu düşünürken yakalıyordum. Onun gözlerini hatırlarken, kelimelerini içimde çevirip çevirip okurken... Evet, bana yardımcı olduğu için ona minnet duyuyordum. Ama kendimi kandırmaya gerek yok, ben sadece minnet duymuyorum. Bu başka bir şey. Henüz adı olmayan, telaffuzu bile ürkütücü gelen ama varlığı inkar edilemeyen bir şey.

Az önce onunla konuşmadan evvel kapıldığım, yine endişeydi sanırım. Ve tabii sabırsızlık. Zaman; geç kalma endişesi...

Ben düşüncelere dalmışken, gökyüzü artık kiyice ararmıştı. Ay, ilk çıktığından daha parlaktı şimdi.

Neyse, şimdi ben aşağı insem iyi olacaktı. Yengemgiller çaya çağırdı ve gitmezsem ayıp olur.

Telefonumu cebime koydum. Aşağı indim. Fatoş yengemin kırmızı koltuklarından birine kendimi attım. Herkes koltuklara ve yere yayılmıştı; kimi dizlerini karnına çekmiş, kimi kolunu yastığa yaslamış. Ortaya güzel bir fikir de attım bu sırada. Hiç boş durur muyum?!

''Hadi sizle kişilik testi yapıyoruz!''

İlk test "...bir merdiven var -çok eski bir evdesiniz- ve aşağıdan bir ses duydunuz..." diye başlıyordu. Yavaşça okumaya başladım. Hikâyeyi dramatik yapınca ortamda çıt çıkmadı. Testi yaptık. Meğer geçmişle ilgiliymiş. Tabiki ben geçmişi kolay unutamayıp hâlâ içinde yaşayan bir kişilikte çıkmıştım. Öyle çıkmasam bile öyle olduğumu biliyordum zaten.

Diğer testler sayesinde kahkahalara boğulduk. En çok gülme krizine de son testte girdim. Yani "çilek bahçesi" sorusu geldiğinde...

"Bir çilek bahçesi gördünüz. Çilekler öyle iri ve kırmızıydı ki yaklaşıp yediniz. Kaç tane yediniz?"

Kübra yengem ve Şeyda "Ben yemem!" diye ciddiyetle atıldı. "Diyelim ki yediniz," diye ısrar ettim bir sayı vermeleri için.
"O zaman bir. Aslında hiç yemem de madem öyle, en fazla bir," dediler.

"Ben de bir iki tane yerdim," cevabını hem annem hem Fatoş yengem vermişti.

Tuğçe ablam "Ben de dört beş tane yerdim. Çileği çok severim," deyip siyah saçlarıyla oynadı. Merakla "Hadi hadi devam et!" diye bağırdı.

Fakat odadaki herkes konuşup uğultu oluşturduğu için bu seste devam etmek istemiyordum. Sonra az önceki gibi bir cümleyi on kere okuyamam!

"Hadi oku, Hayat," diyen Kübra yengeme "Okumayacağım," dedim küçük bi inatla.

O da "Kız susun! Sizin yüzünüzden okurumuz okumuyor. Küstürdünüz. Küsme bize Hayat!" diye bağırdı konuşan diğer yengeciklerime.

Sonra salon birden panikledi, beni kırdıklarını sanarak bağrış çağrış susmaya çalıştılar.

"Ya yenge! Susun da okusun kız. Oku sen Hayat, hadi."

Hepsi yavaş yavaş susunca okumaya devam ettim.
"Yediğiniz çilek sayısı eşinizi aldatırsanız kaç kez olabileceği."

Bir anlık sessizlik... Sonra patlayan kahkahalar!

Allah korusun ya! Bunun sonucunun böyle bir şey olabileceğini tahmin etmiyordum.

Tuğçe ablamın cevabına hepimiz kahkaha attık, adeta yerlere yattık. Kübra yengem "Yedi kocalı Hürmüz olacak senin kız, Fatoş yenge," diye dalga geçti. Canım ablam zaten utancından yastığın arkasına gizlenmişti.

Yahu bir durun, Bismillah, daha yeni evli bu kız! Allah korusun!

Bizimkiler sakinleşince devam ettim. "Bahçenin sahibi sizi gördü. Ona ne dersiniz?"

Annemgillerin hepsi "Canım çok istedi, kusura bakma derim," diye cevaplamıştı bu soruyu.
Tuğçe ablam "Göz hakkı."
Şeyda ise "Hamileyim."

"Verdiğiniz yanıt eşiniz sizi kendini aldatırken yakalarsa vereceğiniz yanıtla aynı," diye açıklamayı okudum. Sonra daha büyük bir gülme krizine girdik!

"Göz hakkı dedin!"
"Asıl bu hamileyim dedi!"

Gülmekten gözümden yaşlar geldi. Karnım ağrıdı gülmekten! Bir ara öyle güldüm ki nefes alamadım sandım. Çok gülen çok ağlarmış. O sıralarda yanlışlıkla ayağımı vurup acıtınca yerimde zor durdum tüm gece. Uyuyamadım. Kalkıp Ay'ı seyrettim.

Ay'a bakıp şükrettim. Gülebildiğim için. İnsanları güldürebildiğim için.

 

Bölüm : 28.07.2024 22:20 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...