

~Hiç'e Kapılmak~
Özgür’ü, yanında kendinden biraz daha küçük, uzun boylu bir çocukla çıkarken görünce heyecanlandım. Kalbim sanki boğazıma kadar yürüdü. Ayaklarım bir adım ileri gitmek isterken gövdem kararsızdı. Saklandığım yerden usulca baktım; onlar bisikletlere yöneldi. İzliyordum.
Ve... olmaz. Lütfen, hayır!
Özgür, diğer bisiklete çantasını yerleştirdi. Yanındaki gençse benim notumu bıraktığım sepete uzandı. Kalbim önce durdu, sonra panik içinde çarpmaya başladı. Hayatta her zaman şanslı olamıyorsunuz arkadaşlar. Hele de Hayat’sanız!
Genç çocuk, ellerinin arasına aldığı kağıda bir anlam vermeye çalışır gibi gözlerini kısıp baktı, ardından Özgür’e doğru uzattı. Tam bir “eyvah” anı.
Özgür kağıda göz gezdirirken yüzü yana dönüktü. İfadesini okuyamıyordum. Ama içimde uğuldayan fırtına bana yetiyordu. Onlara doğru yürümeye başladım.
Notu okuduktan sonra bir an etrafına bakındı. Ve… Bingo! Göz göze geldik.
O an dizlerim boşaldı. Sanki birileri gizlice rezil oluşumun perdesini açmıştı da spot ışığı altındaydım. Dudaklarım düz bir çizgiye dönüştü, omuzlarım kendiliğinden inip kalktı. Ne desem boştu.
Özgür, yanındaki gence dönüp “Sanırım yanlış yere bırakılmış, takma kafana,” dedi. Çocuk başını sallayıp bisikletine atladı ve uzaklaştı.
Özgür, notu sepete bıraktı ve bisikleti iterek yanıma doğru yürümeye başladı. Ayak sesleri yaklaştıkça kalbimin atış ritmi değişti. Beni görmezden gelip geçip gidecek sandım. Ama geçmedi. Gözlerimin içine baktı ve sade bir tonla “Hadi, seni eve kadar bırakayım,” dedi.
Onunla yürümeye başladım. Dilim kuruydu, yutkunmam zordu. Ama içimde kaynayan o pişmanlık, bir kelimeye dönüşmeye mecburdu. “Özür dilerim,” dedim sessizce.
Özgür hiçbir şey söylemedi. Sadece birkaç adım daha yürüdü, sonra bisikletine bindi. Sakin bir ifadeyle döndü bana: “Arkama atla.”
Başımı iki yana salladım, hayır dercesine. Ne olur şimdi binmeyeyim.
Üzerimdeki uçuş uçuş pembe elbise sebebiyle biraz çekiniyordum. Onunla binmeye de çekiniyordum. İki kişi binip düşme ihtimalinden de korkuyordum.
“Hayır'ı kabul etmiyorum, hadi.”
Gözleri kararlıydı.
“Ama elbisem var,” dedim mahcup bir sesle.
“Elbise buna engel değil. Yan otur.”
Yine de dikilmeye devam ettim. İnatla.
Bunun üzerine gözlerini hafifçe kısmış halde gülümsedi: “Binmiyorsan özrünü kabul etmiyorum.” Ve pedala ayağını götürdü.
Paniklemişçesine bir adım attım. “Özgür! Dur!” İki küçük dükkânı peşinden koşarak geçtim. Yani rezilliğe devam...
Durdu ve “Binmeye mi karar verdin?” diye sordu. Gözlerinde hem bir meydan okuma hem de bir oyunbazlık vardı.
Umutsuzca yutkunup başımı salladım. Çantamı sepete yerleştirip bisikletin arkasına, yan oturarak çıktım. Ona fazla yaklaşmamaya ve değmemeye çalışıyordum ama çok da mümkün değildi. Elbisem uçar mı, elim nereye tutunsam, ona değmesem diye çırpındıkça işler daha da komik bir hâl alıyordu.
Bir elimle onun ceketinin ucunu sıkıca kavradım, diğer elimle ısınmış demir çubuğa tutundum. Özgür pedala bastığında dükkanlar yavaşça geride kaldı.
Düz yolda her şey normaldi. İçimde hafif bir titreme vardı ama yönetilebilirdi. Ama bayır aşağı inince? Sanki dünya, yerçekimini hatırlayıp üzerime abandı. Kalbim boğazıma çıktı, nefesim sığlaştı.
“Özgür! Dur!” diye bağırdım istemsizce.
“Neden?”
Arkaya bile bakmadan sordu.
Ceketine ve bisikletin demirine iyice yapıştım, mümkünmüş gibi. Demek ki mümkünmüş.
Bir şey değil, böyle giderse birazdan sırtına yapışacaktım! “Özgür, korkuyorum! Dur!”
Özgür durmadı. Sadece bir cümle söyledi: “Bana güven.”
“Güveniyorum,” dedim. Sesim hem ürkekti hem de teslim olmuştum. Gözlerimi sımsıkı yumdum, rüzgârın saçlarımı uçuşturmasına, dizlerimin titremesine izin verdim. Bedenim korkuyordu ama içimde bir yer sakinleşmeye koyulmuştu.
Bisiklet yavaşladı. Sonra tamamen durdu. Gözlerimi açtığımda köprünün başına kadar gelmiştik.
Apar topar indim, ayaklarım biraz titreyerek toprağa bastı. Göğsüm hızla inip kalkıyordu.
Özgür de inmişti, o da nefes nefeseydi ama daha dengeliydi. Tabi hem iki kişi bisiklete binip hem hızlı gitmek enerji ve güç isterdi.
Eliyle yolu gösterdi. Yürümeye başladık.
“Söylediğin kelimeyi tekrarlar mısın?” dedi.
“Hangisini?”
“Bisikleti hızlı sürdüğümde söyledin.”
“Dur, dedim.”
“Başka?”
“Korkuyorum.”
Bir şeyi çözmüş gibi gözleri ışıldadı.
“İşte buradan başlayabiliriz. Korkuyorsun. Neyden?”
Yutkundum. Sesim kısık çıktı.
“Çok hızlıydık. Başımıza bir şey gelebilirdi.”
“Ne gibi?”
Yutkunduğumu hissettim. Cevap verirken sesimde ince bir titreme vardı.
“Kaza yapabilirdik… Bir yere çarpabilirdik… Bisiklet devrilebilirdi. Sakatlanabilirdik, yaralanabilirdik…”
“Öyleyse bir evde soba da olmasın, Hayat. Gece tüter, zehirlenir herkes. Ya da alev sıçrar, yangın çıkar. Devam edeyim mi?”
Sözleri gözümün önüne çocukluğumuzu getirdi.
“Biz saçlarını sobanın önünde kurutan çocuklardık, Özgür…” dedim.
Gözlerim nemlendi, ama yere bakarak söyledim.
“Peki sonra ne değişti?” dedi. Sesi bir dost gibiydi. Yargılayan değil, elini uzatan bir dost.
Sessiz kaldım. Gerçekten bilmiyordum. Ne zaman böyle oldum, ne zaman içime kapandım? Ne zaman kendime bu kadar çok “ya olursa” demeye başladım?
O sustuğum anı uzatmadan cevapladı: “Ben söyleyeyim, kendini bir takım şeylere tutsak ettin.”
“Etmedim,” dedim aniden. Ama savunmasız bir ses tonuyla.
“Ettin.”
“Hayır.”
“Evet.”
Bir süre sessizlik oldu. Köprünün altından geçen derenin su sesi, içimdeki boğukluğu bastıramıyordu. Sonra dudaklarım kıpırdadı. “Evet, ettim.” Nefesimi verirken içimden bir şey döküldü. “Parmaklıklar ardına saklandım.”
Dizlerim titredi. Bu bir teslim oluştu. Kendime.
Köprünün demirine yaslandım. Yüzüm rüzgâra dönüktü. Aşağı doğru bakma gafletine düştüm, yüksekti ve vızır vızır araçlar geçiyordu.
Özgür’e çevirdim bakışlarımı sonra. İlk kez birine bu kadar yaklaşmış, ilk kez içimi açmıştım.
“Neyden?” diye sordu Özgür.
Ses tonunda ne yargı vardı ne acelecilik. Sadece sakince, ama ısrarla yöneltilmiş bir soru. Sanki içimi bilen birinin, dilimden dökülmesini beklediği kelimelerdi.
“Bilmiyorum Özgür…”
Sesim hem kısıktı hem yorgun. “Zor sorular soruyorsun.”
“Sorulması gereken soruları soruyorum.”
Bir adım daha yaklaştı. “Neyden saklandın, Hayat?”
Sustum. Gerçekten bilmiyordum. Ya da bildiğimi kabul edemeyecek kadar uzun süredir kaçıyordum.
Yürümeye devam ederken etraf sessizdi. Sadece uzaktan bir köpeğin havlaması ve rüzgârda hışırdayan yaprakların sesi vardı. İkimiz de kendi içimizde başka başka bahçelerde geziniyor gibiydik.
Bir süre sonra tekrar konuştu. “Tamam, şöyle sorayım: sence de kaybettiğin bir şeyler yok mu?”
Kalbim titredi. Birden sanki yıllardır susturduğum bir iç ses kulağımda yankılandı. Vardı. Ama neydi?
“Ne peki?” Gözlerimi ellerimden kaldırıp ona çevirdim.
“Özgürlük,” dedi.
Sanki göğsüme biri oturdu. Bir adım geride durdum. Kaldırımın kenarında durmuş, rüzgârda savrulan saçlarım yüzüme çarparken düşündüm. Derin bir soluk aldım.
“Gerçek özgürlük… onu nerede bulabilirim?” dedim, neredeyse fısıltıyla.
“Kaybettiğin yerde.”
Kaybettiğim yerde mi?
Zihnimde sessizce geriye sardım. Kendimi aradım. Ne zaman korkmaya başlamıştım? Ne zaman küçük bir gürültüde irkilmiş, hayatın kendisinden uzak durmuş, hep bir ‘ya olursa’ ihtimaliyle yaşar olmuştum?
Biraz zaman alsa da o sözcük belirdi zihnimde. Ölüm.
“Ölüm.”
“Evet, ölüm.”
Gözlerimi kısıp ona baktım. Yüzünde ciddiyetle karışık, derin bir kabulleniş vardı.
“Fakat nasıl?”
Bu soruyu sorarken, yıllardır cevabını bekleyen biri gibiydim. Bir yandan anlamak, bir yandan da yükümü indirmek istiyordum.
Gülümsedi. Hafifçe. Sanki doğru kapının eşiğindeydik artık.
“Bu dünya bir hiç, Hayat.”
Sesinde acı değil, hakikat vardı.
“Etrafına bir bak. Bu dünya bir hiç. Elimizde ne var, söylesene? Koca bir hiç. Hiçlikler içinde heplerle kendimizi kandırıyoruz. Oysa ölüm, o kesinlikle sahip olduğumuz tek şey. Elimizde olan tek gerçeklik. Ve gerçekliğe açılan bir kapı. Sevgiye, hoşgörüye, merhamete, adalete, aşka... Ölüm bu yüzden özgürlük.’'
Hiç. Her hiç deyişinde gözlerimin dolmasının nedeni dünyanın bir hiç olduğunu ve bu hiçe dalıp gittiğimi, bir hiçte kaybolduğumu fark etmemdi.
Belki daha önce de fark etmiştim fakat unutmuştum… Ne kadar da unutkanmışız böyle şeylere karşı.
Ben, o hiçe tutunarak yaşamıştım. Hiçin gölgesinde, hiçbir şeyi gerçekten yaşamadan.
Bir taşın üzerine oturdum. Dizlerimi karnıma çektim. Gözlerim ıslanmıştı ama yaş akmasına izin vermedim.
Özgür yanımda sessizdi. Sadece varlığıyla destek oluyordu. Ve belki de en çok buna ihtiyacım vardı.
“İnsan bir kere ölür, Hayat. Kafanda her an ölüm senaryoları kurar ve yaşamın tadını kaçırırsan, hayatını kötüleştirmekten öteye gidemezsin. Öyleyse ölene kadar, ömrün bitene kadar hür yaşa. Sonuçta ömür, son nefese kadar.”
Söyledikleri, içime değil, sanki kemiklerime kazındı. İlk defa, yaşamın kendisine dair bir umut ışığı görmüştüm.
Kendimi yeterince iyi hissedince kalktım. Yürümeye devam ettik. Bir süre sessizce gittik. Özgür de konuşmuyordu, düşünmeme müsaade ediyordu.
Bir süre sonra fısıldadım.
“Ne yapacağım şimdi? Ne yapmalıyım?”
Durdu. Ben de durdum. Yüzüme baktı. Sade ve net konuştu.
“Güveneceksin. Teslim olacaksın.”
“Kime?”
Sorarken bile gözlerim dolmuştu.
“Allah’a.”
“Allah'a güvenip, kaderine teslim olacaksın. Allah'ın dilediği karşısında biz insanların çabalarının yersiz olduğunu biliyorsun. Aslında sana söylemek istediğim her şeyi biliyorsun fakat su yüzüne çıkaramamışsın ve gerilere itelenmişler.”
Sustum. İçimdeki bütün duvarlar çatlamıştı. Kalbim artık sadece atmakla değil, hissetmekle meşguldü.
Yürümeye devam ettik. Ben verdiği yanıtı hâlâ kafamda dört döndürüyordum. Nasıl olmuş da bugün kurduğu her bir cümle içime işlemişti? Okuduğu bölümle alakalı olabilir miydi ki? Yok sanmıyorum, bu kendisiyle alakalıydı. Özgür'ü özgür yapan buydu sanırım.
“Allah'a güvenip, kaderine teslim olacaksın.”
“Çok zor değil söylediğim şey. Zamanla başarırsın ve alışırsın. Demin bana güvenmiştin değil mi? Ben O'nun yanında bir hiçim oysaki. Yani O'na güvenmen daha kolay olacaktır.”
“Sence çok uzun sürer mi, Özgür?”
Sesim rüzgâra karıştı sanki, hem umut taşıyordu hem hüzün. İçimden geçenleri, yarım bir cümleyle onun ellerine bıraktım.
Beni düşündüren, ağır bir yanıt verdi:
“Zamanı tutalım, Hayat.”
O an bir kelimenin ne kadar anlam taşıyabileceğini öğrendim. Zamanı tutmak… Koşmadan, kaçmadan, hızla geçip giden şeylerin peşine takılmadan, sadece… kalmak. Birlikte.
Sonrasında eve gelene dek sessiz kaldık. Ama bu, gerginliğin değil, anlayışın sessizliğiydi. Ben bakmasam da Özgür’ün varlığı yanımda sıcacık bir rüzgâr gibi esiyordu.
Kapının önüne geldiğimizde bisikletin sepetinden çantamı usulca aldım. İçimde ilk kez bir şeyler sanki yerine oturmuş gibiydi.
“Ben…” diye başladım. Ama içimde dolaşan hisleri tarif edecek tek bir kelime bile yoktu. Şükran, hayranlık, minnettarlık, bir tür bağlılık… Hepsi bir araya gelip tek bir cümleye sıkıştı.
“Çok teşekkür ederim sana. Ne kadar teşekkür etsem az.”
Gözleri, kelimelerimden çok daha fazlasını anlamış gibi bakıyordu bana. Sadece gülümsedi.
Adımlarımı kapıya çevirdim. Ama kendime engel olamayıp, kalbimden dudaklarıma dek gelen cümleyi arkama dönerek Özgür'e armağan ettim.
Yüreğimi tutuşturan bir cümleyle, içten, çocuksu ve ürkek bir sesle sordum.
“Yapam ama, yine de, bir daha kovsam bile sen bana ‘sobe’ de olur mu?”
O an, Özgür’ün gözlerindeki renk sanki değişti. Yutkundu. Başını ağır ağır salladı ve gülümsedi. Ama bu kezki gülümseme… Bir söz gibiydi. Sanki ‘Sonsuza dek saklambaç oynasak bile, seni bulurum,’ diyordu.
🌑🌒🌓🌔🌕🌖🌗🌘
Çamaşır ipine son mandalı taktım, ardından elimdeki havluyu bir parmak hareketiyle düzelttim. Rüzgâr usulca savuruyordu uçlarını; sanki bir el değmiş gibi hafifçe titreşiyordu her şey. Fazladan birer mandal daha iliştirip her ihtimale karşı sağlamladım. Sonra başımı kaldırdım.
Ay, daha evvel hiç görmediğim parlaklığıyla karşıladı beni. Onu daha önce bu kadar parlak görmemiştim. Gökyüzünde süzülen beyaz bir sır gibi duruyordu. Ne yıldızlar yarışabilirdi onunla ne de yeryüzündeki hiçbir ışık. Sanki gökte değil de tam karşımdaydı; elimi uzatsam tutabilirdim.
Sanki bugün bir şey olacaktı veya olmuştu da onun için böyle parlıyordu.
O an anneannemin sesi doldu zihnime. “Ay’ı gördüm, Nur’u gördüm. Gül Muhammed’in yüzünü gördüm.” Sanki Ay’a değil de Sevgili’ye bakıyordum o an. Salavat getirdim.
Ay’a fısıldar gibi konuşmaya başladım.
“Ay, biliyor musun, bugün bir kez daha dünyanın, şu içinde bulunduğum kargaşanın, binaların, araba seslerinin, insanların koşuşmalarının ve hatta az ötenden geçen şu ışıkları yanan uçakların bir hiçten ibaret olduğunu anladım. Çok acı bir gerçek yüreğime oturdu: Bir hiçe kapılıp gidiyor olmamız. Bu gece ölsem elimde ne var, Ay? Elimdeki bir kaç namazın ve duanın, bir kaç ezberlenen surenin, okunan Kuran'ın ve ufak yardımların yetmeyeceğini biliyorum. Ömrümden geçen onca zamana bunlar çok az! Artık zamanı yakalamalıyım. Tutmalıyım zamanı. İçinde kaybolmamalıyım, yaşamalıyım şu anları. Zaten geleceği boş vermem gerektiğini de yeni fark ediyorum. Sonuçta gelecek, o zaman yaşayacağım bir ‘şimdi’den ibaret. Zaman tamamıyla bulunduğumuz anlardan oluşuyor ve şimdiyi anlamlı kılarsak geçmişimizi de geleceğimizi de anlamlı kılmış oluruz.
Çok körmüşüm. Gerçek bana bir çok kişiden daha yakınmış. Her şeyin sonucunu kötüye yorarken, kötülüklerin, hastalıkların, belaların ve ölümlerin aslında bize soluğumuz kadar yakın olduğunu fark edememişim. Şimdiye dek bir çok kez ölebilir, hastalanabilir, kaza geçirebilirmişim. Sadece ben değil, herkes. Ayağımız takılsa düşsek, başımızı sert vursak hemencecik ölümün kucağındayız. Peki söyle nefsim, saydın mı kaç adımımda düşmediğimi? Elimde bıçak varken ve en basiti bir domates doğrarken kaç kere ölebilirmişim de ölmemişim? Ömrü olan, yaşarmış çünkü.”
Ezan okunmaya başladı. Sanki gök dile gelmişti.
“Ah Ay, biz teselliyi yanlış omuzlarda aramışız. İşte teselli burada: “Lâ ilâhe illallah.”"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |