
Irkına, milletine, vatanına bakmaksızın, çocuktur çocuklar; masumdur her zaman, tüm dünyada. Nereye itersen oraya gider, neyi verirsen onu alır, hangi duyguları sunarsan ona dönüşür. Hepsi sevgiyi, saygıyı, merhameti, adaleti, özgürlüğü ister. Fakat her çocuk bunları alamaz. Neden? Sözde herkes adaletli, eşit, özgür değil mi? Değilmiş! Çünkü bazı sesler duyulmaz, bazı eller tutulmaz, bazı çocuklar unutulur. İşte o çocukların çok şeyi eksik. Kiminin bisikleti, kiminin yemeği, gülüşü, evi, annesi, babası, kardeşi, okulu, neşesi... Kiminin ise ömrü eksik, nefesi! Bu dünyada bazı çocukların, hayatı eksik!
💐
Nidâl yüreğindeki yorgunluk ile birlikte eve girdi. Feracesini çıkartıp astı, başörtüsünü geriye aldı. Etrafa sessizlik hâkimdi. Salonda kimseyi göremeyince kaşlarını çatıp odadan çıktı. Şimdiye dek Hamza koşarak ona sarılmış olmalıydı! Halası da merakla Eymen Mahir'in durumunu sormalıydı. Neredelerdi?
Tam halasının odasına girecekken kapı açıldı, kadın işaret parmağını dudaklarına götürüp sessiz olmasını belirttikten sonra salona yöneldi. Nidâl de halasının peşinden odaya girip karşısındaki koltuğa oturdu.
"Hamza bu saatlerde uyur muydu, hala?” diyerek halasına baktı. Bir yandan da pantolona uzanıp aldı, yarım bıraktığı dikme işlemine devam etmeye koyuldu.
“Hasbinallahu ve ni’mel vekil! Bugün okulu işgalciler basmış, kendilerince teftiş yapmışlar. Çocuklar da bu durumdan etkilenmiş. Yorgun hissediyordu kendisini. Bana sarıldı, konuşuyorduk, uyuyuverdi.”
Nidâl'in kaşları çatıldı. "Kıyamam ben kuzuma…" diye mırıldandı.
"Eymen Mahir nasıl? Gerçi, sen burada olduğuna göre iyidir. Yoksa hemen bırakıp gelmezsin."
Nidâl bakışlarını iğneden ayırmadan cevap verdi. "İyi elhamdulillah. Dinlenmeli."
Ayşe Hanım “Elhamdülillah," deyip eline şişlerini aldı ve oğluna ördüğü yeleği ilmek ilmek işlemeye devam etti.
Aralarında bir süre oluşan sessizlik, yine Ayşe Hanım’ın cümleleriyle dağılmıştı. "Acaba Fatıma Hanım nasıl? Merak ettim şimdi. Dur ben bir ziyaret edeyim. Hem yaptıklarından (Kebbeh Gazawiyye’lerden - كبة غزاوية)* biraz götüreyim, sevaptır." (* Bulgur yerine pirinçle yapılan kebbe türüdür. İçinde et ve baharatlı dolgu bulunur, genellikle kızartılır. Türkiyedeki içli köftenin benzeridir.)
Nidâl başını sallayarak onayladı. "Olur hala. Selam söyle. Allah razı olsun.”
“Aleykümselam," deyip kalktı kadın. Üzerine dış kıyafetini giydi, bir saklama kabına yiyeceklerden koydu ve evden çıktı.
Nidâl dikim işi biten pantolonu katlayıp odasına geçti ve dolaba koydu. Bu dolap Hamza ile Nidâl’in ortak kullandığı bir dolaptı. Evin dört odası vardı. Mutfak, salon, iki yatak odası. Bir odada Nidâl, halası ve Hamza kalıyor, diğerinde babası kalıyordu. Fakat babasının kaldığı odayı dinlenmek, çalışmak gibi işlevler için babası evde yokken yahut müsaade verdiğinde Nidâl de kullanırdı.
Çekmeceyi açıp defterinin arasındaki fotoğrafı eline aldı. Samimiyetle tebessüm eden altı kişi vardı fotoğrafta: Halası, henüz yeni doğmuş bir bebek olan Hamza, eniştesi, babası, Nidâl ve annesi.
Eniştesini düşündü yine. Acaba yaşıyor muydu? Bir gün siyonist İsrail ordusu mensupları evlerini basmıştı. Eniştesini alıp götürdüklerinden beri ondan haber alamamışlardı. Ne yaşayıp yaşamadığını biliyorlardı, ne bir ölüsü vardı ne de dirisi… Çok iyi bir adamdı eniştesi. Çok güzel baba olurdu Hamza'ya, eğer oğlunu büyütebilseydi. Ama nasip olmamıştı işte. Hamza, babasını pek hatırlamıyordu. Bunlara tanık oldukça genç kızın canı yanıyordu. Nice çocuklar babasız, annesiz kalmıştı bu topraklarda… Ama kimsesiz değil.
Fotoğrafta gülümseyen annesinin suratına dokundu parmağının ucuyla. “Öyle çok özledim ki seni gözümün nuru…” Dört yıl evvel toprağa vermişlerdi onu. Siyonist köpekler, annesini alıp götürmüş, işlemediği bir suçu itiraf etmesini istemişlerdi. İşkencelere dayanamamış, vefat etmişti annesi. Ama Nidâl kendisini şanslı görüyordu; annesinin mezarının nerede olduğunu, ölü mü diri mi olduğunu biliyordu çünkü. Cansız bedenine dokunmuş, son kez bakabilmişti nurlu yüzüne. Kimileri vardı ki yakınlarının ölüsünü bile göremiyor, yahut sağ olup olmadığını bilemiyordu. Tıpkı Eymen Mahir gibi...
Gözündeki yaşları silip fotoğrafı çekmeceye geri bıraktı. Yatağına uzanıp gözlerini yumdu. Zihni bir süre sonra ailesinden uzaklaşıp yine ona gitmişti. Canı çok yanmış mıydı ki? Şimdi başı çok ağrırdı. Onu düşünmekten uzaklaşmak için gözlerini açıp diğer tarafına döndü. Canı sıkılmıştı. Kalkıp abdest aldı, Kuran okudu. Bir saat kadar Kuran ile haşır neşir olduktan sonra dua etti.
Çekmeceyi açıp halasının örgü iplerini karıştırdı. Siyah bir yumağı alıp tebessüm etti, şişleri geçirip besmele ile atkı örmeye koyuldu.
"Ablaa!"Yaa Ukhtii!”
Hamza'nın uykulu ve ağlamaklı sesini duyunca elindekileri bırakıp odaya koştu. Yatakta oturmuş, masum ve maviş gözleriyle etrafa bakan çocuğun yanına sokuldu ve sarıldı. "Ya ruhî (ruhum)… ne oldu habîbi? Neden ağlıyorsun?"
"Kötü rüya gördüm. Korktum."
Nidâl, kardeşinin başını okşayıp alnına sevgiyle bir öpücük kondurdu. Sessizce besmele çekti ve elini onun başına koyarak Fatiha ve Ayet-el Kürsi okudu. Ardından ekledi: “Ma fî mâ yekhâf ya amarî… Korkulacak bir şey yok. Unutma, Allahu ma’anâ - Allah bizimle beraberdir."
Hamza hafifçe başını salladı. Gözleri hâlâ endişeliydi ama ablasının kolları ona güven veriyordu. Bir kaç dakika sessizce ablasının kollarında kaldı, ardından kendini geri çekip kızın gözlerine baktı. "Mahir Abim hasta olmuş, sen de onun yanındaymışsın. Çok mu hasta Mahir Abim?"
Küçük çocuğun yanağından öptü ve "Ah ya habîbî… Ne kadar da düşüncelisin sen. Allah senden razı olsun,” diyerek yanaklarını sıktı. “Elhamdülillah, Mahir abin iyi, merak etme. İyileşecek bir kaç güne."
“İnşallah! Zaten o çok güçlü!"
Nidâl gülümsedi. "Evet, güçlü…Allah ona sabır ve şifâ versin.”
Genç kız ayağa kalktı ve küçük Hamza’nın elinden tuttu. "Birazdan babam gelir, hadi sofra hazırlayalım, yardım et bana."
Hamza üzerindeki battaniyeyi tamamen tekmeleyip yataktan aşağı atladı. Sevinçle mutfağa doğru koştu. "Dayım bu akşam bana çikolata getirecek!"
Onun peşinden mutfağa giren genç kız gülümsüyordu. "Önce elini yüzünü yıka bakalım. Yeni uyandın."
Hamza koşarak mutfaktan çıktı, elini yüzünü yıkayıp geri geldi ve sofrayı hazırlamaya yardım etti. Kaşıklar, tabaklar yerleştirildi; küçük elleriyle büyük bir gayretle yardım ediyordu.
Bu sırada Ayşe Hanım da eve dönmüştü. Mutfağa girip onları birlikte huzurla sofra hazırlarken görünce gururla tebessüm etti. "Maşallah aleyküm ya helwen!”
Ayşe Hanım, oğlunun yanağına bir öpücük bırakıp Nidâl'e göz kırptı. “Ne güzel kardeşsiniz siz böyle. Benim oğulcuğum da yardım ediyor ablasına ha? Allah sizden razı olsun. Allah yebârik fîkum, ya kalbî…"
Nidâl, elideki domatesi doğrarken halasına sordu: ”Fatıma yenge nasıldı hala?"
Kadının tebessümü silindi, hüzünle ve sabırla iç çekti. "Hamza, içeriye git de ödevlerini yapmaya başla,” dedi yumuşak bir sesle. Çocuğu mutfaktan çıkarttıktan sonra yeğenine baktı. “(رحمه الل ) Allah rahmet etsin. Bir yandan sabretmeye çalışıyor. (حسبنا الله ونعم الوكيل) Allah bize yeter, O ne güzel vekildir diyerek Allah’a sığınıyor, zalimleri ona şikayet ediyor. O’nun verdiği imtihan başımın üstünedir diyor ama… Öte yandan ciğeri yanıyor, acısı gözlerinden okunuyor. (إنّا لله وإنّا إليه راجعون) İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Hiç kolay değil gencecik evladını toprağa vermek. Allah sabır versin, kalbine ferahlık indirsin."
Nidâl'in içine yayılan o boşluk ve daralmışlık hissi kaşlarını çatmasına sebep oldu. Derin bir nefes aldı, gözlerini yere indirdi. "Kolay değil elbette. Daha 17 yaşındaydı Tarık. Hayalleri vardı, bize heyecanla anlatırdı… (الله يرحمه) – Allah rahmet eylesin. En son onu gördüğümde... o parıldayan gözleri hâlâ aklımda. Sınavından çok iyi not aldığı için öyle heyecanlı ve mutluydu ki. Elhamdülillah, çok iyi geçti, demişti. Abisine söylemeye gidiyordu. Çünkü Mervan, eğer sınavından iyi not alırsa deniz kenarına beraber gideceklerine söz vermiş. Gözleri umutla ışıldıyordu. ( إنا لله وإنا إليه راجعون) – Hepimiz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz. Bir anda her şey... bitti.”
Genç kızın yüreği sızlıyordu. Bir tarafı hâlâ ayaktayken diğer tarafı yüz üstü yere kapanmıştı sanki.
"Nasip işte kızım. Deniz kenarı değil, Cennet'in Kevser ırmakları kenarıymış onun nasibi. (اللهم اجعل قبره روضة من رياض الجنة ) – Allah’ım, kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe eyle. Elimizden gelen dua artık..."
“Amin Ya Rab!”
Kapının çalınma sesi gelince sohbetleri kesildi, Nidâl gidip kapıyı açtı. "Ahlan wa sahlan! Hoş geldin baba!” deyip sarıldı adama.
"Hoş buldum. Ahlan bîki yâ bintî, nur el-‘uyûn!”
Birbirlerine hal hatır sordular. Ardından genç kız ekledi: "Ellerini yıka da gel, sofra hazır."
Hep beraber yemek yediler, Hamza sofra duasını yaptı. Yemek bittikten sonra sofradan kalktılar. Salona geçtiklerinde Hamza, Süleyman beyden çikolatasını aldı ve paketini açtı.
Bu sırada Nidâl mutfağı topluyordu. Koşarak ablasının yanına gitti. "Abla! Paylaşalım mı?"
Nidâl gözlerinin dolduğunu hissetti, burnunu çekti. Elindeki tabakları bulaşık teknesine koyup küçük çocuğun önünde çöktü. “(الله يرضى عليك ) – Allah senden razı olsun, göz bebeğim. Sen ye,” deyip yanağından öptü.
Hamza hâlâ paketi aralarında tutuyordu. "Ama sen de çok seviyorsun."
Genç kızı aniden gelen bir dürtüyle ona sıkıca sarıldı, göğsüne bastırdı. "Seni daha çok seviyorum. Şimdi yanağından bir tane daha buse alayım yeter bana,” deyip diğer yanağını da öptü. "Oh! Bu ne tatlılık böyle! Çikolatadan bile daha tatlısın sen!"
Hamza kıkır kıkır güldü, sonra paketten bir parça çikolatayı koparıp ablasının dudaklarına uzattı. "Yine de azıcık ye."
Nidâl, dudaklarına çoktan değen parçayı ısırdı. Gözleri doldu. Sanki o minik parça, yediği en tatlı, en kıymetli şeydi. Evet… bu, dünyanın en güzel çikolatasıydı. Yediği en lezzetli çikolata…
🇵🇸
Genç kız "Ben gidiyorum,” deyip içeriye son kez seslendi ve besmeleyle sokağa adım attı. Derin bir nefes aldı, serin ve taze havayı içine çekti. Bir süre yürüdükten sonra Süreyya Teyze’nin evine varmıştı. Kapıyı çalıp bekledi. Kapı aralandığında yaşlı kadına içten bir tebessümle: “Esselâmu aleyküm, Süreyya Teyze. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın,” diyerek içeriye girdi. Salona geçti. Kucağına konmuş tepsiye bakılırsa Eymen Mahir yemek yiyordu. Göz ucuyla ona baktı ve nazikçe selam verdi. “Esselâmu aleyküm. Afiyet olsun. Allah şifalar versin,” dedikten sonra karşı köşeye oturdu.
Genç adam selamı alıp yemeğe devam etti. “Ve aleykümü selâm. Cezâkillâhu hayran.”
"Nasıl oldun? Ağrı kesici getirdim. İnşallah faydası olur.”
“Daha iyiyim, elhamdülillah. Allah razı olsun, ince düşünmüşsün.”
Süreyya Hanım az evvel oturduğu yere dönüp iğnesini ve kumaşı eline geri aldı. "Yavrucuğum dün de pek uyuyamamış, bir uykusu bastırdı ki sorma. Zor durdu vallahi. Şimdi yemeğini yedikten sonra uyuyabilir dimi kızım?"
Nidâl "Uyuyabilir Süreyya Teyze,” dediğinde "Çok şükür!" diye sitemli bir cümle bıraktı ortaya Eymen Mahir. Kız ona ters bir bakış attı -görmese de-, ardından yaşlı kadına döndü. "Sen ne dikiyorsun böyle?"
"Hamza'ya bez oyuncak dikeceğim. Ayıcık gibi bir şey yapacağım işte. Ama sakın bitene dek söyleme!”
Nidâl "Yaa, Allah razı olsun Süreyya Teyzem. Ne ince düşünmüşsün… Söz, söylemem,” deyip kadına gülümsedi.
"Hemşire Hanım, şu tepsiyi alabilir misiniz, zahmet olacak?”
Nidâl, hiç tereddüt etmeden ayağa kalktı. Genç adamın kucağındaki tepsiyi aldı ve mutfağa götürdü. Süreyya Hanıma bırakmamak için bulaşıkları kendisi yıkayıp tezgahı toparladı. İçeriye girdiğinde Eymen Mahir'in çoktan başını yastığa koymuş ve gözlerini kapatmış olduğunu gördü.
"İlacını içti kızım, çok şükür hemen uykuya daldı,” dedi fısıltı ile Süreyya Hanım. Genç kız başını salladı ve az evvel kalktığı yere oturdu.
Süreyya Hanım uyuyan genç adama baktı, iç çekti. "Ona bir şey olmadı ya, şükürler olsun Rabbime. Vallahi, gerekirse iki yüz fidan daha feda olsun."
"Elhamdulillah,” diye fısıldadı Nidâl. Ardından sesinde bir kırgınlıkla devam etti: “Garip olan ne biliyor musun Süreyya Teyze? Dünyanın neresine gidersen git, zeytin dalı hep 'barış' demek. 'Kardeşlik' demek. Ama artık o dallar birer birer koparılıyor. Toprağa düşüyor. Kökünden sökülüyor. Ve hiçkimse ses çıkarmaya kalkmıyor. Bu demek ki barış da kardeşlik de ruhunu kaybetti artık yeryüzünde.”
Süreyya Hanım, kızın elinin üzerine nazikçe elini koydu. "Haklısın yâ bintî… Haklısın. Ama bil ki, Allah’ın rahmeti büyüktür. Ümitsizliğe yer yok. Biz ne olursa olsun zeytin fidanlarını yine dikeriz. Belki bu kez, rüzgâr daha merhametli eser.”
"Nasıl ümitsizliğe kapılmayayım Süreyya Teyze? Annem haksız yere tutuklanıp işlemediği bir suçu itiraf etmesi için işkence gördü. Göz göre göre… Ve sonunda, Rabbin rahmetine kavuştu. Eniştemi bir sabah ansızın zorla alıp götürdüler, yaşıyor mu öldü mü haberimiz yok. Sadece bir sessizlik kaldı arkasında. Hamza, yıllardır babasını bir kere bile göremedi. Neredeyse her gece ‘Babamı görebilecek miyim?’ diye soruyor. Halam yıllardır her gün bir haber gelir umuduyla dua etmeye devam ediyor.”
Gözyaşları artık göz kenarlarından süzülüyordu. “Geçen hafta, Tarık, İsrail’in kör kurşunlarından birine, sadece o caddeden o anda geçtiği için hedef olmadı mı? Ne bir taş atıyordu o sırada, ne bir slogan. Daha hayalleri vardı. On yedi yaşında bir genç ne kadar yolun başındaysa, o da o kadar yolun başındaydı. Ama şimdi geriye sadece adı kaldı: Tarık Savali."
Yaşlı kadın derin bir iç çekti. Elleri dizlerinde birleşmişti. "Her dediğin doğrudur kızım. Hatta eksiktir bile. Kaç tane Tarık var, kaç tane daha enişten gibi, annen gibi Filistinli var! Bizim halkımızın kaderi zulümle sınanmak oldu. Ama Rabbimiz de sabredenlerle beraberdir.”
Gözleri doldu, ama sesi dimdikti: “İsrail ancak öldürmesini bilir. Kanla besleniyor. Planlarına engel olacak kim varsa, halkımızın vatan sevgisini su yüzüne çıkaran hangi direniş lideri varsa tek tek şehit etti. Kim ses çıkarırsa, kim hakkını ararsa, kim halkımıza umut aşılamaya kalkarsa ya zindana atıyorlar ya toprağın altına. Mescid-i Aksâ’ya girmeyelim diye sürekli zorluklar ve yeni yasaklar çıkardılar. Yaş sınırları getirdiler. Mescid-i Aksa'yı yıkmak için çeşitli örgütler kurdular. Kudüs'le Batı Şeria arasına kocaman duvarlar ördüler. Hani sorsan güvenlik derler. Ama biz biliriz: O duvarlar kalpleri ayırmak için. Topraklarımızı parça parça yutmak için. Üstelik daha çok toprak işgal etmiş olmak için girintili çıkıntılı ördüler, dümdüz değil. Gazze’de bombardımanlar sürüyor. Her geçen gün eksiliyoruz. Bu zulümler karşısında korkacağımızı sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Zira bu zulüm bizim imtihanımızdır. Bu ümmetin, bu insanlığın sınavıdır. Sabrımızla cevap vereceğiz. Duamızla, direnişimizle…”
Yaşlı kadın ellerini semaya kaldırdı: “Yâ Rabb, bize sabır ver. Mazlumların ahını duy. Zalimlerin tuzaklarını boz. Bize sebat ver, imanımızı koru. Bu toprakları özgürlüğe kavuştur. Amin, yâ Erhamerrahimîn!”
Nidâl “Amin!” dedikten sonra duygularını paylaşmayı sürdürdü: "Peki ama asıl mesele büyürken öğrenmek değil mi Süreyya Teyze? Bazen ağır geliyor bana, çok ağır. Kaldıramayacakmışım gibi. Ben bu denli sabırlı olmayı öğrenmedim, kimse öğretmedi."
Süreyya Hanım, ellerindeki iğneyi ve kumaşı yavaşça dizinin kenarına bıraktı. Nidâl'in ellerine uzandı. "Her şeyi çocukken veya büyürken öğrenmiyoruz ki evladım. Hayat bize beklenmedik zamanlarda beklenmedik şeyler öğretir. Bizim yolumuz, dayanma yoludur. Teslimiyet yoludur. Sabırla yoğrulmuş bir imanın yoludur. Biz Allah'ın verdiklerine razı olup, O'nun yardımına güveneceğiz. Teslimiyet kızım. Allah ne verdiyse, içinde bir hikmet vardır. Bize düşen, hem lisanımızla, hem kalbimizle ‘Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ demektir.”
Nidâl başını usulca eğdi. Kadının haklı olduğunu kalbinin en derinlerinde o da biliyordu. Bir süre sessizlik oldu. Sonra Süreyya Hanım, yüreğinden gelen bir dua mırıldandı: "Yâ Rab, bu evlatlara selamet ver. Kalplerini karanlıktan, bedenlerini yaradan, ruhlarını umutsuzluktan koru. Kalplerini hüzünle değil, rahmetinle doldur. Bize sabır, onlara şifâ ihsan eyle. Evlerine rahmet indir. Şehitlerimizi şefaatçi kıl. Yollarımızı açık eyle. Âmîn, yâ Erhamerrahimîn."
Nidâl, başını kaldırmadan, gözyaşlarını saklayarak sessizce fısıldadı:”Âmîn.”
Az sonra kapı çalmıştı. Genç kız "Sen zahmet etme, ben bakarım Süreyya Teyze,” deyip kalktı. Kapıyı açtığında karşısında Mervan'ı buldu. Çocukluk arkadaşıydı bu genç adam. Birlikte büyümüşlerdi. Yeri gelmiş, abilik etmişti ona. Yeri gelmiş, arkadaşlık ve yoldaşlık etmişti. Yüreği sağlam bir gençti. Allah rızası için değer verirdi, severdi onu.
"Hoş geldin Mervan,” dedi ve kenara çekilip içeri buyur etti. Genç adamın yüzündeki telaş hemen göze çarpıyordu.
Genç adam ayakkabılarını çıkarırken selam verdi ve içeri adım attı: “Selâmün aleyküm Nidâl. Eymen Mahir burada mı? Allah aşkına, doğru mu duyduklarım? Yaralanmış mı gerçekten?”
"Ve aleyküm selâm. Evet, burada... ama merak etme, şükürler olsun iyi. İçeride dinleniyor."
Nidâl, Mervan girince kapıyı kapattı. Peş peşe içeriye girdiler. Genç adam, Süreyya Hanım’ın yanına gidip hürmetle elini öptü, selam verdi. Süt annesiydi o. “Selamün Aleyküm Süreyya Annem. Nasılsın? Rabbim seni başımızdan eksik etmesin.”
Süreyya Hanım gözleriyle gülümsedi, başını hafifçe eğdi: "Hoş geldin oğlum. Allah razı olsun. Allah kalbine ferahlık versin."
Ardından Mervan, sessiz adımlarla uyumakta olan arkadaşının yanına gitti. Eymen Mahir’in başındaki sargıya dikkatlice baktı. Kan sızmamıştı ama yaranın derinliğini gözünde canlandırabiliyordu. Eymen Mahir'in üzerindeki battaniyeyi düzeltip güzelce örttükten sonra Süreyya Hanım’ın yanına geçip oturdu.
"Emced’in dediğine göre başı yarılmış… Derinmiş yara. Gerçekten bir şeyi yok mu? Rabbim beterinden saklasın!”
Nidâl, ona güven dolu bir bakışla karşılık verdi: "Çok şükür, dikiş atıldı. Temizce pansuman da yapıldı. Şu an iyi, sadece biraz dinlenmesi gerekiyor. Ama yorgunluk yasak bir süreliğine. Endişelenme, Allah onu muhafaza etti.”
Mervan hafifçe başını yana eğdi. Alayla karışık bir bakışla Nidâl’e baktı. “Sen ciddi misin Nidâl? Dinlenmesi gereken kişi Eymen Mahir mi gerçekten? Yorulmaması ve dinlenmesi en imkansız kişi hakkında konuşuyorsun.”
“Farkındayım. Ama gerçek bu. İstesek de istemesek de dinlenecek."
Süreyya Hanım ciddi ve emin bir şekilde araya girdi. “Eğer kendini yormaya kalkarsa, ben kulağını çekerim. Merak etmeyin siz. Hem onun da bir annesi var burada.” Sonra yumuşak bir geçişle Mervan’a döndü: “Eee, söyle bakayım Mervan’ım, annen nasıl oldu?"
Mervan'ın omuzlarına bir an ağırlık çöktü. O ağırlık hiç gitmemişti oradan aslında, şimdi daha fazla hissetmişti yalnızca.
"Nasıl olsun, Tarık'ın şehadeti en çok onu etkiledi. Suskunlaştı annem. Konuşmuyor eskisi gibi. Şimdi daha iyi ama, dualar sayesinde…..."
Yaşlı kadın hüzünle başını salladı. Gözleri uzaklara daldı. ”Haklısın... Ana yüreği, kolay mı? Evladını kara toprağa vermek, hele ki kör kurşunlara? Allah sabır versin…”
Sonra tekrar Mervan’ın gözlerinin içine baktı: “Sen nasılsın evladım? Üzmüyorsun kendini İnşâAllah?"
"İyiyim elhamdülillah. Üzülmüyorum, ama özlüyorum. Hatta bazen... kıskanıyorum kardeşimi. Abilerinden önce Rabbine kavuştu, şehadet şerefine erişti Tarık’ım."
Süreyya Hanım, genç adamın bu tutumuyla gurur duymuştu. "Maşallah sana, ne güzel imandır bu. Güzel evladım benim, Allah seni de sabırla ve imanla korusun,” deyip yanında oturan Mervan'a sarıldı.
Nidâl, tebessüm ederek izledi onları. Mervan oldu olası böyleydi işte. Sessiz ama metin, suskun ama güçlü. Omuzlarında dimdik bir duruş, içinde nice fırtınalar… O anlatmadan bilemezdin ne hissettiğini.
Filistin de böyleydi. Bir fidan şehit düşünce, insanların yüzlerinde gözyaşlarından çok gurur yer ederdi. Gözyaşları dökülse bile en çok izzet belirirdi yanaklarımızda.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |