
Bir çocuğun gülümsemesi doğaldır, normaldir. Ağlaması, düşmesi de hatta… Lâkin bir çocuğun ağlaması, düşmesi ve yarası ardında karanlık ellerin izleri varsa, tüm bunlar normal olmaktan çıkar. İnsanlığın yüz karası hâline gelir. Çünkü o an dünya üzerinde nefes alan her bir insanın payı vardır o acıda. Oysaki yara, yalnızca çocuğun değil, hepimizin yarasıdır.
💐
Nidâl'in bakışları içeride uyuyan genç adama son kez ilişti. Ardından yavaşça doğrulup Süreyya Hanım’a yöneldi. "Ben artık müsaadenizi isteyeyim Süreyya Teyzem. Geç oldu. İnşâAllah yarın erken gelip Eymen Mahir’in durumuna yine bakarım."
"Peki yavrum. Allah yolunu açık etsin. Dikkatli ol, sokaklar pek tekin değil.”
O sırada Mervan gözlerini saate çevirdi. Vaktin epey ilerlediğini fark edince o da ayaklandı. Yapacak işleri vardı daha. "Ben eşlik edeyim sana, Nidâl. Zaten Mahir’i görmeye gelmiştim ama madem uyuyor, sonra yine uğrarım. Birlikte yürürüz, içim rahat eder. Hem sonra eve geçerim."
Süreyya Hanım bu teklifi memnuniyetle karşıladı. "İyi olur oğlum, eşlik et Nidâl’e. Yalnız bırakma kızımı.”
İki genç de kadının elini saygıyla öpüp vedalaştı ve evden çıktılar. Sokağa adım attıklarında aralarında edepli bir mesafeyle yürümeye başladılar. Sessizlik bir süre hüküm sürdü. Bu sükut atmosferini ilk bozan genç adamdı.
"Nasılsın Nidâl?"
Genç kız, içini üşüten bir rüzgârın geçtiğini hissetti ve ellerini feracesinin ceplerine soktu. “İyiyim elhamdülillah, her şey bildiğin gibi. Ya sen?"
“Elhamdülillah...Razıyım Rabbimden,” diye karşılık verdi Mervan. Yorgundu, yaralıydı ama razıydı. “Hastanede durumlar nasıl?"
Nidâl iç çekti. "Aynı. Eksik bir çok tıbbi malzeme var, yetmiyor. İlaçlar, sargılar, hatta bazen en temel malzemeler bile yok. Onları temin etmeye çalışıyoruz. Rabbim yardım etsin.”
"Allah yardımcınız olsun İnşâAllah. Yapabileceğim bir şey olursa mutlaka söyle."
Nidâl başını sallarken bir yandan da minnetle "Teşekkürler Mervan," dedi. "Allah razı olsun Dualarını eksik etme yeter."
Nidâl başını kaldırdığında sokakta yürüyen küçük kız çocuğu dikkatini çekti. Buralarda oturduğu için onu az çok tanıyordu, etrafta sık sık görüyordu lakin ismini bilmiyordu.
Gülümseyerek yürüyen bu tatlı kız çocuğu yaklaşık on yaşlarındaydı. Elinde bir kase şeker taşıyor ve dökmemek için dikkatle kaseye bakıyordu. Elindeki şey onun için çok değerliydi çünkü annesi o şekerlerle en sevdiği tatlıdan yapacaktı, hem de uzun zaman sonra!
Küçük kız sokağın karşısına geçerken bir araba çocuğun narin bedenine hızla çarptı. Yol boştu ve yeterince genişti. Araba ne yavaşladı, ne durdu. Göz göre göre gerçekleşmişti kaza.
Şahit olduğu olay üzerine Nidâl’in gözleri şaşkınlık ve korku ile irileşti. Nefesi kesilmişti. "Mervan!" diye haykırdı panikle. Yanındaki genç adama yere savrulan kızı işaret ettiğinde, onun da zaten durumu çoktan fark ettiğini gördü.
Küçük kızın elindeki kase kırılıp parçalara ayrılırken içindeki şeker kristalleri etrafa saçılmıştı. Dudaklarındaki tebessüm donmuş, solmuştu. Oysa az evvel minik kalbinde heyecan yer ediyordu. Çok sevdiği tatlıyı uzun zaman sonra yiyebileceğini düşünüyordu. Sonunda malzemelerinin çoğunu tamamlayacak paraları olduğu olmuştu tam da…
Mervan, yanlarından geçen arabanın peşine koşmaya başlamıştı. Arabayı durduramayacağını bilse de, öfkesini kontrol edemiyordu. Eline aldığı bir taşı arabaya fırlatırken bir yandan da "Allah belanı versin! Zalim herif!" diye bağırdı.
Nidâl, koşarak kızın yanına gitmiş ve iyi mi diye kontrol ediyordu. Kızın yavaşlaysan kalp atışları onu korkutmuştu. "Mervan! Araba bul hemen! Hastaneye götürmemiz lazım onu! Mervan!” diye bağırdı.
Mervan, kaçan arabanın ardından bir an öylece baktı. Gözleri doldu. Kalbine bir ateş saplandı. Tarık... Kardeşi. Onu hatırladı. Koşarak Nidâl'in yanına gitti. Bakışları yerde yatan kıza takıldığında canı yandı. Daha kaç fidan kör kurşunlara, cani siyonistlerin nefretlerine kurban gidecekti? Ne zaman bitecekti bu işgalin kan kokan hikâyesi?
Bu sırada Nidâl'in bağırışlarını duyan mahalleli evlerinden çıkıp dışarı fırlamıştı. Herkes şaşkınlıkla bakıyor ve ne olduğunu soruyordu. Kimi gözyaşlarıyla, kimi beddualarla…“Ne oldu? Kim yaptı?”
Mervan "Yahudi yerleşimcilerden biriydi!" diye öfkeyle ortaya bıraktı cümleyi. “Göz göre göre çarptı ve kaçtı! Vallahi bile isteye yaptı!”
Kalabalığın içinden bazıları "La havle vela kuvvete illa billah..." diye fısıldamaya başladı. Kimileri de “Yâ Rab, intikamını Sen al...” diye mırıldanıyordu.
Mervan hızla Nidâl’e döndü. "Sizin arabanız vardı, değil mi Nidâl?"
Nidâl hızla başını sallayarak “Evet, evin önünde!” diye yanıt verdi ve kızla ilgilenmeye başladı. Kalp masajı yapması gerektiğini fark ederek hemen harekete geçti. “Yâ Allah, Yâ Şâfî... Sen merhametlisin... N’olur bu yavruyu bize bağışla..”
Bu sırada Mervan da arabayı almak için sokağın sonuna, Mahmum ailesinin evine doğru koştu. Ayakları sokağın taşlarını döverken, aklında tek bir şey vardı: bir an önce o arabayı almak ve küçük kızı kurtarabilmek.
Kalabalığın arasından bir adam telaşla sıyrılıp endişe ile küçük kızın yanına çömeldi. Adamın gözleri dolmuş, şaşkınlık ve korkudan ne yapacağını bilemiyordu. Sanki bir kâbusun içindeydi. "Kızım! Yâ Allah, bu benim Hatice’m! Hatice! Ne oldu kızıma?! Ne oldu gözümün nuruna?”
Dünyanın tüm acıları sanki adamın yüreğine çöreklenmişti. Kalbini söküp almışlardı. Adamın sesi çatallandı, dizleri titredi. İçindeki feryat gökyüzüne ulaşacak gibiydi. Gözlerinden yaşlar boşandı, elleri kızının minik başını okşarken dudaklarından dua döküldü: “Yâ Rab... Ne olur al canımı, yeter ki evladıma bir şey olmasın... Allah’ım, beni al, onu bağışla!”
Nidâl, çocuğun kalp atışlarının düzene girmesiyle birlikte bir nebze olsun rahatladı. Onun masum yüzüne baktı. Genç kızın gözleri dolmuş, sesi titrekti. Minik bedenlere uğrayan zulüm ona ağır geliyordu. "Bir Siyonist, arabasıyla çarpıp kaçtı. Bilerek yaptı, amca… Vallahi bilerek!"
Mervan, bir kaç dakika içinde arabayla yanlarına vardı. Babası, Hatice’yi kucakladı. Nidâl, titreyen elleriyle ona yardımcı oldu. Dikkatlice arabaya bindirdiler.
Mervan genç kıza baktı. Durumdan ne kadar etkilendiğini görebiliyordu. "Sen eve git Nidâl. Biz gerisini hallederiz İnşâAllah,” deyip gaza bastı ve mahalleden uzaklaştılar.
Mahalle yavaş yavaş eski hâline dönüyordu. Kalabalık dağılmış, evlerin kapıları tekrar kapanmıştı. İnsanlar hüzünle içeriye çekilmişti. Bir tek Nidâl kalmıştı oracıkta. Göz yaşlarını feracesinin koluna sildi. Az evvel Hatice’nin yattığı yere baktı. Etrafa dağılmış şeker tanelerini ve kırık kase parçalarını seyrederken dudaklarından bir hıçkırık firar etti.
O an fark etti: bir süre önce Mervanla yürürken hissettiği üşüme, aslında üşümek değildi. Nidâl, asıl şimdi üşüyordu. Her zerresi donuyordu ve ısınabilmek adına elinden hiçbir şey gelmiyordu. Bu soğuk fırtınalar vatanında eserken nasıl ısınabilirdi, bilmiyordu. “Allah’ım… Sen büyüksün… Biz aciziz...Ama dayanacak gücümüz kalmadı, Yâ Rab…Ne olur, bu mazlumları Sen koru…”
🇵🇸
Nöbeti sona ermişti. Genç kız yorgunluktan tükenmiş bir hâlde, derin bir nefes aldı ve başını masanın üzerine bıraktı. Bütün günü hastadan hastaya koşturarak geçirmişti. İmkânların yetersizliği, kalbini sızlatan en büyük şeydi. Bir haftada iyileşebilecek nice insan, aylarca hastane köşelerinde sürünüyordu. İç çekti, yorgunluğu sadece fiziksel değildi.
Dün akşam araba çarpınca getirdikleri minik Hatice'yi de ziyaret etmişti bugün. Onu iyi görmek Nidâl’in içini bir nebze olsun rahatlatmıştı çünkü yüreğinde zaten yeterince kayıp yer ediyordu. Bir kaybı daha yüklemek istemiyordu o yüreğe. Hele ki… bu topraklarda hemşire olmak, bir nevi şehadetlere şahitlik etmekti. Nice çocuk, nice genç… ellerinin arasından kayıp gitmişti. Nice ana, evladına son kez sarılırken gözyaşı dökmüştü. Bu acılar Nidâl’in kalbini günbegün aşındırıyordu.
Derin bir nefes daha aldı, saate baktı. Vakit geç olmuştu. Daha fazla oyalanmadan kalktı. Beyaz önlüğünü usulca çıkarıp askıya astı, ardından siyah dış kıyafetini giydi. Çantasını omzuna aldı. Hastanenin loş koridorlarından geçerek çıkış kapısına yöneldi.
Yürüyerek kat ettiği uzunca bir yoldan sonra babasının çalıştığı fırına varmıştı. Süleyman Bey fırından yeni çıkardığı ekmeklerden bir kaçını gazeteye sardığı esnada kızının kapıdan girdiğini fark ederek gülümsedi. "Ehlen ve sehlen, kızım… Hoş geldin!"
"Hoş buldum babacığım. Allah kolaylık versin, bereketinizi artırsın inşâAllah,” deyip tezgahın arkasına geçti ve babasına sarıldı. Süleyman Bey, kızının kokusunu içine çekerken gözleri nemlendi. Onun güçlü kalmaya çalıştığını bilse de, yorgunluğunu sezmemek mümkün değildi.
Az sonra arka taraftan Osman gelmişti. “Es-selâmü aleyküm ve rahmetullah,” dedi.
Nidâl başını eğerek selamına karşılık verdi. "Aleyküm selâm ve rahmetullah, Osman. Allah yardımcınız olsun.”
"Allah razı olsun."
Süleyman Bey gazeteye sarılı ekmekleri kızının kucağına tutuşturdu. "Sen bunları al, arabaya geç kızım. Hemen geleceğim."
Nidâl onaylayarak başını sallarken Süleyman Bey dükkanın arka kısmına geçti.
Tam o sırada Osman biraz yaklaşarak, sesi hafifçe alçaltılmış bir şekilde sordu: “Nasılsın?"
Genç kız, bakışlarını bir kaç saniyeliğine Osman’a çevirdi. "İyiyim, sen nasılsın?"
"Ben de iyiyim Allah’a çok şükür,” dedi, nir an sustu. Sonra biraz çekinerek ekledi: “Sana bir şey söylemek istiyorum aslında."
Nidâl, hafifçe kaşlarını kaldırdı. Yüzünde şaşkın ama nazik bir ifade belirdi. Çekinerek ve utanarak karşısında duran gence “Tabi, buyur? Hayırdır inşâAllah?” dedi.
Osman başını biraz öne eğdi, sesi daha da yumuşadı. “Özel bir mevzu… Kapının önünde, iki dakika konuşabilir miyiz? Eğer sakıncası yoksa…”
Nidâl, bir an durdu. Sonra başını hafifçe eğdi, saygıyla. “Peki, babam gelene dek konuşabiliriz,” dedi ve dükkandan çıktı.
Ardından gelen ayak sesleri Osman’a aitti. Nidâl, fırının önünde bir iki adım ilerleyip durdu; sonra arkasına döndü ve birkaç adım ötede, mahcup bir şekilde ayakta duran gence baktı.
Osman, haya ettiğini belli eden mahzun tavırlarla başını hafifçe öne eğdi. Eini ceketinin iç cebine soktu ve bir zarf çıkardı. Gözlerini birkaç saniyeliğine kaldırarak genç kıza baktı. Sesindeki titrek tını, içine düştüğü hâli ele veriyordu.
"Nasıl söylenir, nasıl ifade edilir bilmiyorum ama... söyleyeceğim. Ben bir sevdaya düştüm."
Nidâl’ın yüz ifadesi bir anda değişti. Şaşkınlıkla Osman’a baktı. Dili tutulmuştu adeta. Tek dileği, Osman'ın kendini sevmiyor olmasıydı. Onun gibi hassas kalpli bir insanı incitmek istemiyordu çünkü o umudu boşa çıkaracak bir cevabı vardı. Umarım ben yanlış anlıyorumdur, diye düşündü.
Osman, sözlerine devam etti. “Uzun zaman içimde tuttum. Düşümdüm, taşındım, tarttım. Sonra Rabbime sığındım. ‘Ya Rabbi, hakkımda hayırlıysa kolaylaştır’ dedim. Her şey kaderin yazdığına varacak nasıl olsa. Artık söylemeye karar verdim. Ben de ilk olarak niyetimi açıklayan bir mektup yazdım."
Osman, zarfı Nidâl'e uzattığında genç kız alıp almamakta kararsızdı. Ne yapacağını bilememiş, eli ayağına dolanmıştı. Afalladı. Tam bu ikilemin ortasında Osman, dudaklarında mahcup bir tebessümle ekledi: “Bunu Meryem’e verir misin, Nidâl?”
Nidâl derin bir nefes aldı. İstem dışı, dudaklarından bir cümle döküldü: "Osman! Allah seni güldürsün! Az daha burada bayılacaktım şaşkınlıktan!” Zarfı aldı, iç cebine koydu. "Bir kaç saniye daha Meryem demeseydin vallahi yüreğim ağzıma gelecekti."
Osman, iyice mahcup olmuştu. Eli ayağına dolaştı. "Benim hatam, üzgünüm. Pat diye girdim konuya. Seni de zor durumda bıraktım. Hakkını helal et."
"Helal olsun elbette. Hayır murad ediyorsun, niye darılayım?”
“Mektupta da yazdım zaten, eğer Meryem’in rızası olursa gelip usulünce ailesiyle görüşmek niyetindeyim. Rabbimden hayırlısını diliyorum. Cevabını bekliyorum.”
“Meryem cevap verince sana iletirim inşâAllah."
Osman rahat bir nefes aldı. Yüzündeki gerginlik yerini minnettarlığa bıraktı. "Allahu yeczîki el-hayr. Allah razı olsun. Meryem senin en yakın arkadaşın, hem size yakın oturuyor diye senin aracılık etmeni istedim. Zaten senden başka da kapısını çalabileceğim biri yoktu.”
"Sıkma canını Osman, senin niyetin belli. İçin rahat olsun,” dedi Nidâl, anlayışlı bir tebessümle.
O esnada Süleyman Bey, dükkânın kapısından dışarı çıktı. “Hadi gidelim kızım,” dedi nazik ama otoriter bir tonla. “Osman, dükkan sana emanet. İstersen bugün yarım saat erken kapatabilirsin. Eve de ekmek götürmeyi unutma, ayırdım sana. Mahmut Dede’ye de ayırdım, onu da geçerken bırak oğlum.”
Süleyman Bey tanınan bir esnaftı. Herkesçe sevilir, iyi anılırdı. Helal kazançla yaşar, rızkını da ihtiyaç sahiplerinden esirgemezdi. Ayrıca yanında çalışanlara günlük nafakalarını verir ve her gün evlerine götürmeleri için ekmek ayırırdı. Allah rızası için yapardı bütün bunları. "Sadaka, bereketin sırrıdır," derdi hep.
Nidâl, babasının hadi demesi üzerine arabaya bindi ve hava almak için pencereyi açtı.Yüzüne vuran rüzgârla içini serinletmeye çalıştı.
Osman, ustasına yaklaşarak içtenlikle konuştu: ”Eyvallah Süleyman Usta. Allah razı olsun. Allah'a emanet olun.”
Süleyman Bey, Osman’ın omzuna hafifçe dokundu. “Amin evladım… Allah işini gücünü rast getirsin.”
Baba-kız evlerine doğru yola çıktıklarında Nidâl, babasının direksiyon başındaki sessizliğini dinledi. Osman ise fırının önüde dikilmiş, suratına yayılan tebessümü silmeye çalışıyordu. Başaramayınca vazgeçti. Kocaman bir adım atmıştı, öyle hissediyordu. Yolun sonunun hayra çıkması için dua etti.
Nidâl, Süreyya Hanım’ın evinin önünde arabadan indi. Babası ise eve geçmişti. Genç kız, kapıyı açan yaşlı kadına sarılıp selam verip sarıldıktan sonra içeriye girdi.
Eymen Mahir dizlerinin üzerine koyduğu bir yastık, onun da üstüne usulca yerleştirdiği Mushaf’la sessizce Kur’an okuyordu. Nidâl onu görünce o gün hastanede gördüğü acılı yüzler, iniltiler, çaresizlikler silinip gitmiş gibiydi. Sessizce, pencere kenarındaki boş koltuğa ilişti. Genç adamın sayfasını okumayı bitirmesini bekledi.
Eymen Mahir nihayet okumayı bitirip Mushaf’ın kapağını saygıyla kapattı. Süreyya Hanım, Kur’an’ı yastığın üzerinden alarak masanın üzerine koydu.
Genç adam "Ehlen ve sehlen, hemşire hanım,” dedi.
Nidâl “Merhaba,” derken kalktı, köşede duran ilk yardım çantasını alıp genç adamın oturduğu koltuğun yanında durdu. Pansuman yapması için gereken malzemeleri çıkartıp koltuğun yanındaki sehpanın üzerine koydu.
Eymen Mahir, Nidâl’in oturması için yer açarak öteye doğru kaydığında genç kız aralarına yeterli mesafe koyup oturdu. Malzemeleri hazırlarken başını kaldırmadan sordu: “Nasıl hissediyorsun? Ağrın var mı?”
Eymen Mahir başını hafifçe yana çevirip Nidâl’in pansuman yapacağı kısmı daha rahat görmesini sağladı ve “Gayet iyiyim Elhamdülillah. Biraz ağrım var ama olması gereken kadar,” demekle yetindi.
Nidâl sargıyı açtığında bakışları yaraya değdi. Yüzünü hafifçe buruşturduysa da hemen toparlandı. Mümkün olduğunca nazik ve dikkatli davranmaya çalışarak pansumana başladı.
Bu sırada Süreyya Hanım "Ben namaz kılacağım evladım, vakit geçmesin,” deyip odanın uzak köşesine gitti ve seccadesini serdi.
Nidâl’in zihninde, yaşlı kadının “vakti geçmesin” sözü yankılandı. Hayatta hiçbir şeyin vakti geçmemeliydi. Ne dua, ne tevbe, ne de şükür…
Az sonra Eymen Mahir, Nidâl’in titizce davranışını fark ettiğinde hafifçe tebessüm etti. Lakin tebessümünün sesine yansımasından kaçındı. "Pamuğu yaraya dokundurmaktan çekinirken nasıl pansuman yapacaksın?” deyiverdi düşüncesini yarı-şaka, yarı-gerçek hâlde dile getirerek.
Nidâl, bu beklenmedik söz karşısında aniden gerildi. Elindeki pamuğu havada tuttu, gözleri kısa bir an Eymen Mahir’e kaydı. Tam kaşlarını çatıp dudaklarını aralamış, "Keyfimden değil, senin canın yanmasın diye…" cümlesini duygusuz bir dille söylemeye yeltenirken Eymen Mahir yine ondan önce davrandı: "Korkma, rahatça yap. Katlanamayacağım kadar bir acısı yok."
Genç adamın sesinde sadece sabır değil, aynı zamanda şefkat, minnet ve Nidâl’in tam adlandıramadığı başka bir şey daha vardı. Belki anlayış, belki fark ediş…Bu duygular Nidâl'in yüreğine dokunmuş, karnında tavşanların hoplayıp zıplamasına sebep olmuştu. Pansumanı hızla ama dikkatli bir şekilde bitirmeye çalıştı. Ne yani, şimdi onun canı yanmasın diye düşünerek hareket ettiğini anlamış mıydı? Bu ne demek oluyordu? İçinde ona verdiği özel bir parça yerden de haberdar mıydı? Belki de sadece hassas bir hemşirenin hastasına (kim olduğu fark etmeksizin) özenli davranıyor oluşuna vurmuştu bu durumu. Sonuçta Nidâl hassas bir kızdı, o da biliyordu.
Sonunda işini bitirip koltukta kalktı ve genç adamdan uzaklaştı. Malzemeleri toparladı, atılacaklardı çöpe attı ve içeriye geri döndü. Süreyya Hanım da namazını bitirmişti.
Yaşlı kadın, yüreğinden taşan duyguları bastıramayan bir heyecanla "Bak, ne buldum bugün,” dedi ve Nidâl’e bir fotoğraf uzattı. Genç kız, siyah beyaz fotoğrafı alıp inceledi: Dudaklarındaki gururlu bir gülümseme ile oğluna sarılmış kırklı yaşlardaki kadına baktı. Yüzünde henüz böylesi kırışıklıklar yoktu, acıları bu denli derin ve çizgi çizgi yüzüne kazınmamıştı fotoğrafta.
"Oğlum üniversiteden yeni mezun olmuştu. Çok sevinmiştik,” dedi Süreyya Hanım. Hasret, kelimelerinin arasına sinsice yerleşmişti. İç çekti. "Âh ah, çok özledim kuzumu. Allah'a şükür Eymen Mahir var, Mervan var. Bir oğlum vatanının topraklarına karıştı gitti ama başka oğullarım oldu. Evlât hasretime biraz olsun ilaç oldular."
Nidâl, yaşlı kadının kalbinden süzülen bu cümleleri duyarken hafifçe tebessüm etti ve elindeki fotoğrafı saygıyla geri uzattı.
Süreyya Hanım, oğlunun mezuniyetini görmüştü. Onun mürüvvetini, başarısını yaşamış; ona sarılmış, kutlamış, birlikte gülmüşlerdi. Bu bile bir şükür sebebiydi onun için. Şanslı olduğunu söylüyordu. Çünkü bazı anneler, beşikteki bebeklerine feryat ederek uğurluyorlardı sonsuzluğa. Kundaktaki yavrular, daha süt kokusu üstlerinden silinmeden, anlamadıkları bir nefretin kurbanı oluyorlardı.
Ama Nidâl’in içi bu kelimeye takıldı: Şanslı. Şans mıydı bu? Bir annenin çocuğunun mezuniyetini görmesi, ona doya doya sarılabilmesi… Şans denebilir miydi buna? Hayır. Çünkü bir anne-babanın, evlatlarının varlıklarına şahitlik etme hakkı, en doğal haklarıydı zaten. En temel, en dokunulmaz. Şansa bırakılmayacak denli olağan. Lâkin bu yüzyılda, acımasızca ellerinden alınan bir şekilde sıra dışı…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |