
Asıl sevdalar burada filizleniyor, yeşeriyor, yine burada soluyor, sınanıyordu. Filistin'de aşkın sonu acı ve umuttu. Vatanına olanın da, sevdasına olanın da… Çünkü ikisi birdi.
💐
"Bu çorbaya yıldızlar kaçmış, abla."
Hamza gözlerini iri iri açıp çorbasına baktı, ardından merakla ablasına döndü.
Nidâl Hamza'ya gülerek ve şefkatle baktı. "Lâ, habîbi. Çorbaya yıldızlar kaçmadı. Onlar yıldız şeklinde şehriye. Hamurdan yapılmış. Yiyebilirsin."
Hamza kararsızca çorbaya bakıp kaşığını daldırdı, ardından hüzünle ablasına baktı. "Eğer yemeseydim yıldızları göğe veya tavana asardım."
Nidâl dayanamayarak çocuğun saçlarına bir öpücük kondurdu. Kalbine sığmıyordu bu çocuk; içine alsa da doyamayacak gibiydi. "Afiyet olsun sana, benim küçük bilginim. Ben gidiyorum, sonra görüşürüz inşâAllah. Allah'a emanet ol."
"Görüşürüz abla, İlel-liqâ! Allah’a emanet ol."
Nidâl mutfaktan çıkıp içeriye geçti. Bugün içi kıpır kıpırdı. Üzerine tatlı bir huzur sinmişti sanki. "Hala, ben gidiyorum."
Ayşe Hanım ördüğü hırkadan kaldırdığı gözlerini genç kıza çevirdi: ”Hastaneye mi?"
Nidâl tebessüm ederek başını salladı. "Önce Süreyya Teyze’ye uğrayıp Eymen Mahir'in pansumanını yapacağım, oradan da hastaneye geçeceğim İnşâAllah. Aa bir dakika, hastaneden önce Meryemlere uğramam lâzım…"
Kadın başını iki yana salladı, hafif bir gülümsemeyle "Yâ aynî, yine çok meşgulsün. Allah sana kuvvet versin. Geç kalmadan git. Herkese selâmımı ilet,” deyip dikkatini tekrar elindeki hırkaya verdi.
Nidâl son kez aynada kendine bakıp örtüsünü düzeltti, çantasını takıp evden çıktı.
Süreyya Hanım’a uğradığında Eymen Mahir'in üçüncü bir günü evde oturarak geçiremeyeceğini söyleyip kaçtığını öğrenmişti.
Süreyya Hanım "Haftaya büyük yürüyüş var ya, onunla ilgili yapacak şeyleri varmış. Sabah bir kalktı, toparlandı, çıktı gitti. Tutamadım vallahi. Koca adam, bağlasan durmaz,” deyip gülümsedi, yarı yakınır bir ses tonuyla.
Nidâl, onun omzuna hafifçe dokunarak, anlayışla başını salladı. "Haklısın Süreyya teyzem. Allah ona selâmet versin. Ben de artık çıkayım, bugün işlerim çok. Sana yine uğrarım inşâAllah."
Kadınla vedalaşıp iki sokak ötede oturan arkadaşının evine doğru yürümeye başladı.
"Ah ya Eymen Mahir, bir gün daha duramadın yani! Sanki içinde ateş yanıyor da yerinde duramıyorsun. Neyse…İnşâAllah Allah seni korur da başını derde sokmazsın. Gerçi sen, musîbetleri kendine çekmeyi çok iyi biliyorsun. Bu hâlin beni korkutuyor bazen…"
Kendi kendine içinden konuşurken aklına onunla ilk tanıştığı zaman düştü. Yine Eymen Mahir başını derde sokmuştu ve bu sayede tanışmışlardı. Kader, çözülemez ağlarını örmüştü.
Yaklaşık iki yıl öncesiydi. Hamza henüz çok küçüktü, hastalanmıştı. O zamanlar Nidâl hâlâ üniversite öğrencisiydi, henüz hastanede çalışmıyordu. Halasıyla babası, çocuğu apar topar hastaneye götürmüşlerdi. Nidâl’in geceyi tek başına geçirmesini istemediklerinden onu Süreyya Hanım’a emanet etmişlerdi.
Yaşlı kadın uykusundan uyanmış, onu içeri buyur etmiş, koltuklardan birini ona yatak yapıp temiz nevresim sermişti. Süreyya Hanım erken yatsa da Nidâl'i uyku tutmamıştı. Onun için saat erkendi, henüz on birdi. Uyuyamayınca daralmış, içine bir sıkıntı oturmuştu. Kalkıp önce ışığı sonra da pencereyi açmıştı. Dışarıdan gelen serin ve hafif toprak kokulu rüzgâr içeri dolunca içine bir huzur serpilmişti. Biraz temiz hava aldıktan sonra pencereyi açık bırakıp ışığı kapattı. Yatağın bir köşesine oturdu, dizlerini karnına çekip sessizce düşünmeye koyuldu.
Az sonra aniden kapı çalınca Nidâl irkilmişti. Süreyya Hanım’dan da ses seda çıkmayınca tereddütle kapıya yaklaşmıştı. Kapı deliğinden dışarı bakmıştı. O an ilk kez göz bebeklerine Eymen Mahir’in görüntüsü misafir olmuştu. Alnına düşen saçları hafiften dağılmıştı. Telaşlı ve endişeli görünüyordu. Nefes nefeseydi.
Kapıya bir kez daha hızla vurmuştu. Aynı anda, kapının ardında biri olduğunu anlamışcasına konuşmuştu: "Açın lütfen! Peşimde işgalciler var!”
Nidâl bir an tereddüt etse başındaki örtüyü düzeltip kapıyı açmıştı. İçeriye adeta hayalet gibi süzülen genç adamın peşinden hemen kapıyı kapatmıştı.
Eymen Mahir, içeriye girmiş olmanın verdiği rahatlıkla derin bir nefes vermişti. Sırtını kapıya dayayıp gözlerini bir an kapattı. Sonra başını çevirip Nidâl’e minnetle bakmış, “Cezâkillâhu hayran... Allah senden razı olsun kardeşim,” diye fısıldamıştı.
Nidâl’in yüreği titremişti. Onun için bir yabancı bile olsa, kapısına zalimden kaçan biri gelmişse, geri çevrilmezdi. Bu topraklarda böyle öğrenmişti. Zulme uğrayanı korumak sadaka gibidir, derdi rahmetli dedesi. Hem, Süreyya Hanım uyanık olsaydı o da aynısını yapardı, bundan emindi.
Nidâl, kapının vuruldu ilk andan beri hızla çarpan yüreğini susturmaya çalışarak Mühim değil... İyi misiniz? Yaralı mısınız?" diye sormuştu.
Genç adam başını hafifçe iki yana sallamıştı, "Hayır," der gibi. Hâlâ temkinliydi, kulağı ise dışarıdaki sessizlikteydi; olası bir tehdit arıyordu.
Tam o an, kapı yeniden ve daha sert bir şekilde vuruldu. Nidâl’in kalbindeki korku daha da büyüdü. Eymen Mahir bir refleksle hızla delikten baktı. Gördükleri onu öfkeyle gerdi. Dişlerinin arasından fısıldadı: "La'nathumullâh... (Allah’ın laneti onların üzerine olsun).” Bir yandan başındaki şapkayı ve üstündeki ceketi çıkarmaya başladı. Telaşlı ama kontrollüydü.
Bu sırada Süreyya Hanım uyanmış, dış kapının biraz ötesinde gördüğü yabancı gence ve Nidâl'e anlam veremeyerek bakakalmıştı. Gençler onun varlığını fark etmemişti. Nidâl gözlerini korkuyla Eymen Mahir’e dikmişti. Lâkin genç adam daha kontrollüydü. “Vallahi yüzümü görmediler... şapka vardı başımda. Merak etme, bi’savbillah (Allah aşkına), korkma... Anlamayacaklar, tamam mı?” diye fısıldadı. Sonra hızla en yakınındaki dolabın kapağını aralayıp ceketiyle şapkayı içine tıkıştırdı.
Dolabı kapattığı sırada dışarıdan "Açın şu kapıyı!" diye bir bağırma sesi gelmişti. Ve kapı bu kez yumrukla sarsılmıştı.
Nidâl onaylayarak başını sallarken, Eymen Mahir bakışlarıyla evin diğer ucundaki Süreyya Hanım’ı fark etmişti. Bir an bile düşünmeden hızla yanına yürümüştü. Gözlerine derin bir güven yerleştirerek konuşmuştu: "Yâ hâlti... Ben senin oğlunum. İsmi Eymen Mahir. Tamam mı? O da--" deyip genç kızın tarafına dönmüştü. "İsminiz nedir?"
"Nidâl."
Tekrar yaşlı kadına dönüp devam etmişti: "Bu da gelinin... Nidâl. Allah için, yardım et.”
Süreyya Hanım'ın gözlerinde bir anlık tereddüt belirmiş, ama ardından o kadim Filistinli kadınların içtenliği ve vakarını kuşanmış bir edayla başını onaylarcasına sallamıştı. Kararlı adımlarla kapıya yönelmişti. Kapıyı açarken sesi sert ve net, yüzü çelik gibiydi: "Şu saatte ne istiyorsunuz?!Ayıptır!"
Sokağın karşısındaki evlerin kapıları aralanmış, uykulu gözlerle dışarı bakan komşular işgalci askerlerin sesini ve Süreyya Hanım’ın onlar karşısındaki dik duruşunu görmüşlerdi. Askerlerden biri, elindeki fenerle etrafı tararken sert bir sesle konuşmuştu: "Birini takip ediyorduk. Bu sokağa girdi, gözden kayboldu."
Süreyya Hanım kaşlarını çatıp başını iki yana sallamıştı. "Biz kimseyi görmedik, duymadık da! Hadi, iyi geceler!” deyip kapıyı örtmeye yeltenmişse de askerlerin biri eliyle kapıyı tutup kuvvetle geriye itmişti.
"İçeriye bakacağız."
Süreyya Hanım’ın gözleri bir anlık şaşkınlıktan sonra öfkeyle alevlenmişti: “Ne hakla!” Yaşı kadar yüreği de büyüktü. Hatta daha fazla.
Eymen Mahir sessizce yaşlı kadının yanına yaklaşıp omzuna nazikçe dokunmuştu. "Yâ ummî... bırak, girsinler. Bizim gizleyecek bir şeyimiz yok, elhamdülillah.”
Süreyya Hanım başını ağır ağır salladı. Geri çekildi. Askerler içeriye girerken, Eymen Mahir de bakışlarını Nidâl'e çevirmişti. “Yâ habîbti, annemi yatağına götür hadi. Üşütmesin.”
Nidâl, o an habîbti—"canım"—kelimesine takılı kalmamıştı. Anormal karşılamamıştı. Çünkü gergindi ve belirsiz bir durumun içerisindeydi. Şimdi ise hatırlayınca gülümsemesine engel olamıyordu. İç organlarının arasına hava kaçmışcasına gıdıklanıyordu. İlk tanışmalarından kalma mıydı bilmiyordu ama, o etrafta olunca kalbi hep öyle pat pat çarpıyordu. Lâkin korkudan, telaştan değildi, biliyordu.
O gecenin devamında Nidâl, Süreyya Hanım’ı nazikçe içeride serili tek kişilik yatağa götürüp örtüsünü düzelterek oturtmuştu. Eymen Mahir ise gerçekten kendi evini kontrol ediyorlarmışçasına soğukkanlıydı. Kollarını göğsünde bağlamış, işgalci askerler evi gezerken sessizce onları takip etmişti. Her odaya bakıp şüpheli bir iz bulamayınca nihayet dış kapıya yönelmişlerdi.
"Gördünüz, bizden başka kimse yok,” demişti genç adam.
İşgalciler başlarını sallamış ve gitmişlerdi. Eymen Mahir, dış kapıyı onların ardından kapatıp derin bir nefes almış, içinden Allah'a şükretmişti. “Elhamdülillah... Allah’ım sen korudun, sen örttün.”
Süreyya Hanım’ın “Kızım, şu pencereyi kapat hele,” demesinin ardından Nidâl kalkıp yaşlı kadının söylediğini yapmış, perdeyi usulca çekip kenarını düzeltmişti. Ardından genç adam odaya girmişti. Adımları sessiz, bakışları minnettardı. Genç kıza bir kaç saniyeden fazla bakmasa da yaşlı kadından çekinmiyordu. "Allah sizden razı olsun. Vallahi, ne denir... bilmiyorum."
Süreyya Hanım’ın yüzünde yorgun ama içten bir tebessüm belirmişti. "Amin evladım, Rabbim seni de bizleri de muhafaza etsin. Gel otur, ayakta ne duruyorsun?”
Eymen Mahir, Nidâl’in oturduğu koltuğun ucuna ilişmişti. Ellerini dizlerine koyup sessizce oturmuştu.
“Şimdi söyle bakalım, neden senin peşinde bunlar?"
Eymen Mahir, derin bir nefes almıştı. Göz ucuyla Nidâl’e, sonra yaşlı kadına bakmıştı: “Onların kanlı pençelerinden birilerini kurtardım. Kudurdular ve peşime takıldılar. Bu kadarını bilmeniz güvenliğiniz için daha iyi, teyzeciğim.”
Süreyya Hanım başını yavaşça sallamıştı. "Yani sen zalime ‘dur’ dedin.”
Eymen Mahir’in gözleri yaşla parlamıştı. Bu kadar doğru, bu kadar sade bir cümleyle anlatılabilirdi ancak. “Evet, sadece ‘dur’ dedim.”
“Öyleyse Allah seni mükafatlandırsın oğlum. Bak, şimdi bunlar sabaha kadar buralarda cirit atar. Bu yatağı yeni serdim. Yat uyu. Ben de Nidâl kızımla kendi odamda olacağım. Bir şeye ihtiyacın olursa çekinme, seslen. Sabah ola hayrola. Güneş bi doğsun, gecenin karanlığı aydınlansın, sonra gidersin.”
Yaşlı kadının söylediği gibi yapmışlardı. Eymen Mahir, içerideki kanepeye sessizce uzandı. Yorgun bedenine sıcak yatak bir lütuf gibiydi. Nidâl de Süreyya Hanımla beraber onun odasında kalmıştı. Gecenin sessizliği, yorgun kalplerin üzerini bir battaniye gibi örtmüştü.
Sabah namazı vaktinde Eymen Mahir, odanın ortasında dikilmiş, sağa sola bakıyordu. Kıbleyi tahmin etmeye çalışsa da pek başarılı olamamıştı. Süreyya Hanım’ın ve Nidâl’in de namaza kalktığını biliyordu. Yaşlı kadın beş dakika önce ona abdest alması için banyonun müsait olduğunu bildirmişti. Kıbleyi sormak ve bir seccade istemek için odadan çıktı. Bakışları yerde, kulağı ise mutfaktan gelen tıkırtı seslerindeydi. Mutfağın kapısına dek gitmişti. İçeride kimin olduğuna emin değildi. Varlığını belli etmek için hafifçe öksürmüş, Nidâl’in “Buyrun?” demesi üzere ona kısaca meramını anlatmıştı.
Nidâl su içtiği bardağı tezgaha koyup içeriye geçmiş, bir seccade çıkarıp kıbleye doğru sermişti. "Allah kabul etsin,” deyip odadan çıkarken genç adamın "Amin, Allah razı olsun,” deyişini işitmişti.
Tam abdest almak için banyoya geçecekken Nidâl'in aklına kendisi için de bir seccade almak gelmişti. Genç adam namaza başlamadan evvel hemen alıp çıkmak için geri gittiğinde, göz ucuyla onun çoktan namazına durduğunu görünce kaçarcasına uzaklaşmıştı. Ve bu, onu son görüşü olmuştu. Çünkü sabah kalktıklarında ortada kimse yoktu.
Her şey hayal yahut rüya gibi gelmişti Nidâl'e. Fakat hatırladığında sebepsizce gerçek olmasını isteyeceği bir rüya.
Birkaç hafta sonra onu tekrar Süreyya Hanım’ın evinde gördüğünde, hem olanlar hem de genç adam tüm gerçekliğiyle içine oturmuştu.
Eymen Mahir teşekkür edebilmek için yaşlı kadını ziyarete gelmişti. Aynı zamanda bir kaç şey getirmiş, kadına hürmetini göstermek istemişti. Sonrasında da ara sıra uğrayıp Süreyya Hanım’ın ihtiyaçlarını gözetmişti.
Bazen Nidâl ile de karşılaşır, selamlaşırlardı. Ve nasıl olduğunu anlamadan, sessizce, genç kızın yüreği ve aklında yer edinir olmuştu. Adını koyamadığı ama bildiği bir histi bu. Ne heyecan, ne sadece merak... Daha derin, daha sade bir şeydi. Gönlünde sükutla filizlenen bir dua gibiydi.
Bütün bunlar aklından geçince “Estağfirullah,” diye mırıldandı. Duraksadı. Gözlerini kısa bir süreliğine kapattı. “Ben kalbimi bilmiyorum Allah’ım… Ama Sen biliyorsun. Ben neyi hak ederim, neye dayanırım, bilemem. Ama sen kalbime güveni, sadakati, hayırlı sevgiyi yaz. Ve eğer kaderimde yazdığın kişi Eymen Mahir ise, onu bana yakışan bir sabırla getir. Beni ona yakışır biri eyle. Amin.”
Duasını bitirdiğinde gözkapakları usulca açıldı. İçine doğan huzurla birlikte bir kaç saniye kıpırdamadan öylece durdu. Hâlâ aynı kişiyi düşündüğü hâlde artık kalbi telaşla çarpmıyordu. Daha dingin, daha emin atıyordu sanki. Ne olacağını bilmiyordu ama bir şeylerin yerli yerine oturduğunu hissetti. Kalbini Allah’a açmıştı; bundan ötesi yoktu.
Derin bir nefes aldı. Nihayet arkadaşının evine varmıştı. Kapıyı tıklattı. Az sonra Meryem karşısında belirmişti bile. Meryem’in yüzünde kocaman bir tebessüm belirmişti. Göz göze geldiklerinde iki dost, özlemle sarıldılar. "Nidâl! Hoş geldin! Teşrif ettin, evimiz nurlandı! Gel içeri, buyur.”
İçeriye geçtiklerinde bir fincan nane çayı eşliğinde biraz sohbet ettiler. Az sonra Nidâl, evde kimsenin olmamasından istifade ederek arkadaşına Osman'ın mektubunu uzattı. “Bu Osman’dan bir mektup. Sana ulaştırmamı istedi. Okuyup değerlendirmeni bekliyor…”
Meryem’in yüzü bir anda ciddileşti. Şaşkınlıkla mektuba baktı, sonra tekrar Nidâl’e döndü. Ne yapacağını da bilememişti. “Osman mı?”
Nidâl yavaşça başını salladı.
Meryem mektuba uzanıp parmaklarının arasına aldı. Fakat tereddütlüydü. Aslında Osman hakkında hep iyi şeyler duyardı. Kendisi de hiçbir kötülüğüne rastlamamıştı. Ahlaklı, edepli bir gençti. Talebini göz önüne alabileceği bir adamdı. Bu nedenle teklifini dikkatle değerlendirecekti. Yine de içinde olduğu kararsızlığı arkadaşına da belirtti. Konuşup istişare ettiler.
Nidâl elinden geldiğince Meryem’i rahatlatmaya çalıştı. Meryem, sonunda mektubu kucağında tutarak, sessizce gülümsedi. “İnşaAllah okuyunca Rabbim gönlüme bir ferahlık verir. Uygun bir cevap yazar, sana veririm.”
Nidâl, bir süre daha oturduktan sonra hastaneye gitmesi gerektiği için müsaade istedi. “Ben artık gitmeliyim. Bugün güzel bir gün. Hastanede Esma hemşire ve doktor Omar Bey’in nikahı var.”
“Allah mübarek etsin!” dedi Meryem, gülümseyerek. “Ne güzel haber...”
İki arkadaş vedalaştılar. Nidâl sokağa çıktığında güneş yavaşça yükseliyordu. Nidâl’in kalbinde bir hafiflik vardı. Hayatın içinde güzel şeyler oldukça, onun da yüreği çiçekleniyordu. Hastanenin kapısından içeri girdiğinde gözleri mutlulukla parlıyordu. Çünkü meslektaşlarından ikisi hayatlarını birleştireceklerdi, hayırlı bir işe adım atacaklardı.
Koridorda yürürken aniden karşısında beliren Muaz Bey sebebiyle irkildi. Adam aceleyle konuşup, sonra koşturarak yanından uzaklaşmıştı. “Hemşire Hanım! Esma nikah için hazırlanıyor, personelin çoğu diğer hastalarla meşgul. 40 numaralı odadaki hastanın durumunu kontrol eder misiniz? Acilen başka bir hastaya bakmam lazım."
Nidâl, doktor bey çoktan uzaklaştığı için duymasa da “Tabi..." diye mırıldandı. Önce üzerine önlüğünü giydi ve ellerini yıkadı; ardından bahsedilen hastanın yanına geçti. Yatakta otuzlu yaşların başında bir kadın yatıyordu. Güzel yüzü solmuş, cildi bembeyaz kesilmişti. Gözleri boşluğa bakıyordu; bir ruh gibi, ne konuşuyor ne de gözlerini kaçırıyordu. Onu ilk gören biri, bu kadının hayatta olduğuna inanmakta zorlanabilirdi.
Nidâl, kadının dosyasını alıp açtığında yüreği sıkıştı. Kadının hâlinin sebebini çok iyi anlamıştı. O neşeli ve heyecanlı hâli bir anda sönmüş, yerini derin bir feryat etme isteğine bırakmıştı. “Hasbiyallâhu ve ni‘mel vekîl! İlâhi, bu kadar zulüm mü olur?” diye geçirdi içinden.
Dışarı çıkıp gördüğü her işgalcinin ve siyonistin yakasına yapışıp sarsmak, yüzlerine tükürmek,"Ne kadar zalimsiniz!" diye haykırmak istiyordu.
Bir kadının, üstelik hamile -yani küçük bir mucizeye gebe olan- bir kadının ırzına giren mahlûkatlara insan demek istemiyordu! Bebeğini kucağına almayı dört gözle bekleyen, ama bu heyecana kavuşamadan hayatına acı bulaştırılan ve bunun yükünü kaldıramayıp intihar etmeye kalkan bir kadın duruyordu karşısında.
Kadınla ilgilenirken bir yandan da ona dua etti. “Yâ Rabbi… Yâ Latîf… Kalbine ferahlık, ruhuna huzur indir. Onu sabırla kuşat. Yaşadığı her şeyin bedelini adaletinle ver. Onu mazlumlar zümresinden eyle.”
Odadan ayrıldıktan sonra da uzun süre bu genç kadının hâlinin etkisi altında kalmıştı. Heyecanla beklediği nikah esnasında pek gülümseyemedi. Esma’nın beyaz elbisesi ne kadar güzel, gözlerindeki ışıltı ne kadar parlak olsa da, Nidâl’in dudakları kıvrılamadı.
Hatta eve dönerken yolda Eymen Mahir'le karşılaştığında bile kalbi bu kez hızlı hızlı atmadı. Normalde gözleri parıldardı.
Üstelik onun saçlarını kesmiş hâlini görünce gülecek, şaka edip takılacaktı güya. Ama hiçbirini yapamadı. Hatta Eymen Mahir sakalını da kısaltmış, çok değişmişti. Biraz komik olmuştu sanki. Ama Nidâl sustu. Bütün bunlar önceliği değildi şimdi.
Bir kez daha bu dünyadaki kötülüklerden nefret etti. Burası bebeklerin gelmeyi dört gözle bekleyeceği bir yer değildi. Anneleri ağır yükler altında ezip geçen bir dünyaydı. Evlatlarını kucağına alma hevesinin, anne-babaların kursaklarına dizildiği bir dünyaydı. Kadının yanında çaresizlik içerisinde bekleyen kocasını bu çıkmazlara mahkum eden, bu dünyaydı!
İnsanların evliliklerine, mutluluklarına, yuvalarına balta indiriyorlardı. Hevesle içinde yaşama hayali kurdukları evlerini yerle bir ediyorlardı. Nice güvercinleri yuvalarından ediyorlardı. Hatırlıyordu Nidâl, bir arkadaşı çok mütevazi ve mutlu bir evliliğe sahipken, işgalciler evlerini yerle bir etmiş, bu mutluluğu onlara çok görmüştü. İnsanların hayatlarını talan etmek için onların bahaneleri hep vardı. Mutluluklarını boğazlarına dizmek için hep gerekçeleri vardı!
Adam eşinin elini tuttu, kadın tüm mecalsizliğiyle elini çekip kurtardı. Kadının gözünden bir damla yaş kayıp süzüldü.
Kadının gözünden bir damla yaş kayıp insanlığın taş kalbine düştü.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |