

Anaka’mdan helallik isteyip “Allah’a emanet ol” diyen Selim, sessizce dönüp arabaya doğru yürümeye başladı. sanki her adımıyla aramızdaki mesafe daha da somutlaşıyordu. Ben ise daha yeni yanlarına varacaktım ve yokuşu tırmanırken yüreğim göğsüme bir yumruk gibi vuruyorduk.
Bayırı çıkarken adımlarımı hızlandırdım. Adeta koşar gibi çıktım çünkü beni görmeden gitmesin istiyordum. Ama o, beni fark etmemişti bile; belki de fark edip de fark etmemiş gibi davranıyordu. Anaka’mın yanından usul usul uzaklaşıp arabaya yöneliyordu. Benimle vedalaşmadan, tek kelime etmeden. İçimde bir yer “Yine mi kaçıyorsun?” diye haykırdı.
Anaka’mın gözleri bana bakarken, o bakışın içindeki çaresizlik ve anlayış bir anda omuzlarıma bindi. Bir tek bakışla “Ne yapacaksın?” diye soruyor gibiydi. Onun o sorusu, yüreğime saplanan ince bir bıçak gibiydi: Peşinden gitmeli miydim? Zorlamalı mıydım bu sevdayı? Yoksa gururumu, kırgınlığımı koruyup arkasını dönmesine izin mi vermeliydim? Selim çoktan vazgeçtiği için ben de mi vazgeçmeliydim aşkımdan?
Kafamın içinde bin parça düşünce çarpıştı. Bir yanda çocukken verdiği o koruma sözü, bir yanda bugünün gerçekleri; onun sorumlulukları, korkuları, benimse suskun bekleyişim…
O an her iki seçenekte de kendimi yaralanmış gördüm. Fakat, peşinden gitmek, belki bir son şanstı.
Kararsızlığımın tam ortasında, Anaka’mın gözlerindeki teşvik ve umut parladı. Yavaşça bana Selim’i işaret etti: “Koş, yetiş. Ben de geliyorum yavaş yavaş peşinden.”
Onun bu onayıyla cesaret buldum. Başımı salladım ve hızla Selim’in ardına düştüm. Adımlarım hem heyecan hem de kırgınlıkla doluydu. Küçüklüğümüzden beri beni peşinden koşturmaktan keyif alan o inatçı çocuk, şimdi hayatımdaki en büyük bilinmezlikti. Gözlerimde dalgalanan sevda, içimde kıpır kıpır atan umutlarla birlikte sarsılıyordu. Çünkü her an sona erebilecek bir hikâyenin tam ortasındaydım.
“Doktor!” diye seslendim, nabzımın hızını bastırmaya çalışarak. Sonunda ona yetiştim; nefesim hafif kesilmişti. O durdu, yanına vardım. Göz göze geldik.
“Çocukluk arkadaşınla neden vedalaşmıyorsun? Ayıp olmuyor mu?” diye sitemle, imayla sordum. Bu soruda hem sevgi, hem bekleyiş, hem de uzaklaşmanın acısı gizliydi.
Bir şey diyemeyerek sessiz kaldı. Bahane bulması imkânsızdı artık. Kırgınlık ve aşkın karıştığı bu an, aramızdaki sözsüz hesaplaşmanın ta kendisiydi.
Selim’in sessizliği uzun sürdü; gözlerindeki kararsızlık ve çekingenlik kelimelerden “Ben de öyle düşünmüştüm zaten,” dedim, sesimde hafif bir burukluk ve sitem vardı. “Böyle kaçmak daha kolay oluyor, dimi? Karşıma geçip ‘güle güle’ dersen daha çok zorlanırsın.”daha yüksek sesle konuşuyordu.
Selim, bir şey söylemeye çalıştı, “Hayır, ben—” diye başladı ama sözünü kestim. O an cesaretimi toplayıp, kalbimin en derin köşesinden yükselen arzuyu dile getirdim.
“Seninle gelmek istiyorum.”
Bu cümle, yıllardır sessiz kalan duyguların en içten itirafıydı.
Beni şaşırtarak “tehlike”, “hayaller”, “gelecek planları” gibi bahanelere sığınmadı. Fakat başka bir engel koydu ortaya.
“Ailen izin vermez.”
İçimde beliren umut kıvılcımı büyüdü hemen. “İkna ederim,” dedim kararlılıkla. “Bir dakika… İzin verirlerse gelebilirim yani, öyle mi?”
Yeni bir olasılık doğmuştu. Bu durum içimde kıpırtılar, yüreğimde coşku oluşturdu. Selim’in sözlerinde saklı olan o engelin, aslında aşılabilir bir sınır olduğunu fark etmiştim. Bu engel aşılırsa, Selim’in hayatında bana yer açılabilirdi. Ben böyle anlıyorum. Bu düşünceyle, içimdeki kırgınlık biraz hafifliyor, yerine daha cesur bir umut doluyordu.
Selim’in “Hayır,” sözü, ağır ve soğuk bir duvar gibi üzerime çarptı. Gözlerini kaçırışı ve yutkunması, kelimelerinin ardındaki çaresizliği gizleyemiyordu.
“Yusra, seni istemiyorum. Lütfen, daha fazla üzülmeden git şimdi.”
Ben de inandım! Sen o bakışlarını görmüyor, ses tonunu duymuyorsun herhalde, doktor! Kalbimi kırmaya çalışan bir sahtekârsın.Yalancısın! Kırıcı da olsan buna kanmayacağım!
“Kelimelerini boşuna sivriltip yüreğime saplamaya çalışma Selim!” diye çıkıştım. O an, bir yandan kızgınlık, bir yandan çaresizlik birikmişti içimde.
“Şu an senden soğumamı, sana kızmamı, nefret etmemi istiyorsun belki. Fakat gözlerin her şeyi ortaya koyuyor. ‘Gözler kalbin aynasıdır’ diye boşuna dememişler. Bazen dilin fısıldayamadığı kelimeleri, gözler bağıra bağıra anlatır!”
İlk kez çekindiğim halde, yüreğimin en derininden, yerli yerinde konuşuyordum. Bu sözler, içimde büyüyen cesaretin bir yansımasıydı. Yalnızca Selim’e değil, kendime de bir meydan okumaydı aslında.
Duygularım fırtınalar gibi kabarıyordu; kırgınlık, sevgi, umut ve hayal kırıklığı aynı anda dolup taşıyordu yüreğimde. Selim’in kaçamak bakışları, ağzından çıkan sert sözlerle çatışıyordu; bu çelişki, beni hem derinden yaralıyor hem de ona olan bağlılığımı daha da güçlendiriyordu.
Uzun zamandır onunla çok konuşmuyorduk çünkü bunun dinimizce uygun olmadığını biliyorduk. Fakat ikidir bunu ihlal ediyordum. Farkındaydım, üzgündüm ama bu son şansımdı. Bunu yapmam lazımdı. Çünkü içimdeki sevgiye sahip çıkmak istiyordum. Ve Selim’in de sahip çıkmasını istiyordum.
“Öyle mi? Ne anlatıyor gözlerim?” dedi sesi yükselerek. Savunma duvarları titriyordu.
Gözlerinin ardında sakladığı korkuyu ve koruma çabasını görüyordum. Tanıyordum onu; içinde bulunduğu o çatışmayı biliyordum. Gerçek hisler o sözlerin ardındaydı. Bu yüzden pes etmeyecektim. Çünkü ben sevginin sadece kelimelerle değil, cesaretle de büyüdüğüne inanıyordum.
“Şu an kendine inandırmak için kızmış, bağırmış ve gözlerini kocaman açmış olabilirsin ama, aslında ‘Hadi inat etmeye devam et Yusra, ikna olacak gibiyim’ diyorlar. Öfken de buna, değil mi?”
Gözlerini kaçırdı, sessiz kaldı çünkü haklıydım. Gözlerinin etrafta gezdiği o birkaç saniyelik boşluktan sonra, nihayet bana tekrar baktı. O bakışlarında korku, endişe, kaygı vardı. Bu duygular, onun beni ne kadar sevdiğinin ve aynı zamanda ne kadar acı çektiğinin bir yansımasıydı.
“Diyelim ki geldin… Sana bir şey olursa ne yaparım hiç düşündün mü?”
Cevabım tereddütsüzdi: “Yanıma gelene dek, seni ahirette beklediğimi kendine hatırlatırsın.”
Sözlerim hem bir meydan okuma, hem de bir güvenceydi. Ölümü bile göze alan yüreğimin sesiydi. Selim’in korkularına, içindeki fırtınalara karşı duyduğum direncin dışa vurumuydu.
“Başına gelebilecek tek şey ölüm değil Yusra. Yaralanma, sakatlanma, ya da daha kötüsü…”
“Saydıklarının her biri bir çeşit ölüm. Yaralanır, sakatlanırsam bedenimin bazı yerleri ölmüş olur. Ama ölüm yok olmak değildir, sen daha iyi bilirsin bunu. Hafıza kaybı mı? Akıl unutursa kalp unutmaz, kalp de unutsa ruh unutmaz.”
Bir an duraksadım, derin bir nefes aldım ve devam ettim.
“Vatanın her yeri benim yuvam. Allah korur. Bir şey olacağı varsa burada da olur. Bizim için en büyük güç, inancımız. Allah’a sığınacaksın, korkularını Ona teslim edeceksin.”
Selim’in gözlerinde bir anlık yumuşama oldu; içinde fırtınalar kopsa da, bu an, kırılgan umutların filizlendiği anlardan biriydi.
“Peki ya bana bir şey olursa?”
Yüzüne bakarak cevapladım: “Şehitlere her zaman imrenmişimdir. Ve her daim Allah’a sığınırım.”
Bu cümle, bir son noktaydı. Çünkü bu son kozuydu. Kendisi.
O an aramızda ağır bir sessizlik çöktü. Nefeslerimiz birbirine karıştı. Ondan gelecek yanıtı bekliyordum. Onun sesinden bir umut, bir teslimiyet duymak istiyordum. Ama eğer yine itiraz edecek, korkularını öne sürecek olursa, artık ısrar etmeyecektim. Çünkü sevgi, bazen vazgeçmeyi de gerektirirdi.
Tam Selim bir şey söylemek üzereyken, aniden başıma saplanan o keskin ağrıyla birlikte dudaklarımdan istemsizce bir “ah” sesi yükseldi. Gözlerim anlık şaşkınlık ve sarsıntıyla irkilidi.
Selim hemen bana doğru bir adım attı. Endişesi yüzünden okunuyordu. “Yusra?! İyi misin?” diye seslendi.
Anaka’mın da yanımıza geldiğini duydum; o sakin ve şefkatli sesiyle “Kuzum, derin nefes al, Yusra’m,” diyordu. Ama ben o an nefes almakta zorlanıyordum. Başımı ellerimin arasına aldım, ovaladım. O ovalamalarla bir mucize bekliyormuşum gibi…
Ancak ağrı dalga dalga, giderek daha da şiddetleniyordu. Gözlerim kararıyor, dünya yavaşça silikleşiyordu.
Bulanıklaşan görüşümle ellerimi yüzüme kapatıp yere çömeldim. Bastırdığım ellerimden ağrının gitmesini beklemek ne kadar anlamsızdı; her baskıda sanki içimde fırtınalar kopuyordu. Anaka’mın cümleleri, bana ulaşmaya çalışsa da kulaklarımdan süzülüp gidiyordu; sesler dalga dalga birbirine karışıyor, gerçeklikten kopuyordum.
İçimde korku, çaresizlik ve biraz da şaşkınlık vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bedenimin bana ihanet ettiğini hissediyordum. O anın ağırlığı, kalbimi sıkıştırıyor, nefesimi daraltıyordu. Selim’in endişeli bakışları, Anaka’mın nazik dokunuşları arasında savrulurken, içinde bulunduğum bu kırılganlıkla yüzleşiyordum; ne kadar güçlü olmaya çalışsam da, bazen bedenin ve ruhun, kendi sınırlarını çizdiğini kabul etmek zorundaydık.
İstemesem de, dudaklarımın arasından birkaç boğuk inilti istemsizce sızıyordu. Tam o sırada Anaka’mın “dua” sözcüğü, kalabalık seslerin arasından berrak bir şekilde kulağıma ulaştı. Dua okumaya başladım. Dikkatli dinleyen biri hangi ayetleri okuduğumu anlayabilirdi. Fısıldıyordum. Sesimi duymak istiyordum. O ses, bana hâlâ burada olduğumu, bilincimin tamamen kaybolmadığını hatırlatıyordu.
Omuzlarımdan nazikçe kavrandığımı hissettiğimde, çömeldiğim yerden kaldırılıyordum. Bu dokunuşun sahibinin Selim olduğunu anlamam uzun sürmedi. Parmaklarının titremesi, bana her şeyi anlatıyordu. Bedenim yerden yükselirken, o temasın Selim için ne kadar büyük bir sınır ihlali olduğunu fark ettim. Mesleği gereği harici, yıllardır kendine helal olmayan hiçbir kıza dokunmamıştı. Ve şimdi bu ilk temasın sahibi bendim.
Bu düşünce, ağrının karanlığına karışan bambaşka bir duygu seli getirdi; şaşkınlık, mahcubiyet ve derin bir farkındalık… Sanki acıdan değil, bu temasın ağırlığından başım dönüyordu. Onun titreyen ellerinde, hem çekingen bir nezaket, hem de farkında olmadan açığa çıkan bir koruma içgüdüsü vardı.
Ağrının boğucu dalgaları içinde, istemsizce ona doğru yaslandım; başımın ağırlığını omzuna bıraktım. Ayakta durmama destek olarak sıkıca kavradı beni. O an, içimde ağrı ve utanç, güven ve yakınlık birbirine karıştı.
Selim’in nefesi hafifçe hızlanmış, ellerindeki titreme ise azalmıştı; sanki ağrıya yenik düşen bedenimi taşırken, beni bırakmamaya kendi kendine söz veriyordu.
Arabaya bindik. Selim önce kendi evlerinin önünde durdu. Motor hâlâ çalışırken kapıyı hızla açtı ve koşar adım içeri girdi. Perihan teyze ile Buket’in içeriden gelen şaşkın sesleri, neler olup bittiğini sordukları belliydi. Az sonra, elinde küçük bir poşetle geri döndü. Koşarken yüzündeki ifade hem telaşlı hem de kararlıydı.
Az ileride bizim evin önünde durduğunda, bu kez bahçede bekleyen abim koşup koluma girdi. Yatağıma uzandığımda, Selim’in sesini yarı bulanık işitiyordum. Aileme, bana uyutucu ve ağrı kesici bir iğne yapacağını söylüyordu.
Uyuyunca geçer” derler ya hani çocuklara… Ben de öyle düşünmek istiyordum; çünkü uyuyunca ağrının kesildiğini hissediyordum. Kabuslardansa hiç söz etmeyelim bile.
Annem, elbisemin kolunu dirseğime kadar sıyırdı. Kolonyanın serin, keskin kokusu odanın içine yayıldı. Selim, iğneyi koluma batırdığında, soğuk metalin ardından gelen sızıyı hissettim. Gözleri önce bana, sonra abime kaydı. Endişesi, kelimelere gerek bırakmayacak kadar açıktı.
“Uyuyunca ağrıyı hissetmez…”
Bilincim, ağır bir perde gibi üzerime kapanmaya hazırlanırken, zihnimde tek bir soru yankılandı:
Peki ya sen gidersen Selim… Uyanınca yüreğimdeki ağrıyı hissetmeme engel olacak bir iğnen de var mı?

-⏰⌛⏳⏰-
Bugün, mahalledeki teyzeler sağ olsunlar, beni ziyarete gelmeye karar vermişlerdi. Tatlı tatlı gülüşleri ve yanlarında getirdikleri küçük tepsilerle kapıda belirdiklerinde, içimde bir sıcaklık yayılmıştı. Perihan teyze, her zamanki inceliğiyle elinde bir tepsi limonlu kek tutuyordu. Benim bu keke bayıldığımı bilirdi. Üstüne serpiştirilmiş pudra şekeri hâlâ buharı tüten kekten hafifçe erimiş, odanın içine ferah bir limon kokusu yayılmıştı. Beş kez teşekkür etsem bile az gelirdi; çünkü aslında kekten çok, beni düşündüklerini bilmek yetiyordu bana.
Gerçi o güzel kokunun yarattığı iştah, Buket’in limon yemiş gibi asılmış suratıyla hızla söndü. Kaşlarının arasında derinleşen çizgi, dudaklarının aşağıya kıvrılışı, keke bakışındaki isteksizlik… Bir de üstüne, Buket’in ayrılmaz dostu Aysu’nun, her zamanki alaycı ve ölçülü sert bakışları eklenince, odanın sıcak havası yerini buz gibi bir soğukluğa bıraktı.
Annemler, Perihan teyze ve diğer misafirler sohbet için salona geçtiklerinde, ortamda üçümüz kalmıştık. Buket, neredeyse beklediği anı bulmuş gibi, hiç vakit kaybetmeden üzerime geldi: “Abim senin yüzünden üzülüyor, onun kafasını karıştırıyorsun.”
Sesi, buzun çatırdayışı gibi sertti. Ben daha bir şey diyemeden, Aysu da araya girdi. “Bencil olmayı bırak. Senin yüzünden Selim sevmekten korkuyor. İşine rahatça gidemiyor. Bencilsin.”
Sözleri, dudaklarından ağır ağır dökülüyor ama yüzündeki ifade, “haklıyım” rahatlığını taşıyordu. İçimde, hem öfke hem de kırgınlık birbirine karışmıştı.
Arkalarındaki kapıdan giren Selim’in farkında bile olmadan konuşmaya devam eden Buket ve Aysu, orada durup bana kötü bakışlar atmaya devam ettiler.
Kapının eşiğinde duran Selim’in yüzünde belli belirsiz bir gerilme vardı. Gözleri, söyledikleri her kelimeyi duyduğunun kanıtıydı. Ne kadar sakin görünmeye çalışsa da, içindeki fırtınayı duruşundan dahi okumak mümkündü.
“Buket! Hemen arkadaşını da al ve eve gidin.”
Sesindeki sertlik ve otorite, odanın havasını bir anda değiştirmişti. Buket ve Aysu, birbirlerine şaşkınlık ve biraz da korku dolu bakışlar fırlatıp, karşılarında Selim’i görünce adeta donakaldılar. Gözlerini bana çevirirken yolladıkları kinli bakışlar, ağır bir yük gibi üzerimde kaldı. Hırslanmış adımlarla, kelimeleri yutmuşçasına odayı terk ettiler.
Onların gidişinin ardından, geriye bir süre sessizliğin içinde çarpan kalbimin sesi kaldı. Selim “Daha iyi misin?” diye sordu. Sesi yumuşak ama ölçülüydü.
“Evet,” diye başımı salladım.
Selim’in hemen arkasında oturma odası vardı; orada annemler olduğu için, kapı da açık olduğundan, odanın ortasına doğru bir kaç atmakta sakınca görmemişti.
“Kontrol etmeye gelmiştim. Ben gideyim o zaman, sen de dinlen… Yani gitmek derken buradayım, buradan gidiyorum. Af—”
Cümlesi kendi içinde karışmış, dudaklarının kenarına kısa bir gülümseme yerleşmişti. “Buradalar, karıştı…”
Ne demek istediğini anlamıştım aslında. Henüz beni ardında bırakıp gitmiyordu. Sadece evimden gideceğini kast etmişti.
Ve, itiraf etmeliyim, konuşmasının bu hali beni güldürmüştü.
“Neyse, görüşürüz o zaman. Allah’a emanet ol,” dedi, başını eğip arkasını dönerken.
“Selim?”
Adını aniden seslenince, olduğu yerde durdu ve yavaşça bana döndü. Gözlerinde, “evet, dinliyorum” diyen sessiz bir sabır vardı.
“Burada olmanı istemek bencillik mi?”
Omuzlarını hafifçe kaldırdı. Bakışları ciddiyete büründü. “Eğer öyleyse, ben dünyanın en bencil insanıyım.”
İlk anda, cümlesinin ağırlığını kavrayamadım. O, başıyla selam verip odadan çıkarken hâlâ anlamlandırmaya çalışıyordum. Ta ki, dış kapının kapanma sesi kulaklarımda yankılanana kadar… İşte o an, dudaklarımda farkında olmadan bir tebessüm belirdi.
Burada, yanımda olmayı o da istiyordu.
Bu sözler, kapalı kapılar ardında sakladığı duygularının ilk ifadesiydi. Onun da yüreğinde bir şeylerin kıpırdadığını, bir adım attığını fısıldıyordu. İçimde hem heyecan hem de sıcak bir huzur belirdi.
Anaka’m ağır adımlarla odama geldiğinde, yüzündeki yorgunluk çizgilerinin arasına gizlenmiş o tanıdık sıcaklığı gördüm. Yatağımın kenarına oturdu, ellerimi iki avucunun arasına aldı; nasırlı, kırışık elleri hâlâ sıcaktı. Kendimi, çocukluğumda hastalandığımda başımı okşayarak yanımda oturduğu günlere gitmiş gibi hissettim.
Ellerine eğilip kırışıklıklarının üzerine usulca bir öpücük kondurduğumda, gözüm bir anda parmağına takıldı. Her zaman orada olan o gümüş yüzük yoktu. Kalbim bir an hızlandı.
“Babaanne! Yüzüğün nerede?!”
Gülümseyerek bana baktı; sanki sakladığı küçük bir sırrı vardı.
“Sakin ol evladım, olmasu gereken ellerde.”
Kaşlarımı hemen çattım. “Babaanne, onun olması gereken eller seninkiler.”
Bana, dudaklarının kenarına yerleşen o bilge gülümsemesiyle baktı.
“Şimdu bırak sen onu kızım, sonra konuşuruz bunu. De bakayım, başın daha iyi midur?”
“İyi, çok şükür.”
“O zaman akşam içun hazırlan. Sana alduğum siyah pileli feracenu giy. Başına da siyah pulli yazmanı ört.”
Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım.
“Hayrola, bir yere mi gidiyoruz? Neden giyiniyorum?”
“Biz gitmeyeceğuz, bize misafir gelecek. Daha da bir şey sorma, ağzımdan laf alamazsun. Hadi, benim çok işim var gideyrum.”
Ona baktım… Zar zor yürüyen bu kadının ne işi olabilirdi ki? Yine de kalkıp gidiverdi. Demek ki hazırlık yapacağı bir şey var, ama bana söylemiyor.
Ben de fazla kurcalamadım. Zaten sabah, abim işe giderken kapının sertçe kapanma sesine uyanmıştım. Uykusuzluğun ağırlığı hâlâ üzerimdeydi. Birkaç saat uzanıp dinlenmek en iyisi olacaktı…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |