

Birbirinden tatlı öğrencilerim, çantalarını omuzlarına asıp cıvıldaşarak okul kapısından çıkıyor, tozlu yolda koşuşturup evlerine doğru dağılıyordu. Ben ise ardı sıra bakarken, dudaklarımda sıcak bir tebessüm vardı.
Çocuklar benim için her şeydi. Zaten herkes için öyle olmalıydı; çünkü onlar bizim geleceğimizdi. Ama bu çağda, ne yazık ki, çocukların bile yüzleri tıpkı şehirler gibi betonlaşıyordu. Gözlerindeki pırıltı sönüyor, gülümsemeleri eksiliyordu. Sanki henüz hayatın başındayken yorgun düşüyorlardı. Kanaat diye bir kelime bilmiyor, hep daha yenisini, daha parlak olanını, modasını, arkadaşında olanını istiyorlardı. Çağın bulanık sularında savruluyor, kendi masumiyetlerini yitirmeye başlıyorlardı.
Ama burası… burası başkaydı. Küçük bir kasabanın, daha da küçük bir köyüydü burası. İnsanlar hâlâ birbirine selam veriyor, kapı önlerinde oturup sohbet ediyordu. Çocuklar, televizyon karşısında eriyip gitmek yerine sokaklarda oyunlar oynuyor, toprakta izler bırakan kahkahalar atıyordu. Bu manzara bana derin bir huzur veriyordu. İçimde bir yer, hâlâ her şeyin bitmediğini fısıldıyordu.
Bayramlarda Selim’le birlikte poşetler dolusu şeker ve çikolata alır, sabah erkenden köyün yollarına düşerdik. Kapıları tek tek çalardık. Minik eller avuçlarımızdan şekerleri kaparken gözleri parıldar, yüzlerinde tarifsiz bir mutluluk belirirdi. Hele ki o anlarda, insan neyin gerçekten değerli olduğunu daha iyi anlıyordu.
Özkan da bir grup arkadaşıyla bir çalışma başlatmıştı. Koli koli kitap, defter, kalem göndermişlerdi buraya. Çocuklar, o paketleri açarken sanki yeni bir dünyanın kapılarını aralar gibi heyecanlanmıştı. Renkli kapaklı defterleri, hiç açılmamış kurşun kalemleri ellerine alıp kokluyor, kitapların sayfalarını tek tek çevirerek merakla inceliyorlardı. O an, yüzlerindeki sevinci görüp de “Allah razı olsun” dememek mümkün değildi.
Düşüncelerimin dalgaları arasından sıyrılıp, gelen tanıdık bir sesle irkildim.
“Selamün aleyküm, öğretmen kızım. Nasılsın?”
Başımı çevirdiğimde, öğrencilerimden birinin tatlı mı tatlı babaannesi Nebahat teyzeyi gördüm. Gülümseyerek bana yaklaşıyordu. Üzerindeki renkli yemenisi, yüzündeki derin çizgilere sinmiş hayat tecrübesi ve gözlerindeki samimiyet, bana çocukluğumu anımsattı.
Burada insan ilişkileri bambaşkaydı. Velilerim beni yalnızca öğretmen olarak değil, adeta kendi kızları gibi görüyor, gözetiyor, halimi hatırımı soruyorlardı. Bu ilgi, yorgun günlerimde içimi ısıtan bir nimet gibiydi.
Nebahat teyze ile ayaküstü biraz sohbet ettik. Torununun çalışkanlığından, derslerindeki gayretinden bahsettiğimde yüzünde beliren o gururlu ve huzurlu gülümsemeyi görmek beni de mutlu etti. Sanki torunun başarısı kendi ömrüne eklenmiş bir sevap gibiydi onun için. Selim’e selam iletmemi söyleyip ağır adımlarla uzaklaştı.
Selim demişken… Bugün işten erken çıkıp beni alacaktı. Akşama da mahallede oturan genç bir çiftin nişanına gidecektik. Düğünleri, nişanları, gelenekleri bizim oralardan farklıydı ama artık yadırgamıyordum. Hatta bazı adetleri öylesine içten ve anlamlıydı ki, kalbimde özel bir yere sahip olmuştu.
İki yıl olmuştu buraya geleli. Her günümüz, içini anlamla dolduran yeni bir hikâyeyle geçiyordu. Ben öğrencilerimin ailelerinden, onların hayatlarından; Selim ise hastalarından… Kimi zaman “SubhanAllah” dedirten mucizevi anlara, kimi zaman şükürle gözlerimizi dolu dolu bırakan hikâyelere şahit olmuştuk. Bu toprak, bize sadece yaşamak için değil, hissetmek ve ibret almak için de çok sebep veriyordu.
Selim, benim için burada yanımda olan tek gerçek aileydi. Ama zamanla, buradaki kasabalılar, köylüler, öğrencilerimin aileleri, hatta komşularımız bile, sanki kan bağı olmasa da kalpten bağlı akrabalarım olmuştu. Her biri kendi küçük dünyalarında bana dokunan, yaşamıma anlam katan insanlar olmuştu.
Selim’in yanında, bu yeni çevremle birlikte ben de gerçek bir aidiyet duygusunu hissetmiştim. Hayatın zor yanlarını paylaşan, sevinçlere birlikte gülüp gözyaşlarına birlikte boğulan bir topluluğun parçasıydım artık.
Telefonumu çıkarıp Selim’i aradım. Telefonun diğer ucundan kısa bir süre içinde sıcak ve tanıdık sesi yankılandı:
“Efendim?”
“Selamün aleyküm Selim, neredesin?”
“Aleykûmselam. Şimdi çıktım, geliyorum. On beş dakikaya oradayım.”
“Tamam, ben okulda bekliyorum. Görüşürüz, Allah’a emanet ol canım.”
“Sen de gülüm…”
Telefonu nazikçe öğretmen masasına bıraktım. Ardından sınıfımda dağılan yerleri toparlamaya başladım.
İçimde sabırsızlık vardı. Bir an evvel gelmesini bekliyordum. Çünkü Selim’i sabahtan akşama dek dahi özlüyordum. Özlemi öyle büyüktü ki, gün içinde yaptığım her şeyin arasında onu düşünmeden duramıyordum. Bir gülüşü, bir kelimesi, o sakin ve güven veren bakışları gözümün önünden gitmiyordu. Hele ilk zamanlar.
O sadece hayatımdaki bir eş değil, en iyi dostum, sırdaşım ve en büyük destekçimdi. Onun varlığı, bana güven veriyor; onun yokluğu ise, günlerimi eksik ve yarım hissettiriyordu.
Birbirimize duyduğumuz sevgi, sadece kelimelerle anlatılamayacak kadar derindi. Küçük bir bakış, ince bir dokunuş, paylaşılan o anlar, ilişkimizin temel taşlarını oluşturuyor, bizi daha da yakınlaştırıyordu. Selim’le olan bu bağ, hayatımın en kıymetli hazinesi olmuştu.
Elhamdülillah, ilişkimizden ikimiz de memnunduk. Oluşan sorunları birbirimizi incitmemeye çalışarak halletmeye çalışıyorduk. İyi de gidiyorduk bence.
Şimdi ise önümüzde Ramazan vardı; manevi bir huzurun, birlik ve beraberliğin ayı... Bu özel zaman, bizim de ailelerimizi, sevdiklerimizi ziyarete gitmek için bir vesile olacaktı. İçimde tarifsiz bir özlem vardı. Ailem ve sevdiklerim burnumda tütüyordu.
⏰⏳⌛⏰
İki katlı evin bahçesi, mahallenin neşeli buluşma noktası olmuştu. Eski tahta taburelerde herkes bir araya toplanmış, sohbetin tatlı sıcaklığı çevremizi sarmıştı. Çocukların koşturmaları, büyüklerin gülüşmeleri karışıyor, ortamın samimiyetini daha da derinleştiriyordu.
Tam o sırada, komşumuz Şimal teyzenin enerjik büyük kızı heyecanla yanımıza koştu. Sesindeki telaş, bahçede bir hareketlilik yarattı.
“Anne koş! Zülal’in sırtına böcek girdi, ben alamam onu.”
Şimal teyze, sakin ve kararlı şekilde cevap verdi: “Kızım, alıverin.”
Ama büyük kızı biraz da korkmuş halde “Anne, ben alamam asla. Kız tutuyor şu an, hadi gel,” diye ısrar etti.
Şimal teyzenin ardından, kısa bir süre sonra döndüğünde yüzündeki tebessüm herkesi rahatlattı: “Meğer böcek falan yokmuş. Atleti kıvırmışlar, tutmuşlar. Böcek sanıp ağlıyorlar.”
Hepimiz gülmeye başladık. Kalbim hafifledi, yüzümde içten bir tebessüm belirirken, bu güzel insanları ne kadar çok sevdiğimi bir kere daha hissettim.
⏰⏳⌛⏰
Evin kapısını tıklattığım an kapı aralanmıştı bile. Küçük abim, hiç vakit kaybetmeden kolumu sıkıca tutup kendine çekti. Sıkıca sarıldı. İçgüdüyle kollarımı ona doladım.
“Abisinin cadısı gelmiş…” dedi neşeyle.
Abimden ayrılmamız zor olmuştu. Şimdi o Selim’e sarılıyor, sırayı annem devralıyordu. Her gelişimizde olduğu gibi, annemin şefkat dolu elleri bizi oturma odasına yönlendirirken, içeride Selim’in ailesiyle bizimkiler canhıraş bir şekilde ayağa kalkmış, bizi bekliyordu. Sadece Anakam oturma odasının köşesinde sessizce oturuyordu; hastalığı ilerlemiş, yürümekte zorlanıyordu. Ama onun varlığı bile odanın havasını yumuşatıyordu. Dedem ise gün geçtikçe daha iyiye gidiyordu, bu da içimizi ferahlatıyordu.
Uzun hasret gidermeler, kahkahalar, sarılmalar… Her köşeden sıcaklık ve sevgi fışkırıyordu. Üç gün sonra tekrar ayrılacaktık; bu yüzden şimdi o anın tadını çıkartmaya çalışıyorduk.
Ablamın tatlı kızı büyümüş, artık büyük abimin çocuğuna ablalık yapıyordu. “Teyzee! Halaa!” diye bacaklarıma sarılan iki minik melek, kalbimi eritti. Ablamın henüz kundakta olan o küçücük oğluşu ise mızmızlanarak bize katıldı; minik bir mucize daha büyüyordu ailemizde.
Bu üç gün içinde küçük abimin nişanını ve sözünü de yapacaktık. Şükür ki, ben de buradaydım; sevgiyle, mutlulukla dolan bu anların içinde... Yeğenler çoğalıyordu, umutlar büyüyordu. Yuvamız, koca bir sevgi ağacına dönüşüyordu.
⏰⌛⏳⏰
Ablam, çaydanlığı usulca ocağa geri koyarken, yanaşıp kulağıma eğildi. Sesi sıcak, hafif alaycıydı:
“Kız, sende yok mu bir şeyler? Bak ben hâlâ teyze olamadım.”
Tırnak uçlarıma kadar kıpkırmızı oldum. Bu soruya yanıt vermek hiç kolay değildi. Utanarak başımı iki yana salladım.
“Bak yaşınız geçmeden bir torun sevdirin şu insancıklara. Hele de Perihan teyze, en büyük çocuğu Selim’in hâlâ torunu yok, kadıncağız bekliyor.”
Kulağımda ablamın coşkulu sözleri dönüp dururken, ben homurdandım: “Ya abla, şimdi bunun sırası mı? Çayları bekliyorlar, hadi hadi!”
Ablam, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle çay tepsisini aldı ve mutfaktan uzaklaştı.
Ben de arkasından mutfağın penceresini açtım. Dışarıdan esen rüzgâr içeri dolarken, boğazımdaki o sıkışıklık bir nebze hafifledi. Havanın tazeliğiyle biraz rahatladım. İçimde hem utanç hem de bir umut kırıntısı vardı. Aile, beklentileriyle bazen insanın üzerine bir ağırlık gibi çökerdi ama sevgi dolu şakalaşmaları yüreğimi ısıtıyordu. Bu küçük an, yaşadığımız hayatın tatlı gerçeklerinden biriydi.
Ablamın sözleri hala kulaklarımda çınlarken, düşüncelere daldım. Çocuk… O kelime, sanki uzun zamandır beklediğim ama dile getirmeye çekindiğim bir duygunun adı gibiydi.
Selim de çocuk istiyordu. Bunu zaman zaman hissetmiştim. Gözlerindeki bakışlar ve aramızdaki konuşmalarda gizli gizli açığa çıkıyordu. Ve artık ben de içten içe, o sıcak yuva fikrine, küçük bir bedenin kucağımızda olduğu hayale hazırdım.
Korkularım vardı elbette; sorumluluklar, hayatın zorlukları… Ama kalbim, Selim’in yanında, çocuğumuzu birlikte büyüteceğimiz bir hayat düşlüyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |