11. Bölüm
Şeymanur / Uçurumlar İçinde / Diyebilse.

Diyebilse.

Şeymanur
sukunettekelimeler

Telefonumun ekranı bir bildirimle titrediğinde, elimi saklama kabının kapağına nazikçe koyup kapattım. Gözüme ilişen mesajın göndereni Selim’di. İçimde sıcak bir tebessümle ekrana baktım. Fotoğraf yollamıştı.

“Bugünün yorgunluğunu unutturan minik Şüheda ile tanış Yusra teyzesi”
11.35

Gözlerim fotoğrafa takılıp kaldı, içimi yumuşatan o tatlı anı uzun uzun izledim. Kucağında bebek tutmak yakışmıştı canım eşime. Bebek de çok tatlıydı. Minik elleri, masum yüzü, o sakin huzuru… Hepsi bana bir hayalin kapısını aralıyordu. “Bir gün bizim bebeğimizi de böyle, onun kollarında görmek nasip olur mu?” diye düşündüm sessizce. Kalbimde umut, gözlerimde bir parıltı belirdi. Böyle bir anı hayal etmek bile yüreğimi öylesine kıpır kıpır etti ki, o anın gerçek olması için dua etmekten kendimi alamadım.

“Maşallah çok tatlı (: Tanıştığıma çok memnun oldum.”
11.37

 

O da çok memnun olmuş”
11.37
Bize de kendi meleklerimizi kucağımıza almak nasip olur inşAllah. 😉☺
11.40

Dudaklarımın arasından içten bir gülüş kaçtı. Tam o sırada mutfaktan, fırından gelen cızırtılı sesle irkildim. Hemen “İnşAllah♡” yazıp mesajı gönderdim.

Poğaçaları özenle, geniş ve temiz bir saklama kabına yerleştirdim. Her şey hazırdı artık. Kalbimde küçük bir heyecan, yüzümde tatlı bir gülümseme vardı. Besmele çekip evin kapısını nazikçe kapattım. Bugün Selim ve mesai arkadaşlarına küçük bir sürpriz yapacaktım. Öğle yemeği için hazırladığım bu lezzetler, yorgunluklarına iyi gelecek diye umuyordum. Hem bugün Cumaydı. Cuma namazına kadar yetişmek için de vaktim yeterdi, çünkü hastane fazla uzak değildi.

Otobüsün penceresinden dışarı bakarken, aklıma düşen hayal, yüreğimi yumuşatıyordu. Bizden, Selim’den ve benden bir parça taşıyan küçük, masum bir bebek... O minicik ellerle ilk emeklemeleri, yürümeleri, sözcükleri, oyuncakları… Hayal kurdukça, gözümde canlanan minik oyuncakları, okul yolundaki heyecanları, oğlum ya da kızımın babası gibi başarılı, yürekli bir çocuk olması vardı. Rabbim henüz nasip etmemişti ama o anın nasipse bir gün geleceğine inanıyorduk.

Hastanenin kapısından içeri adım attım. Asansörün düğmesine bastım. Üçüncü kata doğru çıktım çünkü Selim'in odası oradaydı.

Kat kapısı açılır açılmaz koridor boyunca yürümeye başladım. Yavaş adımlarla Selim’in kapısına geldim, tıkladım. İçeriye girdiğimde oda boştu; yalnızca bir sessizlik ve duvarda asılı saat vardı. Gözüme takılan saatin akrep yelkovanı, yemeğe yeni çıkmış olduklarını haber veriyordu. Cuma vakti yaklaşsa da sela çoktan okunmuştu. Arkadaşlarıyla birlikte olduklarını düşündüm ve kendilerine ait olan dinlenme odalarına doğru yöneldim.

Kapıyı araladım, içeriye tebessümle adım attım ama karşımdaki sahne tebessümümü aniden söndürdü. O an tüm dikkatimi Selim’in bakışlarına verdim. O bakışlarda yorgunluk, bir şaşkınlık ve endişe vardı. Kalbim bir ağırlıkla sıkıştı, nefesim daraldı.

Tam o anda, Selim’in korku dolu gözleri bana çevrildi. Yanındaki adamlardan biri, elindeki silahın namlusunu doğrudan bana doğrultmuştu.

“Yusra? Burada ne işin var? Hemen git buradan!”

“Yusra, hadi git!”

Kelimeler kulaklarımda yankılanırken, şaşkınlıkla bir adım geri çekildim. Ama sert sesiyle ürkmeme sebep olan adam sebebiyle duraksadım.

“Şşşt, dur! Bir kere buraya girdiysen, geri gitmek yok. Geri adım attığın an vururum ikinizi de.”

Namlu tekrar bana çevrilmişti. Diğer silah da Selim’e odaklanmıştı. Soğuk metalin varlığı, bedenimi donakalmış halde kıpırdayamaz yapıyordu. O anda yerimde kalmak zorundaydım. Korku ve çaresizlik ağır bir perde gibi üzerime çökmüştü.Kalbim telaşla atarken mantığım ise donup kalmıştı. Oradan gitmem mümkün değildi; tehdit ve korkunun gölgesinde sessizce beklemekten başka seçeneğim yoktu.

Selim’in gözleri üzerimdeydi. “Neden geldin?” ve “Keşke gelmeseydin…” der gibi ağır ve karışık bir ifade vardı bakışlarında. İçindeki fırtınayı okumak zordu. Her halinden yüreğinin parçalandığı belliydi. Karmakarışık duygular içinde, çaresizliğe kapılmıştı.

Gözlerimi yavaşça geniş odada gezdirdim. Koltuklar ve masalar tertemiz, düzenliydi. Ama gözüm, orada yerde yatan birine takıldı. Selim’in yardımcısı, genç hemşire Şilan’dı o. Kumral saçlarını topladığı topuzunun arkası, kafa derisinin etrafı kızıla çalıyordu. Zemin, acının ve kanın izleriyle kaplanmıştı. O masum vücudu orada yatarken, boğazıma büyük bir yumru oturdu. Şilan, henüz hayatının başında, yeni mezun, umut dolu genç bir kızdı. Daha geçen bayram nişanlısını ailesiyle tanıştırmıştı. Gülümseyerek anlattığı o güzel anları hatırlıyordum. Şimdi ise o dehşet verici görüntü karşısında ruhum sarsıldı.

Dualar fısıldıyordum sessizce, gözlerim dolu dolu. O an yaşananların ağırlığı omuzlarıma çökmüştü.

“Ne oluyor burada?” diye seslendim, şaşkınlık ve korkuyla. “Kıza ne yaptınız?!”

Elimdeki poşetler, içlerinde mutluluk ve iyilik taşıdığını düşündüğüm şeyler, anlamını tümüyle yitirmişti. Elimden düşüverdiler. O an, karşılaştığım bu acı manzara, asla ihtimalini kurmadığım, bir gerçekle yüzleştiriyordu beni.

Adımlarım titreyerek az ötede yere yığılan Şilan’a yönedim. Yanına çömeldim, boğuk bir sesle adını fısıldadım: “Şilan…” Elimi tereddütle boynuna götürdüm; nabzını aradım ama bulamadım. Kalbim bir anda dondu. Ellerim istemsizce titremeye başladı. Bu defa sol göğsünün altına bastırdım, kalp atışlarını hissetmek umuduyla. Fakat sessizlik ve soğukluk her şeyi anlatıyordu; Şilan vefat etmişti.

Yüzüne baktım. Genç, umut dolu o kızın cansız bedenini karşımdaki görmek içimi derin bir hüzün ve tarifsiz bir boşlukla doldurdu. Gözlerim doldu, nefesim kesildi, ne yapacağımı bilemedim.

Bacaklarımın titremesi büyüdü, ama zor da olsa ayağa kalktım. Sesim öfkeyle doldu: “Öldürdünüz mü kızı! Âdi herifler! Ne istediniz kızcağızdan?!”

Karşımda duran adam koyu kahverengi pantolonu, açık renk gömleğiyle soğuk ve merhametsiz bakışlarını bana dikmişti. Gözlerinde zerre kadar insani bir iz yoktu. Soğuk ve keskin bir tonla, “Çok konuşacağına, sen de şu adamın yanına geç,” dedi, silahın ucuyla Selim’i işaret ederek.

Kalbim bir kez daha sıkıştı, boğazım düğümlendi. Korku, öfke, çaresizlik birbirine karışmıştı.

Selim, soğukkanlılığını koruyarak elini uzattı, “Gel buraya, Yusra,” dedi. Onun sesine doğru adım adım ilerledim.

“Kim bu insanlar?” diye sordum.

Ama adamlar sorumu duymazdan geldiler.

Birinin ağzından “Eceline geldin herhalde, ha?” gibi acımasız bir söz döküldü.

Takım elbiseli olan adam başını salladı, sonra Selim’e dönüp alaycı bir şekilde konuştu. “Kim bu saf? Bir insan ancak bu kadar kendi ayaklarıyla ölümüne gider.”

Selim’in yanına vardığımda parmakları, titreyen ellerimle buluştu; sıkıca parmaklarımı kavradı. Sanki beni korumaya çalışıyordu. Beni arkasına aldı.

“Bak, onu bırakın, tamam mı? Onun bir suçu yok sonuçta. Ben sizinle kalayım.”

O cesurca, bana olan sevgisi ile hareket ediyordu. Ama biliyordum ki eğer beni dışarı çıkarsalar ve Selim burada kalsa, bir parçam burada olacaktı. Ona zarar geleceği düşüncesi beni yiyip bitirecekti. Ben onsuz nefes alamazdım.

“Allah'ım, sen onu alacaksan beni de al. Bana onsuz bir hayat sürdürme.”

Şalvarlı olan, dudaklarının kenarında beliren alaycı bir kıvrımla güldü. Öte yandan takım elbiseli olan, tek bir kası bile oynamadan ciddiyetini koruyordu. Sözleri buz gibi, keskin ve ağırdı: “Sizin gibilerin suçsuzu yoktur, anladın? Hepiniz suçlusunuz.”

Elindeki silahı, gözlerime değecekmiş gibi yaklaştırarak tehditkâr bir şekilde salladı. Yüzündeki öfke, kelimelerine ateş gibi dökülüyordu: “Sen sırf bizdendir diye arkadaşımızın ölmesine göz yummuşsun. Ben de seni öldüreceğim. Bu hastanedeki herkesi gebertip cehenneme yollayacağım. Önce sizinle başlayacağız işe.”

“Selim… bu ne diyor?” dedim, sesim istemsizce çatlamıştı.

Selim, her zamanki gibi sakin görünmeye çalışıyordu, ama parmaklarının elime biraz daha sıkı kenetlenmesinden gerginliği hissediliyordu. O, insanlar arasında ayrım yapacak biri değildi. Onun için hastalarının dini, dili, ırkı, kimliği hiç önemli değildi; tek ölçüsü insandı. Elinden gelenin en iyisini yapar, canı pahasına bile olsa yardım ederdi.

Ama bu adamların yüzlerinde ve sözlerinde merhametten eser yoktu. Seslerindeki nefret, sanki yılların kiniyle yoğrulmuştu. Konuştukça, kılık kıyafetlerinden ve tavırlarından anlamamak imkânsızdı… Söylemeye bile dilim varmıyordu ama karşımda iki vicdansız, gözünü kan bürümüş terörist duruyordu.

Selim, karşısındaki adamlara bakarken sesini titretmeden, ama her kelimesine ölçülü bir ciddiyet yükleyerek konuşmaya başladı.

“Bakın,” dedi, nefesini derin çekip sakin kalmaya çalışarak. “Ben kimsenin ölmesine göz yummadım. Arkadaşınızı getirdiğinizde zaten ölüm döşeğindeydi. Ben elimden geleni yaptım.”

Takım elbiseli olan, dudaklarını küçümseyerek kıvırdı. “Elinden geleni yapsaydın iyileştirirdin onu!”

Selim’in yüzündeki o sabırlı ifade bir anlığına çatladı. Gözlerinin içindeki parlaklık, yerini bastırılmış bir öfkeye bıraktı. Sesini yükseltti. “Ben doktorum! Şifa veremem! Tıbbın sunduğu bütün imkânları kullanır, insanlara yardım etmeye çalışırım. Şifa Allah’tan gelir!”

Silahı Selim’in göğsüne doğrultmuş adam, alaycı bir kahkaha attı. Dudak kenarındaki küçümseme, kelimelerine de bulaşmıştı.

“Hıh… Allah’tanmış!” dedi, alayla başını sallayarak.

O sırada şalvarlı olan, diğerine dönüp kısa bir baş hareketi yaptı. “Yeter bu kadar. Hadi vedalaşın.”

İçimde bir şey koptu o an. Boğazıma taş gibi oturan korkuyu yutmaya çalıştım ama mideme kadar indi o ağırlık. Selim’in geniş omzunun arkasına doğru eğilip kulağına fısıldadım. “Selim… Belki de Rabbim’e kavuşma vakti gelmiş. Hakkını helal et.”

Bana siper olmayı bir an bile bırakmadı. Vücudu hâlâ önümde, adeta kalkan gibi duruyordu. Yavaşça başını bana çevirdi, gözleri dolu doluydu. O bakışlarda, hem vedalaşmanın çaresizliği hem de son ana kadar bırakmamaya kararlı bir sevgi vardı. Gözleri yüzümde geziniyor, sanki her hatırayı tek tek zihnine kazımaya çalışıyordu.

Belki de…” dedi, sesindeki boğuk bir titremeyle. “Helal olsun. Sen de helal et.”

Gözlerim yanmaya başladı. Dudaklarımda küçük bir titreme ile fısıldadım: “Helal olsun.”

O an, sanki zaman ağırlaştı. Tek bildiğim, Selim’in bedeninin hâlâ önümde, beni koruyan bir duvar gibi durduğuydu… Ve bu duvar yıkılırsa, her şeyin biteceğiydi.

“Selim?” dedim titreyen bir sesle.

“Hım?” Gözlerini benden ayırmadan, dikkat kesilmiş bir şekilde cevap verdi.

“Sakın kendini suçlama, tamam mı?” dedim. Bu, ondan isteyebileceğim son şeydi. Ölümün soğuk nefesi ensemdeyken, onun içine pişmanlık yerleştirmeden gitmek istiyordum.

Başını salladı, sonra gözlerini kısa bir anlığına kapattı. Zorla yutkundu; gırtlağındaki kaslar bile acıyla kasılıyordu. Bakışları yüreğindeki sevgiyi, umudu ve vedayı aynı anda haykırıyordu. Gözlerindeki o derinlikte, yaşamak istediğimiz ama yaşayamadığımız bütün anların gölgesi vardı. Hepsi, onun kirpiklerinin gölgesinde, bana son kez bakıyordu.

Ölüm fikrine teslim olmuş, kabul etmiştik. Fakat bu Allah düşmanlarına karşı boş boş durup ölmeyi beklemeyecektik. Masanın üzerindeki elime geçen metal maddeyi kavradığım gibi yakınımda duran adama fırlattım. Beklemediği bu hamle karşısında sendeleyip geriye düştü, ağzından çıkan küfürler havada yankılandı. Peşinden birkaç el silah sesi patladı, kulaklarımda çınladı.

Bedenim aniden ağırlaştı, güçsüzleşti, dizlerimin üzerine yığıldım. etraf kararıyordu. Selim’in korku dolu sesini işittim. “Yusra!” diye çığlık atarken, omuzlarımdan tuttu. Bir şeyler söylüyordu fakat duymuyordum.

Selim, öfkeyle kendine silah doğrultan adama yöneldi. Aralarında bir boğuşma başladı. O an, acıyla dolu bir ses duyuldu ve Selim yere yığıldı. Eline bulaşan kanlara baktı. Sonra bana. Gözlerini bana diktiğinde kalbim sızladı. Onun acısını, çaresizliğini içimde hissettim. Sendeleyerek yanıma doğru geldi, beni dizlerine yatırdı. Kanamamı durdurmak için önlüğünü yarama bastırdı çalıştı ama gücü yetmiyordu.

Adımı fısıldadı, tekrar tekrar. “Güçlü ol, dayan. Daha öğreteceğin çok şey var, öğrencilerin seni bekliyor. Daha kendi meleğimizi bile kucağımıza almadık...” Sesindeki yorgunluk, bitkinlik zamanla arttı, ama gözleri kararlılıkla hâlâ ışıldıyordu.

O bakış… O bakışta, yılların paylaştığı sırlar, sevgi ve umut vardı. Beni en iyi tanıyan adamın gözleri, bana veda eder gibi ama vazgeçmemem için de yalvarır gibiydi. Tek bakışından çok şey anladığım adamdı o benim, bunu da anlamıştım.

Bir an duraksadı, yorgun elleriyle elimden tuttu. Parmağındaki gümüş yüzük, gözümde Anakamın sıcak hatırasını canlandırdı. Acaba ben ondan önce ölürsem, parmağımdaki yüzük ne olurdu? Şimdi bu yüzük, bir yuvaya ve iki insana daha şahitlik etmişti. Hatta onlarca insana...

Selim’e baktım, açıp kapanan gözlerimle. Ölümün hiç beklenmedik bir anda geldiğini düşünüyordu belki o da, tıpkı benim gibi. İkimiz, zor nefesler alırken sessizce bunu kabul etmiş gibiydik.

“Herkes buraya toplanmadan gidelim hadi!’’ diye seslendi adam.

Onlar, elini kolunu sallayarak odayı terk ettiğinde, geride biz üç kişi kaldık. O an, içimde derin bir pişmanlık ve mahcubiyet belirdi. Rabbimin huzuruna nasıl çıkacaktım? Ömrümü gerçekten faydalı geçirebildim mi? Rabbimin huzuruna başım öne eğik çıkmamamızı istedim.

Elimi sıkıca tutan Selim’le acımızı paylaşıyorduk.

“Selim...” diye fısıldadım. “Canım çok yanıyor... A-artık dayanamıyorum.”

“Şehadet getirelim, Yusra. Be-beraber şehadet...”

O kelimeleri söylerken zihnimde bir ışık yanıp söndü; bugün bana yolladığı minik Şüheda’nın resmi... Şüheda, yani şehit. Bir işaret gibi.

Beraber şehadet getirdik.

Sonra ayak seslerini hayal meyal duyduğumu hatırlıyorum. Birileri gelmiş olmalıydı. Zaman yavaşlamıştı; her saniye hem ağır hem anlamlıydı. O an, hayatın ne kadar kırılgan, ne kadar kıymetli olduğunu kalbimin en derinlerinde hissettim.

Kaçıncı kez şehadet getirdiğimizi hatırlamıyordum. Fakat son kez şehadet getirdiğimde, Selim'in de son kez getirdiğine dair sarsılmaz bir inancım vardı. Belki de Rabbim, içime fısıldamıştı bunu, bir sezgi gibi, derin ve sessiz.

Hayat bu kadar kısaydı.

Hayat bu kadar ağırdı.

Ve biz, ahirette yeniden görüşmek üzere vedalaşmanın eşiğindeydik.

son kez şehadet getirdiğimde, Selim'in de son kez şehadet getirdiğine, ona olan sevgim gibi emindim, bana olan sevgisi gibi emindim, Allah'a olan bağlılığı gibi emindim.

O öyle bir adamdı ki “Bir gülün açısına devrim diyen” Peygamber'in izindeydi. Onun gibi, bir gülün açısına devrim demekteydi.

Şimdi bir adam gelse şehre, bir gülün açısına devrim diyebilse-k...

 

 

Bölüm : 28.07.2024 22:33 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...