4. Bölüm
Şeymanur / Uçurumlar İçinde / Gelse

Gelse

Şeymanur
sukunettekelimeler

“Seliim! Özkaan! Seliim!”
Nefes nefese, kantinden aldıkları tostları yavaş yavaş çiğneyen iki arkadaşımın yanına koşmuştum. Gözlerim endişeyle doluydu, kalbim deli gibi atıyordu.

“Ne oldu Yusra?”

“Yan sınıftaki çocuk var ya, hani en uzun boylu olan? O, kitap ödülünü ben kazandım diye beni dövecekmiş,” demiştim. Sesimde korku ve çaresizlik bir aradaydı.

“Kim söyledi sana bunu?” diyen Özkan'a “Onlar, o sınıfın kızları,” deyip koşuşturmaktan bozulan okul hırkamı düzeltmiştim.

“Bak, korkma korkma. Kimse bir şey yapamaz sana. Ne korkak çıktın sen de.”
Sinir bozucu Selim vermişti bu yanıtı. Ona dönüp homurdanmıştım:

“Tabi siz erkeksiniz, ben kızım. O çocuk da erkek! Hem de güçlü. Ben daha şişelerin kapağını zor açıyorum!”

“Kızsan kızsın. Sen kız olabilirsin ama biz erkeğiz, senin de dediğin gibi. Seni biz koruruz! Annem demişti ki Allah erkeklere sevdikleri kızları korusunlar diye güç ve görev vermiş. Dimi Özkan?!”

Özkan onaylarcasına kafasını sallamıştı.

“O zaman hep sizinle mi gezicem ben, Selim?” diye sormuştum.

“Ona da razı ol artık, korunmak istiyorsan!”

“Tamam tamam,”demiştim. Zaten çoğu zaman onlarla geziyorum sayılırdı.

O an hissettiğim karışık duygular hala hafızamdadır: Korku ve çaresizlik, ama aynı zamanda bir yerde güven ve aidiyet duygusu. Kalbimde birbirine zıt bu duygular dans ederken, kendimi yavaşça o küçük kız çocuğu olarak gördüm.

Her neyse, ben bu ikinci sınıf anıma nerden gelmiştim ki? Ah, hatırladım, korkudan.

O günden sonra hiç korkmamıştım. Selim'in bilmiş, özgüvenli ve pek kibar olmayan bir yolla da olsa içimi doldurduğu o güven beni hep gülümsetmişti. O, benim için bir sığınak, hem güçlü hem de bazen sert bir koruyucuydu.

Ama şimdi, yüreğim tamamen onunla doluyken, aynı zamanda onun benden, yüreğimden, hayatımdan ayrılacağını bilmek kalbimi paramparça ediyordu. İçimde büyüyen o eski güvenin yerini şimdi ince bir hüzün, tarifsiz bir boşluk aldı. Sanki, kalbime yerleşen o küçük umut ışığı, bir rüzgarla söndü. “Gidecek mi gerçekten? Beni geride bırakacak mı?” diye sorduğum her an, korku ve çaresizlik arasında savruluyordum. Her ne kadar kırılmış, ürkek ve yalnız olsam da, içimde bir parça hâlâ umut vardı; belki de o, geri dönecek, yitirdiğim o güveni yeniden inşa edecekti.

Birinci sınıfta beni ilk kez oyuna alan tayfa Selim ve Özkan'dı. Asya’yla beraber beni savaş oyunlarının ortasına “Siz hemşire olun” diye çekelemişlerdi. Öyle heyecanlı ve mutluydum ki! O gün, yüreğim pır pır ediyordu; bahçeye boş boş bakmak yerine, o neşeli çocukların arasına karışmıştım ilk kez. İçimde tarifsiz bir ait olma duygusu yükseliyordu; sanki dünya bir anda daha sıcak, daha samimi bir yer olmuştu.

O anlarda bana dünyaları veren, ait hissettiren, yalnızlığımı paylaşan, sırtımı dayadığım Selim, şimdi beni yalnızlık duygusunun kollarına iteliyordu. Beni bir çok kez koruyan ve güven veren birinin ruhumu yavaş yavaş yaralayacağını düşünmezdim. O çocukluk anılarındaki sıcaklık yerini neden buz gibi soğuk bir mesafeye bırakıyordu? İçimde bir sızı vardı; hem özlem hem de korku karışımı. Özlem, geçmişte kaybettiğim o güven dolu anlara; korku ise gelecekte yaşayacağım yalnızlığa dairdi.

Bazen gözlerimi kapatıp, o eski günlerin sıcaklığını hatırlıyor, o küçük kızın gülüşünü düşünüyor, hıçkırıklarımı tutmaya çalışıyordum. Kalbimdeki bu çelişki, en derin yaramdı; çünkü sevgi ve kırgınlık, birbirine dokunan iki zıt uçtu ve ben bu ikisi arasında sıkışıp kalmıştım.

Keşke zamanı geri alabilseydim, o masum günlere, çocukluğumuza dönebilseydim.

Gözümden usulca süzülen bir damla yaşa dokunmadım. Çünkü artık biliyordum, bu hayatın rüzgarları ne yöne savurursa savursun, onu yaşayacaktım. Eğer suratıma konuk olmak istiyorsa, buyursun, kalabilirdi. Çünkü ben, kendimi olduğu gibi kabullenmeyi öğrenmiştim artık.

Parkta oynayan çocuklara baktım. Renkli giysileri, kahkahaları ve şen sesleriyle dolduruyorlardı etrafı. Küçük eller, savrulan salıncaklar, topun peşinde koşturan minicik ayaklar… Her biri, hayatın saf ve temiz yüzünü yansıtıyordu.

Kaldırıma oturmuştum, eskileri yâd ediyordum. Betonun nemli soğuğu bacaklarımın altından bedenime yayılıyordu ama umurumda değildi. Gözlerim uzaklara dalmıştı; oynayan çocuklar sayesinde geçmişin sisli sokaklarına yelken açmıştım.

Yanımda bir soluk alındığını hissettim. Bir çift spor ayakkabının hemen yanımda belirdiğini görünce başımı kaldırdım hemen. Selim mi? Gerçekten mi?

Yutkundum. Nefesim, boğazıma düğümlenmişti. Onu tekrar görmek, hem kalbimi ısıtıyor hem de yaralarını yeniden açıyordu. Uzun zamandır özlemini çektiğim, kalbimin derinliklerinde sakladığım o his bir anda alevlendi; gözlerimin önünde beliren siluetle birlikte kalbim tekrar tekrar “işte o” diye çarptı. Ama aynı anda, derinlerde bir yerlerde kırgınlık da kıpırdanıyordu. Bu, yılların getirdiği bekleyişin ve yaşanamayan anların acı tadıydı.

O da parkın içine bakıyordu, tıpkı az önce benim yaptığım gibi. Omuzları biraz düşük, nefes alışverişi ağırdı. Gözleri, bir süreliğine çocukların koşuşturmasına takılı kaldı. Sonra, yavaşça bana döndü. Bir yanımda “Gitme” diyen kalbimin çaresiz çırpınışı, diğer yanda kırgınlığın sessiz ve keskin sızılarını duyumsuyordum.

Kızarık gözlerime baktı. Sesi yumuşak, endişeli ve anlam doluydu.

“Bu yağmur da neyin nesi?”

İçinde kırgınlık ve biraz da çaresizlik barındıran bir sesle “Gözlerim bulutlanmış” dedim, başımı yana çevirirken.

Bu sözler, çocukluğumuzdaki o masum ve neşeli anıya, parkta oynarken aniden bastıran yağmura dair küçük bir hatıraya götürdü beni. O zamanlar ben “Gökyüzü bulutlanmış!” diye cevap vermiştim, gülerek ve umutla.

Bu kez mecaz konuşuyorduk, anlamıştım. Kelimelerimizin ardında çok daha derin anlamlar vardı.

“Havalar kötü yani?”

“İyi gibi mi görünüyor?” derken sesim siteme bulanmıştı. Az önceki gözyaşlarımı rahat bırakma kararımı geri çekerek yanaklarımdaki yaşları koluma sildim. Ruhumun üzerindeki o ağır, gri bulutlar, Selim’in gözlerine yansıyordu. Ve ben, hem sevilmenin hem de kırılmanın ağırlığını aynı anda taşıyordum.

“Şemsiye tutsan?”

Biraz soğuk bi sesle “Şemsiye başkalarının elinde,” diye cevapladım.

“Kimdeyse vermesi için yardımcı olsam?”

Gitmeden önce bir iyilik yapayım da vicdanım rahat olsun diye düşündü herhalde!

Bu yaklaşımı beni daha da kızdırıyordu; neden şimdi iyi davranıyordu? Neden hâlâ böyle düşünceliydi? Gitmek üzereydi ama hâlâ aklında ben vardım. Bu beni hem incitiyor hem de öfkelendiriyordu.

Ayağa kalktım. Üzerimde biriken tozları hafifçe silkeleyerek, “Şemsiye sende Selim! Seninle beraber uzaklara gidiyor!” dedim ve uzaklaştım oradan.

Bu söz, ilk defa açıkça ortaya çıkan bir itiraf gibiydi aslında. Sessizce “Derdime, hüznüme çarem sensin,” diyordum. “Sen gittiğin için şu an böyleyim,” diyordum.

Adımlarım ağırlaşırken, içimde buruk bir sıcaklık yayıldı. Uzun zamandır kurduğumuz en uzun diyalog bu olmuştu belki de. Konuşmalarımızın azlığı, söyleyemediklerimizin büyüklüğünü saklıyordu.

Bölüm : 28.07.2024 22:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...