

"Ben senin dediğini yaptım, feracem de yazmam da üstümde. Sıra sende, de bakayım kim gelecek?"
İçimde bir merak vardı. O sırada kapı çaldı. "Aha şimdu göreceğsun," dedi Anaka'm. Gülümseyip gitmemi işaret etti.
Kapıyı açtığımda karşımda Selim ve Özkan'ın tayfasını gördüm. Yüzümde istemsiz bir tebessüm belirdi, içten bir "Hoş geldiniz," ile onları içeri buyur ettim. Annem ve babam da kapıda onları karşılamıştı. Yüzlerinde memnuniyet ve sıcaklık vardı.
Hayır yani, Anaka'm bana öyle geçenlerde yeni aldığı hediye feraceyi giydirince, ben de kim gelecek diye merak etmiştim. Her zamanki bizim tayfaydı işte. Tanıdık yüzler
Özkan, Selim'in önünden çıktığında ikisinin de ellerinde fırın tepsisi tuttuklarını fark ettim. Allah Allah neydi bu şimdi?
Onlara "Hoş geldiniz," dediğim sırada Selim, içeriye adım attı. "Hoş bulduk."
Özkan ise ayakkabılarını çıkaramadığı için kapıda kalakalmıştı. Hemen yanına gidip, "Ben alayım onu istersen," dedim. Bunu bekliyormuş gibi hemen tepsiyi bana uzattı. Ayakkabılarını çıkartmak için çömeldi.
Babam, misafirlerin yanına doğru adım atarken, ben de tepsiyi alıp mutfağa doğru yöneldim. Üzerindeki örtüyü araladığımda, içindeki kakaolu pastaların kahverengi tonları gözlerimde kalp işaretleri yarattı. İçimi sıcacık bir mutluluk kapladı; evde olmanın, aileyle ve dostlarla olmanın verdiği huzurdu bu.
Fakat sonra, "Pastayı neden getirmişler ki?" diye düşündüm kendi kendime. Zaten çayın yanında ben bir şeyler hazırlamayı planlamıştım.
O an, evin içi hem sıcak hem hareketliydi. Sesler şimdiden kulağıma doluşuyordu.
Kendi kendime dalmışken, aniden duyduğum o tanıdık sesle irkildim:
"Bence asıl buna bayılacaksın."
Kalbim heyecanla çarptı; ses Selim'e aitti. Gözlerim ona döndü; elinde taşıdığı tepsiyi masanın üzerine koydu ve örtüyü kaldırdığında, mis gibi taptaze patatesli börek kokusu mutfağı doldurdu. Gerçekten bayılacaktım şimdi.
"Ayy, en sevdiğim!" dedim sevinçle. Selim'in gülüşünü işittim. Ona döndüğümde göz göze geldik. O an, sanki kalbimize sıcak bir ateş doldu. Bakışlarındaki sıcaklık, uzun zamandır beklediğim samimiyeti taşıyordu. Yüreğimde bir kıpırtı nüksetti.
O sırada Anaka'mın sesini duyunca iç dünyamdan sıyrıldım. İkimiz birden kapıya döndük.
"Selim'im, haydi haberuni bekliyorum ki ona göre gidip babana diyeyum."
Babaanne neşeli ama kararlıydı; sesinde hem bir heyecan hem de gizli bir anlam vardı.
"Ne haberi, babaanne?" diye sordum merakla.
Cevap vermeden mutfağın köşesindeki masaya oturdu. "Ben şöyle şurada oturayrum, siz konuşun."
Bakışlarımı Selim'e çevirdim. Neler dönüyordu burada?
Selim, bana doğru bir adım attı, elini kaldırdı ve avucunu açtı. Gözlerim hemen Anaka'mın yüzüğüne takıldı. O yüzük, yıllardır anlamını bildiğim yüzük, şimdi burada, onun avucundaydı.
Gözlerimi yüzükten çekip Selim'e çevirdim. Yüzündeki o hassas, içten ifadeyi görür görmez kalbim hızla çarpmaya başladı.
"Yusra, gözlerin hâlâ bulutlanıyorsa, seninle şemsiyemi paylaşmak istiyorum."
Duyduklarım sebebiyle nefesim kesildi. Bir yandan şaşkındım, bir yandan umutla dolmuştum. Bu nasıl bir coşkudur Allah'ım...
Bakışlarım yüzük, Selim, sonra Anaka'm ve yine yüzük arasında gidip geldi. Her detay içime işliyordu.
Selim devam etti:
"Âniden gelişti her şey. Çiçek, çikolata falan almaya merkeze bile gidemedim. Ama ikisi de borcum olsun. Nuriye nine de bu yüzükle karşına çıkmamı istedi. Yüzüğün hikayesini dinledim; bundan daha anlamlı ve maneviyatlısını bulamazdım. Kabul edersen, dünyada ve ahirette helalim olan, imanımın yarısı hükmüne geçecek kadının sen olmasını istiyorum."
Gözlerim doldu, boğazım düğümlendi. Yıllardır beklediğim bir vuslat anına, beklemediğim bir anda rastlamıştım. Kalbim minnetle, şükürle, sevinçle doluydu. Bahar gelmişti adeta.
Derin bir nefes aldım. Gözyaşlarımı zarifçe silerken, içimde gül rengi bir sevda çiçeği açıyordu. Kabul ettim; hayatımızın yeni hikâyesinin ilk sayfasını.
Elimi usulca Selim'in avcunun biraz altına kaldırdım. Yüzük, onun avcundan benim avcuma geçti. Onu parmağıma takarken ruhuma tarifsiz bir huzur dalgası yayıldı.
"Yusra, gözlerin bulutlanmış."
"Olsun, şemsiyemiz var," dedim. Dudaklarımda umut dolu bir tebessüm belirdi.
Selim, bana anlam dolu, sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Bu anların inşasında payı büyük olan büyük babaanneme doğru gittim ve ona sıkıca sarıldım.
Az sonra Selim erkeklerin oturduğu odaya biz de içeriye geçtik. Herkesin bundan haberdar olduğunu düşünüp utanıyordum. Yüzlerine bakmaya çekiniyordum. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi hızlı atıyordu.
Anaka'm odayı terk etti, kısa bir süre sonra yeniden içeri girip bana kahve yapmamı söyledi. O an evin havasında bir gariplik vardı; annemin yüzü gergindi, Perihan teyze ise biraz neşesizdi ama buna rağmen yüzlerinden tebessüm eksik olmuyordu. Herkes bir yandan mutluluğu yaşarken, diğer yandan belirsiz bir heyecan ve tedirginlik taşıyordu.
Kalbim, içinde bulunduğumuz bu anın ağırlığını, güzelliğini ve hassaslığını derin derin hissediyordu. Yeni bir yolun eşiğindeydik; bilinmezliklerle dolu ama umut dolu bir yol. Ve ben, o an kendimi hem korkak hem de cesur hissettim; sevgiyle, bekleyişle, yaşanacaklarla dolu.
Kahveleri hazırladım ve ikram ettim. Fincanlar boşalmıştı. Fakat sonrası bir karmaşaydı. İçerideki sohbet, adeta bir dalga gibi gidip geliyor, kimi zaman yükseliyor kimi zaman duruluyordu. Annem "Ben kızımı uzaklara göndermem" havasındaydı. Perihan teyze, kalbinde bana karşı özel bir yer beslese de annemin kaygılarına hak veriyor, dengede kalmaya çalışıyordu.
Cihan amca arabulucu gibiydi; iki tarafı da ikna etmeye çalışan sabırlı bir sesle, "İstiyorlarsa evlensinler," diyordu. Babam ise düşünceli, biraz hüzünlüydü. "Selim burada kalsa gözümü kırpmadan verirdim kızımı ama..." diyerek sözlerini yarıda bırakıyordu. Ama'dan sonrası mühimdi.
Benim kafam adeta bir sis bulutuna teslim olmuştu; kelimeler bulanıyor, duygular iç içe geçiyor, beynim ağırlaşıyordu. Ailem ne kadar sevgi dolu ve düşünceli olsa da, karar sürecinde benim varlığım neredeyse yok gibiydi. Kendi hislerim, dileklerim, endişelerim hiç sorulmamıştı.
Ta ki büyük babaanem, sessizce ama kararlı bir sesle herkesi susturana dek. O an odadaki tüm gözler ona döndü. Yüzündeki çizgiler, yaşadığı uzun yılların ve gördüğü zorlukların hikâyesini anlatıyordu. Sesindeki sertlik ve içtenlik ise sözüne ağırlık katıyordu.
"Bana bakun, ben sizun goruşlerinuzle ilgilenmeyrum. "Evlenecek olan çocuklardur, karar onlarundur."
Sözleri adeta evin dört bir yanına yayıldı. Selim'in ve benim kararımız kesindi.
"Selim oğlum Yusra'yı, Yusra da Selim oğlumla gitmeyi kabul ettu. O zaman bu iş tamamdur!"
"Ama Anaka, ben kızımı o kadar uzaklara nasıl yollayayım?" diye itiraz eden babama dönüp, yüzünde kararlı bir ifade ile konuşmaya devam etti: "Oğlim sen da karinu aynu mahalleden almadun. Gonya'dan aldun."
Babam bu konuda itiraz edemedi. Anaka'm devam etti: "Hem Selim'in kendinden önce Yusra'yı düşüneceğini bileyrum ben. Erkekler hanımlarınu kollayup gözetmekle yükümlidur, Selim oğlum bunu bilur."
Büyük babaanemin bu kararlı duruşu, içinde bulunduğumuz bu çalkantılı sürece bir umut ışığı, bir güven limanı oldu.
Selim, babaanemin sözlerinin ardından derin bir nefes aldı. Gözlerinde hem bir rahatlama hem de yeni bir kararlılık vardı. Herkesin dikkatlice kendisine baktığını hissettiğinde, cesurca öne doğru bir adım attı ve sessizliği bozdu. Aesi hem saygı hem de içtenlikle doluydu.
"Yusra benim için hayatımı paylaşmak istediğim en değerli insan. Onu korumak, yanında olmak benim en büyük sorumluluğum. Uzaklık ya da zorluk fark etmez; elimden gelen her şeyi yapacağıma söz veriyorum."
Bakışlarını önce babama, sonra anneme çevirdi, yumuşak ama kararlı bir sesle devam etti: "Bu karar bizim. Sizlerin duası, desteği benim için çok kıymetli. Ama en çok da Yusra'nın mutluluğu benim için önemli. Onun yanında olmak, onun elini tutmak istiyorum."
Sözleri odada hafif bir sükunet yarattı; herkes onun samimiyetinden ve cesaretinden etkilenmişti. Babaanemin yüzünde onaylayan bir tebessüm belirdi. O an, Selim'in bu adımı, ailedeki herkesin içini bir parça daha rahatlattı; belirsizliklerin yerini umut ve güven almaya başladı. Yüreğimde hafif bir sevinç çiçeği açtı, cesaretimizin karşılığını görmek, geleceğe dair korkularımı biraz olsun dindirdi.
Özkan lafı devraldı, kırgınlıkları yumuşatan bir tebessümle, biraz da alaycı ama içten bir sesle konuştu. (Allah sevdiğine kavuştursun haberci-gazeteci kardeşimi, gerçi bildiğim kadarıyla şu an öyle biri yok.) O an odada herkesin gözleri Özkan'ın üzerinde toplanmıştı.
"Nuriye ninem doğru söylüyor. Selim küçüklüğümüzden beri Yusra'ya kimseyi dokundurtmadı, şimdi de elinden geleni yapacaktır. Hem, bizler takdir-i ezel'e teslim olmuş insanlarız, çok şükür. Başa bir şey gelecekse, ne zamansa o zaman gelir. Nerede olduğumuzun önemi yok. Burada da olur, orada da..."
Sözleri, kadere ve hayata dair olgun bir teslimiyet içeriyordu.
Onun Ardından Sadullah amca konuştu. Son cümlelerini de babama hitaben kurmuştu.
"Hem bakın, birbirini seven iki insanı ayırırsanız, günahtır. İkisi de ölene dek başınıza bekar kalır. Ona göre..."
Anaka'm başını salladı. "Heh, bak ne güzel dedular, habu ikisini nikahlayacağınız yarın. Öbür güne gitmeler gerek, ona göre."
Gözlerim büyüklerin üzerinde geziniyordu; herkesin yüzünde farklı ifadeler vardı. Babam, ağır adımlarla Selim'in yanına doğru yürüdü. Karşısında durup onu uzun uzun, sessizce süzdü. Gözlerini Selim'den ayırmadan bakmaya devam etti. Ben ise içimden "Allah Allah, baba ne bakıp duruyorsun öyle?" diye geçirirken, yüzümün kızardığını hissettim.
Tam o anda babaanem yalan yere hafifçe öksürdü ve babamın bakışları aniden bana döndü. O utanç verici an yüzünden gözlerimi kaçırıp yere bakmaya başladım. Fakat az sonra, hiçbir şey kaçırmamak için tekrar gizlice gözlerimi ona çevirdim.
Babam, Selim'in omzuna ağır ve sıcak bir şekilde elini koydu. "Kızımı sık sık ziyarete getirmezsen bozuşuruz oğlum," dedi yarı ciddi yarı şakacı bir sesle. Ardından elini uzatıp Selim'in elini öpmesi için teşvik etti.
O anda içimde yumuşak bir sıcaklık yayıldı. Babamın bu hareketi, onayının ve desteğinin sessiz ama kesin bir göstergesiydi. Selim'in de gözlerinde bir rahatlama, bir minnettarlık belirmişti. Uzanıp babamın elini öptü. Ben, utangaç ama umut dolu bir tebessümle, hayallerimin yavaş yavaş gerçek olmaya başladığını hissettim.
⏰⏳⌛⏰
Allah'ım... O anki utancımın tarifi yoktu. Yanaklarımın kızardığını, boynuma kadar sıcak bir ateşin yürüdüğünü hissediyordum. Öte yandan, bunlar hayatın içinde olan, olması gereken şeylerdi. Nikah kıyılmıştı artık. Bundan sonra Cihan amca ve Perihan teyze, resmen benim anne babamdı. Buket de görümcem. Düşününce, "Tam görümcelik yapar bu kız" diye geçirdim içimden. Çünkü beni hiç sevmezdi. Hep, en yakın arkadaşı Aysu'yla abisinin arasını yapma çabasındaydı. İyi ki yakında veya aynı evde yaşamayacaktık. Benle çok uğraşamazdı. Öyle olmasa bile, Selim için dayanırdım elbet. Hem zaten Selim beni asla kendi başıma bırakmaz, her zaman yanımda olurdu. Onların beni üzmesine izin vermezdi.
Evet, yakında yaşamayacaktık... Bu gerçeği yeni yeni kabullenmeye başlamıştım. Ama ne zaman aklıma gelse, ailemden ayrılacak olmanın hüznüyle gözlerim doluyordu. Hele Anaka'm... Onsuzluk fikri kalbime ağır geliyordu. Ben yokken, kim ona benim kadar bakabilirdi ki? Arkada bana ihtiyaç duyan birini bırakıyormuş gibi bir sızı vardı içimde. Özleyecektim onu, çok özleyecektim.
Bir de mahalledeki çocuklar vardı. Atanamadığım için boş durmayıp onlara kursta ders veriyordum. Her birinin yaramazlığı, gülüşü, masum soruları... Onları da özleyecektim.
Ama bütün bu duyguların ortasında, kalbimde güçlü bir şükür vardı. Rabbime defalarca hamd ediyordum; harama bulaşmadan, tertemiz bir şekilde, hayırlısıyla ve sevdiğim adamla O'nun katında evlenmeyi nasip ettiği için. Bu, hayatımın en büyük nimeti ve en kıymetli hediyesiydi.
İçim hem buruktu hem de umut doluydu; bir yanım ayrılıkların acısını taşırken, diğer yanım yeni bir hayatın tatlı heyecanını yaşıyordu.
Nikâhın ardından imam amca vedalaşıp gitmişti. Biz de, iki tarafın aileleri olarak, sessizce evlerimize dağılmıştık. O gece için hazırlamamız gereken bavullar vardı; her şey biraz aceleye gelmişti. Ama itiraf etmeliyim ki, o saatten sonra Selim'in yüzüne bakmak bambaşka bir mesele olmuştu benim için. İçimde yeni bir heyecan, tuhaf bir çekingenlik... Sanki bir bakışta, bütün kalbim açığa çıkacakmış gibi hissediyordum.
Bavul işini bitirdikten sonra, gece yola çıkacağımız için biraz uyumaya çalıştım. Ama ; gözlerimi kapatınca zihnimde Selim'in gülüşü, gözleri, o nikâh anındaki sesi dönüp duruyordu. Uyanınca, bir süre daha ailemin yanında oturdum. Her zamanki gibi sıradan görünen o sohbetler, o kahkahalar, o çayın kokusu... Hepsi, birazdan hatıralarımın içine yerleşecek kıymetli parçalardı.
İnsan, ailesini elbette özlerdi. Hele anne baba... Onların yeri bir başka olurdu. Bir de benim dedem, büyük babanem vardı. Onların varlığı da çok kıymetliydi. Düşündükçe, içime tatlı bir hüzün yerleşiyordu.
Ve şimdi Selim de ailemdi. Bu gerçeği kalbime yerleştirmek kolay değildi. Bir yanım hâlâ şaşkın, hâlâ alışmaya çalışan bir çocuk gibiydi; diğer yanım ise mutluluk ve şükürle doluydu. Hayat, bir günde bambaşka bir yola girmişti ve ben, bu yolda adımlarımı dikkatle atıyordum.
Gitme vakti geldiğinde, eşyaları arabanın bagajına ve arka koltuklara yerleştirmek düşündüğüm kadar zor olmadı. Zaten Selim, ilk gidişinde kendi götüreceklerinin çoğunu çoktan götürmüştü. Anaka'mın özenle hazırladığı turşular, Perihan teyzenin mis kokulu salçaları, annemin elleriyle yaptığı acıka, kompostolar... Hepsi kavanozlar ve bidonlar içinde itinayla dizildi.
Biraz gözyaşı ve hüzünlü bir veda bu kez ikimizin birden ardını sulamıştı. Yola çıkmıştık.
Yola çıktığımızda, Selim'le aynı arabada yalnız kalmak bambaşka hissettiriyordu. Hatta, bir yanım gergindi. Birbirimize alışmamız gerekiyordu, ama bu alışma sürecinin nasıl olabileceğini de tahmin edemiyordum. Nabzım güm güm atıyordu. Yaklaşık yarım saat geçince, bu telaşlı tempo yavaş yavaş sakinledi. Camdan dışarıyı seyrediyor, yolun kıvrımlarına ve gökyüzünün tonlarına dalıyor, arada bir de Selim'e göz ucuyla bakıyordum.
Bir saat kadar sessizce yol aldıktan sonra, Selim derin bir nefes çekti. Yol boşalmış gibiydi; ayağını biraz daha gaza bastı.
"İstersen sen uyu biraz, Yusra. Yol uzun."
Sesiyle birlikte hemen başımı ona çevirdim, kelimeler ağzımdan telaşla döküldü. Biraz sakinleşmem gerektiğini fark ettim.
"Hı? Yok yok, ben gündüz biraz uyudum. Şimdi uyumayayım... Hem senin uykun falan gelirse sonra..."
Cümlemi henüz bitiremeden Selim güldü.
"Tamam öyleyse," dedi. Birkaç saniye bana baktı, sonra yeniden yola dikkatini verdi.
O gülüş... Görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu. Gülünce gözleri kısılıyor, dudaklarının kenarında tanıdık bir sıcaklık beliriyordu. O an, içimdeki bütün gerginlik bir anlığına eridi. Yüreğim nehir gibi çağladı.
Artık rahatça bakabileceğimi hissettim. Onun yüzünü, mimiklerini, bakışlarındaki o güveni saklanmadan seyredebilirdim. Yan yana, tek bir arabanın içinde, aynı yöne giden iki yolcu değil; artık birbirinin yoluna karışmış iki hayat olduğumuzu, bu yolda bana eşlik edecek kişinin o olduğunu yeniden hissettim. Gülüşü, sadece dudaklarının değil, kalbimin de kapılarını açmıştı. İçimde bir yer, "Tamam... Artık burası evin," diyordu.
Bu düşüncelerle dalıp gitmiş, camdan dışarıya bakmayı sürdürmüştüm. Yol kenarındaki nesneler, ara sıra gökyüzünden süzülen yıldızlar gibi kısa bir an parlayıp geçiyordu. Gözlerim ağırlaşmış, yolda akıp giden manzaralar birbirine karışmaya başlamıştı. Farkına bile varmadan mayışmışım.
Üzerime bir ağırlığın serildiğini hissettiğimde gözlerimi araladım. Anlaşılan uyumayacağım deyip uyuyakalmıştım. Gözlerim, yanı başımda bir hareketle karşılaştı; Selim'in eli... Neyse ki başım ona dönük değildi de, gözümü açar açmaz yüzünü görmemiştim. Yoksa o anki heyecan beni bayıltabilirdi.
"Uyandırdım mı?" diye sordu sakince. "Hava serinledi, üşürsün diye üzerine bir şey örteyim demiştim..."
Başımı salladım, dudaklarımda istemsiz bir tebessüm belirdi.
"Yok, sorun değil. Teşekkür ederim," dedim, minnetle. Küçük gibi görünen ama insanın içine işleyen o ince düşüncesi, beni üzerime örttüğü hırkadan daha çok ısıtmıştı.
Gözüm, gösterge panelindeki saate kaydı: 2.40. Demek ki neredeyse üç saattir yoldaydık. Farkında olmadan bir saat kadar uyumuşum. Arabanın artık ilerlemediğini, motorun hafif uğultusunun yerini gece sessizliğine bıraktığını o an fark ettim. Etrafa baktım; dışarıda loş ışıklar, esen rüzgârın savurduğu ağaç gölgeleri vardı.
Selim "Biraz yoruldum da, dinlenmek için kenara çektim," diye açıkladı, direksiyondan ellerini çekip geriye yaslanırken.
İçimden, 'İstersen arkaya uzan biraz, kendini toparlarsın' demek geçti. Fakat gözüm hemen arka koltuklara kaydı; üzerleri eşyalarla doluydu. O an, bunun mümkün olmadığını fark ettim. Ama böyle de olmazdı ki... Onca yolu tek başına, uykusuz gitmek kolay değildi. Üstelik ben de bu yollarda direksiyon başına geçmeye cesaret edemezdim. Acemi bir şofördüm.
"Koltuğu yatıralım, uzan biraz. Olur mu?" dedim, hem endişemi hem de ona duyduğum şefkati saklayamadan.
Selim gülümsedi. "Yok yok. Devam edelim yola en iyisi. Henüz pek uykum gelmemişken ne kadar gidersek kârdır."
Söyledikleri mantıklıydı ama içimde yine de bir tedirginlik vardı. Fakat ona güvenip ısrar etmedim. "Tamam o zaman," dedim, teslimiyetle. Kendi hâlini daha iyi bilirdi. Üstelik bu yolu daha önce de gitmişti.
Selim, anahtarı yeniden çevirdi, motorun sesi gece sessizliğini doldurdu. Farlar, önümüzdeki karanlığı yavaş yavaş yararak yol açarken, ben fark ettirmeden üzerime bıraktığı hırkaya sarıldım. Üzerine sinen kokusu yüreğime işliyormuş gibi hissettirdi.
Yaklaşık bir saat daha yol aldıktan sonra Selim, arabayı bir benzin istasyonunun önüne çekti. Motorun sesi kesildiğinde, gece sessizliği tekrar etrafımızı sardı. O, arabadan inip tekerleklerin havasını kontrol etmeye koyuldu; ben ise hâlâ içeride oturuyordum.
Az sonra kapım açıldı. Selim, bana doğru hafifçe eğildi. "Hadi gel, bir şeyler atıştıralım." Sonra kapının önünden çekilerek bana geçecek alan bıraktı.
Telefonumu alıp feracemin cebine sıkıştırdım. Arabadan iner inmez, gece rüzgârı üzerime çarptı. İnce, keskin bir serinlik... İster istemez ürperdim. Yol boyunca üzerimde duran hırkayı yeniden aldım; nasılsa boldu, feracemin üzerine geçirdim. Nasıl göründüğümün pek önemi yoktu. Şu an tek mesele, rüzgârın iliklerime işlememesi idi.
Benzinliğin hemen yanında küçük bir dinlenme tesisi vardı. Cam kapısından içeri adım attığımızda, sıcak hava yüzümüze çarptı, çayın buğusu ve kızarmış ekmek kokusu burnuma doldu. Selim'le birlikte tezgâhtan birkaç kahvaltılık şey ve çay aldık, sonra pencere kenarındaki boş bir masaya oturduk.
Bir süre sessizce yedik. Selim, çayından bir yudum aldıktan sonra lafa girdi. "Buradaki okulların öğretmene ihtiyacı varmış," dedi. "Çalışmak istersen, bu işin hallolması muhtemel."
Gözlerim kısa süreliğine tabağımdaki zeytinlere kaydı, sonra başımı kaldırıp ona baktım. "Mesleğimi yapmak isterim, tabiki."
O an Selim'in bakışlarında en ufak bir tereddüt görmedim. Tabii ki itiraz etmedi—bu konuda hep destekçiydi.
Ama ben, çatalımı kenara koyup sözlerime bir ekleme daha yaptım: "Eğer bir şeylere engel olursa, bırakırım çalışmayı." Sesim biraz daha yavaşlamış, sanki kendi içime dönmüştü. "Sonuçta... bir kadının ilk görevi evidir. Sorumluluklarımı, seni ihmal edecek olmayı önce ben istemem."
Sözlerimle birlikte masanın üzerinde duran çay bardağındaki buğu yükselip dağıldı. Selim'in bakışları yumuşadı, belki de söylediklerimin ağırlığını hissetmişti. O an, sadece birbirimize değil, aynı zamanda ortak bir geleceğe dair sessiz bir anlaşmaya da sahip olduğumuzu biliyordum.
Biraz daha konuştuk. Selim bana mahallemizden, yaşayacağımız bölgeden bahsetti. Çaylarımızın son yudumunu da bitirdik. O hesabı öderken ben masada oyalanmış, gözüm dalgınca pencerenin ötesine takılmıştım.
Dışarıya adım attığımızda başımı kaldırdım; gökyüzünde incecik, yarımay şeklinde bir ay asılıydı. Birkaç yıldız, gecenin karanlığında ısrarla parıldıyordu. Geldiğimiz tarafta deniz vardı; uzaklarda bir köprü. Işıkları suya yansıyor, dalgaların oynamasıyla ışıklar kırılıp dans ediyordu.
"İstersen arabaya binmeden önce biraz hava alalım," dedi Selim.
"Olur," dedim hemen, çünkü onun adımlarını köprünün göründüğü yöne çevirdiğini görünce içimde küçük bir sevinç kıvılcımı çaktı. Manzarayı daha yakından görmek istiyordum.
Söze gerek duymadan yürüdük, ta ki yürüyebileceğimiz son noktaya varana kadar. Bir süre sadece manzaraya baktık.
"İşini seviyorsun," dedi Selim, gözlerini manzaradan ayırmadan. Sanırım bunu düşünüyordu ki dile getirmişti.
Başımı salladım. "Henüz pek yapamasam da, evet."
Ardından ona döndüm. "Sen de seviyorsun mesleğini. Zaten başkaları istedi diye değil, kendi isteğinle doktor oldun. Küçükken de 'doktor olacağım' derdin."
Bakışlarımı suya vuran titrek yansımadan çekip ona çevirdim. "Sahi, sende pek doktor havası yoktu küçükken. Neden doktor olmak istedin?"
O daha cevap vermeden sözler yine ağzımdan dökülüverdi. "Bir keresinde 'İnsanlara yardım etmeyi seviyorum' demiştin. Tamam, hatırladım."
Ard arda konuşup durduğumu fark ettim. Onun bana bakışında bir şaşkınlık ve gariplik vardı. İçimde utangaç bir kıpırtı belirdi. Omuzlarımı hafifçe içeri çektim, hırkanın kollarıyla oynadım ve neredeyse parmak uçlarıma dek uzattım. O an, hem soğuktan hem de bakışlarının üzerimdeki ağırlığından korunur gibi hırkaya biraz daha sarıldım.
Selim, "Bu yüzden mi doktor olduğumu sanıyorsun?" dediğinde, suçunu itiraf eden bir çocuk gibi başımı salladım. Sanki yanlış bir şey söylemişim gibi hissettiriyordu. Zaten onun normal bakışlarına bile alışkın değildim; bu seferkinde ise başka bir şey vardı; daha derin, daha ağır bir şey.
"Yusra, ben—" diye başladı, sonra bir an sustu. O küçücük duraklama, kalbimde kocaman bir boşluk gibi yankılandı. Ardından, yönünü tamamen bana çevirip gözlerimin içine baktı. Sesindeki kararlılık ve samimiyet, soğuk havada üzerime bırakılmış sıcak bir örtü gibiydi.
"Ben senin için doktor olmak istemiştim. Senin için doktor oldum. Yoksa hastaneler bana iyi gelen yerler değildi. Belki de bu mesleği hiç düşünmezdim."
O an, dudaklarım aralandı ama söyleyecek bir kelime bulamadım. Cümleleri, kulaklarımda yankılanarak kalbime kadar indi. İçimde öyle güçlü bir his yayıldı ki, ayazın içinde durduğumuzu tamamen unuttum. Benim için...
"Ama neden? Neden benim için?" diye sordum, sesim ince ve merakla titreyerek.
"Baş ağrılarına engel olabilmek için."
Ah tabii ya. Baş ağrılarım. Çocukluğumdan beri çektiğim, gecelerimi uykusuz, gündüzlerimi mahmur bırakan o ağrılar...
Onun hayatının yönünü buna göre değiştirmesi gerçeği şimşek gibi zihnimde çaktı. Gözlerim buğulandı. Başımı eğip, kolları neredeyse parmak uçlarımı örten hırkanın içine saklandım. Sanki hırkanın kumaşı değil, onun bu sözleri sarıyordu beni; üşümemi değil, yüreğimin titremesini durdurmaya çalışıyordu.
Bakışlarında fark edilir bir değişim oldu. Sanki yıllardır sakladığı, kimselere söylemediği bir sırrı nihayet açığa çıkarıyormuş gibi konuşmaya başladı.
"Çocukken, sen öyle ağladığında, neden kimse sana iyi gelecek bir ilaç vermiyor, neden büyükler ya da doktorlar bir şey yapamıyor diye herkese içten içe kızardım. Sessizce suçlardım."
Sözleri, geçmişin tozlu kutularını açar gibi ağır ağır dökülüyordu. Sesinde, hâlâ çocukluğunun kırgınlığı saklıydı.
"Biraz büyüyünce doktorların, sorunu bulamadıkları için tedavi sunamadıklarını anladım. Ama bu bile hiçbir şeyi değiştirmedi. Bulamadıkları için suçlamaya devam ettim. Sonra lise döneminde, sen odanda, ağrıya dayanamayıp, yine de biz duymayalım diye bağırmanı bastırmaya çalışırken... O an acizliğimi hissettim. Sen acı çekiyordun, ben hiçbir şey yapamıyordum."
Yüreğim, onun bu sözleriyle ağır ağır sıkıştı. Meğer haberim olmadığı zamanlarda bile, benim acımı omuzlarında taşımıştı.
Biraz durdu, nefesini derin aldı.
"Dayanamıyordum. İyi bir doktor olup, sorunun ne olduğunu ben bulmak istedim." Başını salladı, dudaklarının kenarı acı bir tebessüme kıvrıldı. "Zaten onu da beceremedim."
Son cümleyi, kaşlarını çatıp yere bakarak söyledi. Sesindeki kendini suçlayan ton, kalbimin üzerine ince ama keskin bir bıçak gibi indi. O, başarısızlık olarak görüyordu belki... Ama benim için, o an, bana verilmiş en kıymetli değeri anlamamı sağlayan andı.
"Selim..." diyebildim sadece, iki damla yaşın yanaklarımı ıslattığını hissederken. Adını söylememle birlikte bakışlarını yeniden bana çevirdi. Gözlerimiz buluştuğunda, onun gözlerinde de benimkine benzer bir hüzün parlıyordu; sanki yılların yorgunluğunu taşıyorlardı.
"Bu baş ağrısının sebebini bul ya da bulma... Önemi yok. Sen benim için çok daha fazlasını yaptın. Seni tanıdığım günden beri hem de. Beni korudun, yaralarımı sardın, yanımda durdun. Bana değer verdin. Benim ilacım sensin, Selim. Senin varlığın."
İtiraflarım, kalbimin hızına eşlik etti. Bu duygular, yanaklarımı alevlendirdi. Ama biliyordum, bu sözleri duymayı fazlasıyla hak ediyordu.
Selim'in eli yavaşça havalandı; bana doğru yaklaşırken parmaklarının hafifçe titrediğini gördüm. Bir şükür sebebiydi. Yüzümde, nikâhı olmasına rağmen bana dokunurken bile bu kadar heyecanlanabilen bir adamın elleri vardı.
Parmak uçları yanağıma değdiğinde, yaşlarımı usulca topladı. İlk temasın etkisiyle içimde bir ürperti dolaştı; o noktadan yayılan bir sıcaklık, bütün bedenimi sessizce sardı. Gözleri, tedirginliğin ve suçluluğun ince gölgeleriyle örtülüydü. Neden kendini suçlu hissediyordu ki? Benim için doktor olmuştu. Benim için...
Tüm irademi toplayarak titrememesi için elimle mücadele ettim. Ardından, onun yanağımdan uzaklaşmaya hazırlanan elini tuttum. Avucumla hafifçe sıkarak ona güven vermek, teşekkür etmek istedim. O da karşılık verdi; parmaklarını biraz daha sıktı ve elimi bırakmadan adımlarımızı arabaya doğru yönlendirdi.
Parmaklarımızın birbirine kenetlenmiş olma hali, kalp atışlarımı daha da hızlandırıyor, nabzımı dengelemeye çalıştıkça başarısız oluyordum.
Artık üşümüyor, aksine baştan aşağı yanıyordum.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |