

Ellerimi açıp içtenlikle dua etmiştim. Kalbim, Allah’a olan inancımla dolup taşıyordu; O’nun beni duyduğuna, derdime çare olacağına yürekten inanıyordum. Daha evvel bir çok kez dualarımın kabul olduğunu hatırladıkça gözlerim doluyor, içimde tarifsiz bir huzurla karışık umut yükseliyordu.
“Yeter ki kalpten inan,” derdi büyük babaanem. Ve ben şimdi tam da bunu yapıyordum; tüm samimiyetimle O’na yalvarıyordum.
Büyük babanemin odasının kapısını açtığımda, onu her zamanki gibi tesbih çeker halde buldum. Gözleri, parmaklarının üzerinde dolaştığı tespihin boncuklarına odaklanmıştı. Yüzündeki huzurlu ifade her zamankinden daha derindi. O, hiçbir zaman boş durmazdı; hep zikir çekerdi. İnançla dolu bu küçük ritüel, ona güç verirdi.
Yanına sessizce yaklaştım ve sesimi yumuşattım.
“Anaka’m, sana bir şey söyleyeceğim.”
Başını kaldırdı, yüzünde sevgi dolu bir tebessümle, “Söyle bakayım kuzum,” dedi.
“Geçen haftalarda Selim bize gelmişti ya hani? Ben sizin birkaç konuşmanızı duydum.”
Babanem bir şey demedi, sadece gülümsedi. Sanki içten içe bir sevinç ve teslimiyetle duyuyordu. Yüzündeki çizgiler, yılların yorgunluğunu taşırken, gözlerindeki ışıltı bana güç veriyordu.
“Ne yapacağım ben babaanne? Sence ne yapmalıyım?” diye sordum, içimde büyüyen çaresizlikle. Sesimde hem kararsızlık, hem de cesaret vardı. Bu belirsizlikten kurtulmak istiyordum.
Büyük babanem derin bir nefes aldı, nazikçe elimi tuttu.
“Güzel kızım benum... Ben öyle isterum ki Selim'le senin mutluluğunu göreyim. Fakat gideceğum diyor, başka şey demiyor. Emin ol, gidecek olmasa çoktan gelmişti çiçeğiyle çikolatasıyla…”
“Sahi mi?” dedim. Sesim bir anda hem şaşkınlık hem umut dolu bir kıpırtıyla titredi.
“Sahi tabi. Sahi…”
Babanemin kelimeleri havada yankılanırken, odadaki loşluk ve tesbihin tıkırtısı arasında zaman yavaşlamış gibiydi. O an, dünyamızdaki bütün karmaşa ve belirsizlik bir an için durdu. Oda, geçmişin anılarıyla, umutların kırılganlığıyla ve sessiz bir teslimiyetle doluydu. Ben ise, yüreğimde hem umudu hem korkuyu taşıyarak, ona sarılıp sonsuz bir güven arıyordum.
Aklıma gelen fikirle babaneme döndüm.
Sesim biraz daha kararlı ve yüreğim kıpır kıpırdı: “Ben de onunla giderim. Ne olacak ki? Orada doktor kadar öğretmene de ihtiyaç vardır.”
Babaanemin gözlerinde bir parıltı belirdi; sanki beklediği bir cevabı almış gibi.
“Vardur tabi yavrum, hiç olmaz mı? Sen bugün git Selim’e bunu söyle. Hayırlısı olsun inşAllah.”
“Ama ben söyleyemem ki. Çekinirim!” diye atıldım tereddüt dolu bir tınıyla.
Sanki bana cesaret aşılıyor, kalbimi güçlendiriyordu. Gülümsedi. “O zaman yaz da ver.”
Dudaklarıma küçük bir tebessüm yerleşti. “O olur işte,” dedim. Heyecanla müsade isteyip odama geçtim.
Masama oturduğumda önümde boş bir kağıt vardı. Kalem elimde bir kaç cümle karaladım ama hiçbiri yüreğimdeki o yoğun duyguyu yansıtmıyordu. Kelimelerim, hislerim kadar güçlü değildi. Sinirle kağıdı buruşturup yırttım. İçimdeki telaş ve cesaret dalgası arasında kararsız kaldım, sonra ani bir karar verdim. Üzerimi değiştirdim, hızlıca toparlandım ve evden çıktım.
Bugün Selim hastanede olmalıydı. Resmi tayinini almadan önce burada kalıyordu. Onunla konuşmak, duygularımı doğrudan ifade etmek için bu fırsatı kaçırmak istemiyordum.
Otobüsten indiğimde, serin hava ciğerlerime doldu. Hastanenin kalabalığı, koşturmacası ve o tanıdık koku içimi karışık duygularla doldurdu. Derin bir nefes alıp binaya girdim. Selim’in yeni odasını bulmam biraz zaman aldı.
Sonunda kapısı açık olan odaya ulaştım. Kapının eşiğine yaslandım. Selim bir hastasıyla konuşuyordu. Hastanın sesi kısık, solgun ve biraz da yorgundu, Selim ise ona karşı son derece nazik ve şefkatliydi.
“Eveet, Hamiyet teyze! Sen, ben görmeyeli çok daha iyi olmuşsun. Artık ilaçlarını kullanmana gerek yok. Ağrın olursa ağrı kesici alman yeterli.”
“Çok sağ ol evladım. Allah senden razı olsun. Rabbim hayırlı ömürler versin, hayırlı bir yuva nasip etsin inşallah. Sana ne kadar dua etsem az.”
Selim güldüğünü işittim. “Amin Hamiyet teyze, amin. Çaba bizden şifa Allah'tan, asıl teşekkürü ona et sen.”
O an, Selim’in hastalarına gösterdiği o yürekten ilgiyi, sonsuz sabrını ve gerçek insan sevgisini bir kez daha fark ettim. Her defasında buna tanık oldukça içim ısınırdı. O, sadece bir doktor değil, aynı zamanda umut taşıyan bir neferdi.
“Hep ediyorum yavrum, hiç etmez miyim? Rabbim torunumu görmeden canımı almadı, çok şükür,” dedi kadın.
Odaya yayılan bu anın sıcaklığı, karışık duygularımı daha da derinleştirdi. Selim’in içinde bulunduğu o ortamda, yüreğinin derinliklerinde nasıl bir vicdan ve şefkat taşıdığını gördüm. Bu yüzden onu bu kadar sevmiş, ona bu kadar bağlanmıştım.
Kalbimde hem gurur hem de hüzün vardı. O an orada, Selim’in hayatındaki bu mesuliyetin yüküyle mücadele ettiğini, kendi içinde sakladığı kararsızlıkları ve belirsizlikleri düşündüm.
“Buyrun teyzecim, kimliğiniz,” diye seslendi başka bir erkek. Teyze teşekkür ederek kapıya doğru yönelirken, onunla göz göze geldim. Yorgun ama içten bir tebessümle bana selam verdi. Aldım. Etrafıma baktım; boşalan odaya girecek başka biri var mı diye. Koridorun ucunda, randevusunu bekleyen birkaç hasta vardı.
Tam o sırada, yanımdaki görevli, “Hanımefendi, şu an on beş dakikalık bir molamız var, sonra hasta almaya devam edeceğiz,” dedi nazikçe.
“Şey, aslında ben Selim Bey’i görmeye gelmiştim,” diye cevap verdim biraz tereddütle.
Kalbimde hem heyecan hem de çekingenlik vardı. Daha sözcüğüm bitmeden, kapıdan Selim belirdi. Gözleri ilk beni buldu; o an içimde bir sıcaklık yayıldı. Yorgun ama güler yüzlüydü. Tüm dünyanın yükünü omuzlasa da karşısındakine hayat vermeye devam eden biri gibiydi.
“Hanımefendi, misafirim,” dedi ve yanındaki meslektaşına bir işaret gönderdi. Arkadaşının da onayını alarak, usulca odaya davet edildiğimde içeri adımımı attım. Oda, hastanenin karmaşasından izole edilmiş, sakin bir liman gibiydi.
Selim hemen yanıma yaklaştı, gözlerinde endişe ve şefkat vardı: “Yusra? Hayrola, birine bir şey mi oldu?”
“Yok, yani herkes iyi, ben kendim için gelmiştim,” dedim. Selim’in karşısında olmanın verdiği huzur ve ürkeklik arasında gidip geliyordum.
Odaya doğru birkaç adım attım, havadaki steril koku ve hafif elektronik cihaz sesleri arasında masanın önündeki boş sandalyeye oturdum. Etraf, hastanenin meşakkatli temposunu yansıtırken, burada zaman adeta yavaşlamış gibiydi.
Selim yüzümü inceledi; bir yandan doktorun sorumluluğunu, bir yandan da yılların getirdiği kişisel duyguları taşıyan bir adamın ağır duruşu vardı üstünde.
“Bir şeyin mi var? İyi misin?”
Söze nasıl gireceğimi, nasıl açacağımı düşünürken, aklımdan geçmişle bugünün arasında bir köprü kurmaya çalışıyordum. Aramızda söylenmemiş kelimeler, anlaşılmamış duygular, suskunlukla örülmüş duvarlar vardı.
Gözlerinin içine bakarken, onunla olan bağımızın ne kadar karmaşık, bir o kadar da kırılgan olduğunu anımsadım. Selim’in hayatında taşıdığı ağır sorumluluğu, hastalarına duyduğu derin bağlılığı biliyordum. Aynı zamanda aramızdaki belirsizliklerin gölgesini de hissediyordum. Yine de oradaydım; kalbim onun yanında atıyordu ve belki de bu an, bizim için yeni bir başlangıcın ilk adımı olacaktı.
“Hocam, ben çay alacağım, ister misiniz?”
Selim başını sallayarak, “Ben almayayım. Yusra, sen ister misin?” diye sordu.
“Teşekkürler, ben de almayayım,” dedim, boğazımdan bir düğüm geçerken. Hemşire odadan çıkınca üzerimdeki o gerginlik azaldı; şimdi rahatça konuşabilirdik.
“Yine baş ağrıların mı tuttu yoksa?”
Başımı iki yana salladım, “Yok, yanlış anladın. Ben bir şey demeye gelmiştim…”
Dışarıdan sakin görünsem de tedirgin, kaygılı ve çekingendim.
Selim, baş ağrılarımın tutmadığına sevinmişti belli ki. Aldığı rahat ve derin nefesten belliydi.
Baş ağrılarımın ne kadar zor ve sarsıcı olduğunu düşünmeden edemedim. Beşinci sınıftan beri yaşadığım o sancılı anlar... Doktorların her seferinde “Bir şeyin yok” demesi… Normalde mızmız biri değildim ama o ağrılarla baş etmek zorundaydım ve bazen dayanılmaz oluyordu. Dişlerimi sıkar, bağırırdım. O anlarda kendimi kırılgan ve çaresiz hissetmekten, dua etmekten başka bir şey yapamazdım.
Allah'a şükür uzun süredir bir şeyim yoktu.
“Tamam, dinliyorum,” dedi Selim, gözlerinde ilgi ve merakla.
Göz göze geldiğimizde, kelimelerin ardında saklanan her şeyi anlatmak için bir yol arıyordum. O an, belki de tüm suskunlukların kırılacağı, yüreğimizde birikenlerin açığa çıkacağı o anın habercisiydi.
“Şey diyecektim…” dedim, sesim titreyerek. Duraksadım, kelimeler birbiriyle yarışıyor, hangisini önce söyleyeceğimi bilemiyordum. İçimde kıpır kıpır bir heyecan ve korku vardı.
Gözlerimi yere indirdim, derin bir nefes aldım ve cesaretimi topladım.
“Şemsiye.”
Sonunda o sözcüğü fısıldadım, daha önce aramızda geçen o metaforu kullandım. Sanki kalbimdeki duyguları bir şemsiye altında saklamak istiyordum; onunla beraber aynı yağmurdan korunmak, aynı gökyüzünü paylaşmak istiyordum.
Selim hafifçe kaşlarını kaldırdı, gözlerindeki merakla, “Şemsiye?” diye tekrar etti.
“Şemsiye sende, demiştim ya hani? Şemsiyenin altına girmeme izin veremez misin?”
Kelimelerim biraz daha cesurca çıkıyordu artık. İçimde yıllardır biriken hislerin sessiz itirafıydı bu; doğrudan söyleyemediğim “Bırak seninle olayım, aynı yolda yürüyelim” demekti aslında.
O an ortamda hafif bir sessizlik oldu, nefeslerimiz birbirine karıştı. Gözlerimiz birbirine kenetlendi; geçmişin kırgınlıkları, umutları, bekleyişleri o bakışlarda buluştu. İçimde yükselen bir umut vardı, kırılgan ama güçlü.
Odayı dolduran sessizlikte, kalbimin hızla attığını hissedebiliyordum. Anlamıştı.
Selim, sıkıntılı bir nefes aldı; elindeki kalemi parmakları arasında döndürmeye başladı. Gözlerindeki karmaşık duygular yüzüne yansıyordu.
“Veremem,” dedi sonra.
Sesindeki kararlılık ve aynı zamanda içinde sakladığı çaresizliğin ince tınısı kalbime ağır ağır dokundu. Sanki yaşadığı bir savaşı ve hayatın ona yüklediği ağırlığı kelimelerle anlatmaya çalışıyordu.
“Neden?” diye sordum, sorgularcasına, anlamazcasına.
“Bendeki şemsiyenin altı, yağmurdan daha güvenli değil.”
Sözcükler havada asılı kaldı. O an, şemsiyenin korumasından çok, hayatın sert gerçeklerinin içinde boğuştuğunu fark ettim.
“Doktorlar kadar öğretmenlere de ihtiyaç vardır orada, eminim,” diye ısrar ettim, içimde bir kırıntı kadar kalan umutla.
Selim gözlerini kaçırdı. “Ben tâ küçükken seni koruyacağıma söz vermiştim,” dedi; sesi bir yemin gibi ağır ve derindi.
“Ne olabilir ki? İnsanın başına bir şey gelecekse her yerde gelir,” dedim cesaretle. Kızgınlıkla karışık hayal kırıklığı yüzüme vurdu. “Ama burada ruhum yavaş yavaş ölecek sen gidince Selim. Hayatın anlamını kaybedeceğime, hayallerimi yeniden şekillendirmeye razıyım ben.”
Sözlerimle onun içindeki çelişkiyi biraz olsun hafifletmek, yanında olduğumu hissettirmek istedim.
Selim eliyle kendini işaret etti, gözleri dalgın ve yorgundu.
“Ben miyim hayatın anlamı? Ben daha sen baş ağrından ağlarken, sadece faydasız bir kutu ilaç önüne koyabiliyorum. Ya da küçükken yaptığım gibi, inlemeni dinleyip elimden bir şey gelmeyerek uyuyakalmanı bekliyorum.”
Kendini yetersiz hissetme, çaresizlik ve kendini değersiz görme duygusunu tüm çıplaklığıyla bu sözlerinde gördüm. Kendi gözünde bir anlam ifade etmediğini düşünüyor, beni sevmenin sorumluluğuyla kendini yoruyor ama bunun karşılığını veremediği için sanki kendini tamamen yok sayıyordu. Anlamıyordu beni! Tek yaptığı kendini hiç ederek benden kolay vazgeçebilmekti.
Odaya az önce çıkan hemşire döndüğünde konuşmamız sonlanmış oldu. Kalktım, kalbimde hem bir burukluk hem de direnç vardı.
“Bir şeyi atladın,” dedim, kararlılıkla. “Beklerken dua da ediyorsun.”
Adımlarım ağır ve yavaş hastanenin çıkışına doğru ilerlerken, zihnimde Selim’in çaresizliği, kendi umutlarım ve korkularım iç içe geçmişti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |