6. Bölüm
Şeymanur / Uçurumlar İçinde / Ve

Ve

Şeymanur
sukunettekelimeler

Baş ağrılarımın biri, gecenin sessizliğini parçalayıp beni bulmuştu yine. Sanki kafamın içinde bir demir tokmak, aynı noktaya defalarca iniyor, her darbede beynimi zonklatıyordu. Zar zor uykuya dalmıştım; o uyku da bir sığınak değil, bulanık ve ağır bir bekleyişti sadece.

Sabah gözlerimi açtığımda odanın sessizliği üzerime çökmüş gibiydi. Perdeden sızan solgun ışık, duvarın bir köşesine eğik düşüyordu. Yorganın altındaki bedenim ağırlaşmış gibiydi. Yorgundum.

En acısı ise, bana iletilmek üzere büyük babaanneme bırakılmış tek bir cümle kalmıştı bana: “Hakkını helal etsin.”

Duyar duymaz mideme bir yumruk yemiş gibi oldum. Selim, yine baş ağrımın tuttuğunu duyunca “Uyandırmayın” demiş. Ne incelik! Gerçi uyandırsalardı ne olacaktı ki? Arkasından pencereye mi koşacaktım, el mi sallayacaktım?

Ama işte öyle olmuyor. Yine de uyanmalıydım. Uyandırmalıydılar beni. Giden Özkan bile olsa, sırf yılların hatrına uyandırmalıydılar. Bir çift söz etmeden, göz göze gelmeden nasıl gidilir? Bir vedayı da mı çok görmüştü bana?

İçimde, öfke ile kırgınlığın birbirini boğan bir savaşı vardı.

"Demek ki konuşmaya, bir açıklama yapmaya, gidiyorum demeye bile değer görmedi beni," diyordum kendime. Ama hemen ardından başka bir ses fısıldıyordu: "Hayır, biliyorsun, öyle değil…” Can yakan bir çelişkiydi. Hem kızmak hem anlamak, hem unutmak hem tutunmak istiyordum.

Sonra tek bir gerçek kaldı geriye: Gitmişti.

O kelime zihnime bir balyoz gibi indi. İçimdeki bütün direnç, sanki o darbeyle paramparça oldu. Başımın ağrısı, boğazıma düğümlenen sızıya karıştı. Yorganı biraz daha üzerime çektim, odanın ağır havası ciğerlerimi sıkıştırıyordu. Dışarıda hayat akıyor, ama benim odama yalnızca sessizlik ve onun gidişinin keskin soğuğu doluyordu.

Bedenimdeki enerjinin tükendiğini hissedebiliyordum. Sızlıyordu. Kemiklerimin içinden, kaslarıma kadar yayılan o yorgunluk… Sanki damarlarımda kan değil, ağır bir kurşun dolaşıyordu.

Okulda çantasını unuttuğunda, ona yetişmek için soğuk havada arkasından koştuğum gün, kulaklarım nasıl sızlamıştı ve sonra hasta olmuştum, işte öyle sızlıyordu bacaklarım. Ama bu kez soğuktan değil, yükünü kaldıramadığım bir vedadan. Tanıdık bir histi bu.

Yatağımdan kalkıp pencereye doğru bir adım atmaya çalışsam da başaramadan yığıldım yere. Yavaşça değil, ansızın… Gövdem ağır bir gürültüyle yere kapandı. Avuçlarım istemsizce başıma gitti, parmaklarım saçlarımın arasında kenetlendi. İçimde, kabına sığmayan bir ağlama isteği kıvranıyordu; boğazımın gerisinde keskin bir yanma, göğsümün içinde baskıya dönüşmüştü. Bastırmaya çalıştıkça daha çok kabarıyordu.

Yıllardır bir gidiş için mi zamanımızı harcamıştık? Nereye olduğu belirsiz bir gidiş için.

Yanaklarımda beliren ıslaklıklar, çabamın boşa çıktığını gösteriyordu. Ağlıyordum. İstemeden, engelleyemeden… Aklım ise hâlâ boşuna direniyordu: “Gittiğine göre, ağlamaya değecek biri değilmiş.” Oysa bu, sadece aklın soğuk yalanlarından biriydi.

Nasıl ağlanacağını çok iyi öğrenmiştim de, nasıl ağlanmayacağını öğretmemişlerdi bana.Aslında, küçükken Selim öğretmişti—ama yalnızca dizin kanadığında, oyuncağın kırıldığında… Biri gidince nasıl ağlanmaz, onu öğretmemişti. Kimse öğretmemişti.

Hani filmlerde gidenin ardından su dökerler ya? Gidenin ardını zaten gözyaşları suluyormuş, gerek yokmuş başka suya...

Zorlansam da yeniden yatağıma sürüklendim, yorgun bedenimi yorganın altına sığdırdım. Soğuk ve ağır bir yalnızlık sardı beni; hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım, ama içimde kopan fırtına susmuyordu. Gürültülü, kavruk bir keder dalgasıydı içimde yükselen, sessizce boğulmaya çalıştığım ama başaramadığım.

“Gittin, bittim Selim,” diye fısıldadım, kalbim paramparça. “Şimdiye dek hep affettim seni. Çünkü sevdim. Bazen kızdığım, kırıldığım halde yüzüne hep güldüm! Sen ne yaptın, doktor? Gittin—Hayır, hayır! Sen kaçtın. Sen kaçtın be adam! Gitmedin sen, kaçtın. Korkaksın çünkü.”

Eğer şimdi burada olsaydı, başını eğip, “Sevdiğim birine zarar gelmesini istememek korkaklıksa, evet korkağım,” derdi. Oysa ben, bu sözlere rağmen, içimdeki o büyük boşluğun, o derin sızıyla boğuşuyordum.

Allah’ım, bu kadar acıyı nasıl taşıyordu yüreğim? Kalbim paramparça olurken, bedenim hâlâ nasıl ayakta duruyordu?

İçimin pencereleri açık kalmış, üşümüşüm büyük babaanne. Hayallere yenik düşmüşüm ben. Kim kurtarabilir insanı kaybolan hayallerinin elinden?

Hiç bu kadar boşlukta, bu kadar kırık, bu kadar savunmasız hissetmemiştim kendimi.

Odamın kapısı ağır ağır aralandı. Üstüme örttüğüm battaniyenin altında gözlerimi sıkı sıkıya kapatmıştım, dışarıdan gelen ışık ve seslerden korunmak istercesine. Kapı sessizce kapandıktan sonra, babamın yumuşak sesini işittim.

— “Yusra uyuyor.”

Keşke gerçekten uyuyor olsaydım… Keşke gözlerimi açtığımda bu tüm acılar, kırgınlıklar ve kayıplar sadece bir kabus olsaydı. Tüm bu ağırlık, tüm bu acı, tüm bu boşluk bir rüya olmalıydı. Belki de hâlâ o rüyanın içindeyimdir; ve ben henüz uyanmadım. Bir an önce gözlerimi açıp, her şeyin düzelmiş olduğunu görmek, hayatın yine umutla dolu olduğunu hissetmek istiyorum.

Ama göz kapaklarım ağır, kalbimse sanki bu gerçekle yüzleşmekten yorulmuş. İçimde umutla karışık derin bir hüzün var; uyanmak mı, yoksa bu uykuda kalmak mı daha kolay, bilemiyorum.

 

⏰⏳⌛⏰

 

Artık bu düşünceler anlamsızdı, boşunaydı. O yoktu artık; gitmişti. Ama nasıl gitmişti? İçimde bir yerlerde hep “Ben olsam vazgeçmez, dönerdim” diye sorguluyordum. Erkekler, acaba bizden daha mı iyi gizliyorlardı duygularını? Ya da korkuları, çekingenlikleri bizim sandığımızdan daha mı derindi? Bilmiyordum, bilmiyordum işte…

Yine bunlar nereden aklıma geldi diye merak ediyorsanız: Perihan teyzeyi gördükçe geliyor. Onlar da bize çaya sık sık gelince, bana da sık sık bunlar geliyor işte.

“Bizim oğlan yerleşmiş neyse ki,” dedi Perihan teyze. Dikkatim aniden ona çevrildi. “Küçük bir ev tutmuş, iki oda bir mutfakmış ama tek kişi ya, yetiyormuş. Bu hafta da gelecek, kalan eşyalarını alacak inşallah. Hem o zamana kadar tamamen oradaki hastaneye de geçmiş olur.”

Bakışlarım aniden büyük babaaneme yöneldi. O da duydu bu sözleri. Gözlerinin köşesinde beliren hüzün ve umut karışımı bir ifade vardı.

Gelecekmiş işte tekrar. Yoksa niye bi “Allah'a emanet ol,” demesin dimi?

İçimde kıpırdayan kırgınlıklar bir nebze olsun sakinleşti; sanki yeniden gelecek olması, kırgınlığın yerini sevince ve yeniden başlamanın heyecanına bırakıyordu.

Bana gülümseyen babaannemin yüzünde sıcak bir meltem esiyordu. O tebessümde hem bir şefkat, hem bir teslimiyet vardı; yılların getirdiği yorgunluk ama aynı zamanda kırılmaz bir sabır da... Ben de karşılık verdim o gülümsemeye, belki de kendi içimdeki karanlık ve endişeyi biraz olsun hafifletmek için.

“Ne zaman gelecekmiş Selim, ne zaman?”

“Bu hafta gelecek Nuriye teyze. İki gün sonra.”

Babaannem, “Hee. Söyleyun ona gelince bana uğrasun,” diyerek arkasına yaslandı.

“Tamam söylerim,” diyen Perihan teyze tekrar anneme dönüp sohbete devam etti.

Ezberlediğim bir şiirin son mısrası geldi hatırıma.

Ne acı, günlerle ölçülüyor ayrılıklar.

Değil mi, ne acı? Ne kadar haklıydı. Günler... Bizi bir sona sürükleyen günler. Zamandan bir parçanın kıstırılmış adı. Kayıp ve hasretin, bitmeyen bekleyişlerin soğuk ölçüleri.

Ben de günlerle ölçmeyi bırakmıştım, günler haftaya döndüğünden beri. Çünkü, sayılar büyümüştü ve benim içimdeki boşluk, o rakamların anlattığından çok daha derindi.

Bölüm : 28.07.2024 22:29 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...